• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Cunta Kızı'ndan:

“Hiçbir şey olmamış gibi” 

Cunta Kızı, K24 yazarlarından ve çevirmen Şule S. Çiltaş'ın ilk romanı. Önümüzdeki günlerde İletişim Yayınları tarafından basılacak romanın giriş bölümünden kısa bir alıntıyı Tadımlık olarak sunuyoruz.

Şule S. Çiltaş. Fotoğraf: Dildora Tulyaganova

K24

@e-posta

TADIMLIK

15 Mayıs 2024

PAYLAŞ

Ağabeylerime, anneme, babama...

Sesimin çıktığından emin olsam sorardım, “Beni neden dövüyorsun baba? Kötü bir şey yapmadım ki,” derdim. “Kızınım ben senin. İnsan kızını sever, kanı kaynar, kıyamaz, saçının telini sakınır, korur onu, yardımına koşar.” Oysa ilk başta, dayak sisinin içinde bağırdığımı sanıyordum: “Vurma baba, ne olursun vurma, anne, anne?” Dudağımın kenarından ağzımın içine dolan tuzlu sıvı yanağımdan mı yoksa burnumdan mı sızıyor? Ne kadar oldu beni dövmeye başlayalı? Bir saat? Dik duruyordum yumruklar inene kadar, şimdi boylu boyunca yere seriliyim. Belki de bilerek attım kendimi yere, yatar durumda, rüyadaymış gibi olsun bitsin her şey diye. Gözkapaklarımı yarı araladığım her defasında, babamı ya televizyonun önünde duran sandalyede otururken, ya ayakta, hiddetli hiddetli sigara içerken, ya kararmış suratında ağzını buruşturup karnıma doğru yeni bir tekme savurmaya hazırlanırken görüyorum. Başım sağ yanağımın üzerine yıkılmış, açamadığım gözümde katman katman bir ağırlık. İki kolum, regl olurken yattığım gibi, fersiz, öne doğru uzanmış. Birini kaldırıp başımı korumaya çalışsam. Olmuyor. Göğsüme, aynı noktaya ikinci bir tekme. Ara ara dilimi dişlerimin arasında gezdiriyorum, tuzlu sıvıyı yutmak için. Hakaret etmiyor, bu iyi. Çabuk unutabilirim. Unutup yine ona acıyabilirim, yine sarılabilirim. Tıpkı senin bana sarıldığın gibi baba, burada, bu gecekonduda, çatışmalar sıklaşıp bize göz açtırmadığında, karnımızı doyurmak, bizi geçindirmek için korkarak işe gittiğin günlerde, iyice bunaldığın bir an odama girip hiçbir şey söylemeden bana sarıldığın gibi. O zaman seni anlamıştım, gerçi hep anlıyordum, yaşama karşı dik duruşunun bir-iki saniyeliğine çözülmesini. Ses etmeden beklemiştim, kokumu içine çektikten sonra kollarını gevşettin, yaşananlardan haberdar olmadığını sandığın bu küçük bedene sarılmak, bundan sonra başımıza geleceklerin sarpa saracağından artık emin olmanın bilinciyle, yok olup gitmek arzusunu da taşıyordu. Ya da bu bünyeye kaynamak, kendi dertlerini, onun çelimsizliği ve güçsüzlüğünde iyice küçültüp eritmek arzusunu. Anlıyordum baba, her şeyi anlıyordum. Bu hayat, yoksulluk, kavgalar, mecburi sevgi bağları seni eziyor ama inatla ayakta kalmana izin veren bir kalp ve ruh taşıyordun. Her birimizin içinde uykuda olan, o “bir gün her şeyin düzeleceği” batıl inancının karşı konulmaz çekiciliği, açıklanamaz güçlere olan o özlem seni de ele geçirmişti. Çimdiklene çimdiklene kanatılmış o hareli kuş... Bu hayat, senin hayatın böyle olmamalıydı, senin çocukların olarak bizler, bunu her halinden anlıyorduk; seninle aramızdaki sorunlar, yaşamımızın en üst noktasını işgal edemezdi. Bizim gibi çocuklar ilkin ana-babalarının acziyetini, zayıflıklarını, güçsüzlüklerini görürlerdi çünkü, hem de çırılçıplak görürlerdi. Bunu nereden mi biliyorduk? Çocuk zihnine ilk nakşolan yaşanmamışın anısıdır. Hiç yaşanmamış olanın, ama bellenenin anısı... Bir kez daha açıyorum gözlerimi sızıyla, yine sandalyedesin, böyle omuzların düşmüş, yüzün allak bullak, nefret saçan gözlerini yere, bir noktaya dikmiş halinle, ilkokulda sınıf panosundaki tarihöncesi devirlere ait ilk insanlardan birine benziyorsun. Ellerinde taştan, uçları eğri büğrü sivriltilmiş bıçak benzeri silahlar, kararmış suratlarında dehşetle açtıkları gözlerinden korku ve çaresizlik okunuyor... Henüz vicdana dönüşmemiş korku. Uzun siyah saçları kül benzeri toza bulanmış, darmadağınık, kaş çıkıntıları bariz, öne doğru belirginleşen çeneleri ile burunlarından epey aşağıda bir çizik gibi duran dudakları tıpkı maymununki gibi. Hafif kambur vaziyette, birbirini takip eden karaltılar. Şimdilik bir kalabalığa, topluca sevgi duyup nefret kusacakları bir topluluğa ait değiller. Belki de ilk cinayetlerini, babalarını ya da önderlerini öldürmenin pişmanlığı ve korkusuyla sıkıca tutuyorlar silahlarını, kıllarla kaplı elleriyle. Kanlanmış cam gibi parlak gözlerinde ürpertiyle karışmış bir azap. Evrimleştikçe, dayak, öldürmenin yerini mi almış? Beni bunun için mi dövüyorsun baba? Öldüremediğin için mi? Bir şey yapmadım ki... Çocukların birini sevmeye ihtiyacı vardır. O zaman, neden dövüyorsun beni? Daha on yaşındayım. Birkaç yıl öncesini hatırla. Bir bayram gününü, milli bir bayramı. Sabah erkenden kalkışını, böyle zamanlarda olduğu gibi, gergin ve somurtkan tıraş oluşunu. Askerî üniformanın kopmuş düğmesi ya da geç hazırlanan kahvaltı yüzünden annemi azarlayışını... Karargâhta bayram kutlaması vardı, alışılmadık bir ısrarla seninle gitmek istemiştim; asla olmaz dediğinde kendimi yerden yere attım, sokak kapısının önünde durup çıkmana engel oldum, o kadar şiddetli ağladım ki, en sonunda gülümsedin, beni kucağına aldın, gözyaşlarımı sildin, sonra elimden tutup kutlamaya götürmek zorunda kaldın. Ceket yakalarındaki işaretler, göğüslerindeki rütbeler farklı olsa da üst kısmı tepsi gibi dümdüz, gergin duran şapkaları seninkine benzeyen askerlerin çevirdiği kare alanın bir kenarında, nizamla sıralanmış grubun en arkasına yerleştirdin beni. “Sakın generale görüneyim deme” diye de tembihledin. Bir süre sonra general göründü, sırayla karenin bir kenarında, askerlerin önünde duruyor, yüksek sesle bayram tebriklerini sunuyor, “Sağ ol komutanım!” haykırışının ardından, en önde duran kıdemliye sessizce bir şeyler mırıldanıp, diğer kenara, öteki askerlerin bulunduğu grubun başına geçiyordu. Sıra bizim kenara gelince ufak tefek kıpırdanmalar, fiskoslar, gülümsemeler oldu. Bu fırsatla kafamı yanımdaki ilk asker koridoruna doğru eğip generalle göz göze gelmeyi başardım. “Aaa, kim var orada,” dedi, üniformasının ceketi rozetlerle, madalyalarla, şeritlerle cayır cayır parlayan bu asker. “Kimsin sen, gel bakalım buraya”, arka taraftan biri, elimden tutup gülerek getirdi beni generalin yanına. Düzensiz ak kılların fışkırdığı kalın kaşları alnına yapıştırılmış gibi duran büyük dikdörtgen surata bakıyordum şaşkınlıkla. Bu adamdan mı korkuyordun sen baba? Uzun, heybetli surat başını eğip hiç gülümsemeden gözlerini gözlerime dikti. Yaşımı, okula gidip gitmediğimi, kimin kızı olduğumu mu sordu? Hatırlamıyorum. Ama beni yanına aldı, kareyi birlikte tamamladık. Sonra baştan sona yeni bir tur yaptık; her bölüğün önünde kurulmuş platform masaya yaklaştığımızda, poşetler içinde, askerlere dağıtılmak için hazırlanan şekerlerden alıyordum. “Al, al... İstediğin kadar al,” diyordu general, yünlüsü ipeklisi omuzlarına dikili apoletleriyle... Günlerce anlatmıştın gülerek bu olayı eşe dosta... Sonra şeyi hatırla, çok daha küçük olduğum zamanlarda, soğuk aldığımda getirdiğin kalsiyum sandozu bir bardak suyun içine atışını, hoşuma gittiğini bildiğin için bardağı bana doğru yanaştırıp çıkan kabarcıkların bütün yüzüme sıçramasıyla gülüşmelerimizi. Ya da başka birini, alkolün seni keyiflendirdiği ender zamanlarda kendi kendine mırıldandığın bir türkünün sözlerine eşlik etmeme şaşırmanı, yerinden kalkıp, kahkahalarla beni kucağına almanı, kollarını uzatarak başının üzerinde tutma... Yine kalktı sandalyeden. Gözlerimi kapatıp sıkmaya gayret ediyorum. Bu vaziyetteyken aldığım her darbeye karşı koyacakmışım gibi. Aldığım her “darbeye”... O iki elbisem de hiç çıkmıyor aklımdan; annemle olan bir kavganın barışma hediyeleri, sana “çocuklarla hiç ilgilenmiyorsun” dediği için miydi? Güzel paketlerinden çıkan biri etekleri pileli, boynunda su taşı sarma işlemeli yeşil renkte, diğeri karpuz kollu, tül benzeri uçuşan kumaştan limon sarısı iki elbise. “Ne kadar yakışmış benim kızıma...” Annem, ağabeylerim nerede peki? Kimse gelip almadı beni babamın elinden. İçeri girer girmez başladı dövmeye. Büyük ağabeyim? Gelecekteki kurtarıcım. Her şeyin doğrusunu o biliyordu hani, hep övülüyordu, yüzünün bir ifadesiyle ne istediğini anlıyordu annemle babam, onun da mı gücü yetmiyor... Gerçi annem ya da ortanca ağabeyim dayak yediğinde de elinden bir şey gelmiyordu, o anlarda kim bilir o da ben de hangi delikteydik, şimdi neden beni kurtarsınlar ki? Zaten sen de beni neden dövdüğünü bir süre sonra hatırlamayacaksın baba, hatta ertesi gün unutacaksın. Annemi ve ortanca ağabeyimi dövdüğünde olduğu gibi. Hiçbir şey olmamış gibi. Bak bu söz ne güzel anlatıyor bizi: “Hiçbir şey olmamış gibi.” Hani bütün savaşlar tek parça hikâyeden oluşuyormuşçasına anlatılır durur, patlayan kafalardan, eriyen derilerden, karna inen süngülerden, oyulan gözlerden, toprağa saçılan kül ve kandan, dört bir yana dağılan uzuvlardan hiç bahsedilmez ya, bir savaşı hatırlarsın, bir de savaşın sonunda uçsuz bucaksız şehitlikleri görürsün ya, işte öyle... Sol bacağımı karnıma doğru çekmeye çalışıyorum. Göğüslerim sızlıyor, ama yumruklardan değil, yeni yeni çıkmaya başladıkları için. Bir süredir annemin aldığı bol tişörtleri giyiyorum. Benden önce fark etti göğüslerimin belirdiğini. Oysa ben sakladığımı düşünüyordum onları, fazla büyüyüp göze batmasınlar diye geceleri yüzükoyun yatıyordum. Sevilip sevilmediğimi, kollanıp kollanmadığımı düşünmeyi kendime yasakladığımı, savunmasızlığımı, mahcubiyetimi de fark etmişler midir ki? Büyük ağabeyimin kitaplarından birinde yazıyordu ya hani: “... İnsanın kendi çaresizliğini bir başkasında görmesi ne kadar güç. Her kalıba sığar insanoğlu, eğer mecbur kalırsa. Uzar, kısalır, eğilir, bükülür. Halden hale girer. Ama insan olmanın ne demek olduğunu öğrenemez. Seviliyorsa, herkesin sevildiğini düşünür. Acı çekiyorsa bir tek kendinin ezinç içinde olduğunu sanır. Küçük bir çocuğa, bir ihtiyara, bir hayvana yardım edebileceğini aklının ucundan geçirmez. Kendi yerinin, o farkına varmadan belirlendiği olaylar ardı arkasına geldikçe yaşadığı yanılsamasına kapılır. Üstelik, her şey yavaş yavaş, solarak ölmekteyken günün birinde kurtulacağı yanılsaması...” Ahhhh, bu tekme çok kötü oldu işte! Bu şekilde yattığım için yine karnıma. Keşke kollarımla gövdemi sarabilseydim. Acı, bana anında, mahalleden bir kız arkadaşımın yediği tekmeyi hatırlattı; bir gün babası öyle şiddetli vurmuş ki karnına, regl dönemi olmamasına rağmen anında kan boşalmış külotuna. Hiç aldırmadan anlatmıştı, böyle bir dayaktan kurtulmanın gururuyla. Ben de bundan korkuyorum, bir ıslaklık arıyorum zihnimde, o bölgede, bir süredir çamaşırımı kaplayan ıslaklığı kandan ayırmaya çalışarak. Başımı kaldırmaya gayret ediyorum, babamın, dikkatlice bakamadığım karaltısına doğru bir şeyler geveliyorum, ama olmuyor. İyice zıvanadan çıkmış gibi geri geri gitmeye başlıyor. Bense ona, “Vurma baba, vurma artık, bir şey yapmadım ben. Bu mahalleye kaçmak zorunda kaldık, artık korkmayacaktık baba, herkes tanıdıktı, kimse ‘yabancı’ değildi. Mutluluğa benzer bir sıcaklık seni de bizi de ele geçirmişti; biz çocukları gevşetiyor, kendimize güvenimizi sonsuzcasına yerine getiriyordu. O çocuk da bu yüzden yaklaştı bana; hani yağmurun altında, karşı evin muşamba tentesine sığınmış, sularla kaplı yüzümüz neredeyse bitişmiş, gülen gözlerimiz birbirine kenetlenmişken gördüğün o çocuk. Gülüp oynadığımız öteki çocuklar gibi, mutluluğa yaklaşmak için. Bu cehennemde ve ilgisizlikte bir tek onun benimle ilgilendiğini sandığım o çocuk. Gözlerimizin yeşil asker giysisinden, diplerine nem oturmuş gecekondu duvarlarından, her şeyin şahidi toprak yoldan, evlerin üstüne duman gibi çökmüş, donup kalmış, ilerlemeyen günler-anlar-demler toplamından başka bir şey görmediği bu karanlık, soğuk mahallede...” diyemiyorum... Ve yüzünde eski inançların, totemlerin, barbarlıkların artığı, klandan kovulan erkek çocukların dehşetiyle son darbeyi indirip baldırıma, çıkıp gidiyorsun odadan.

 

.

... Fakat amansız ve gri gerçekler okul tutanaklarında, dünya tarihinde, kanunda ve kilise kitaplarında yazılı bulunur. Kimse onları değiştiremez, değiştirmeye de cüret edemez.

– TOVE DITLEVSEN, Çocukluk

Ortaokulda –birinci sınıfta mı?– annelerimiz için yanıtın hep “ev kadını” olduğu o kalıp soruya babası için: “Babam lunaparkta çarpışan oto kurtarıcısı” diye cevap verdi bir arkadaşımız. Bunu büyük bir gururla söylemişti, dirseklerini abartıyla kırarak önünde topladığı ceketinin düğmesini iliklerken. Yeri epeydir arka sıralardaydı, onun gibi fazla uzamış, sivilceli, gürültücü oğlanların arasında, kızıl-kahverengi ceketi, mavisi kararıp parlamış pantolonuyla. Bu yanıt, her daim havada asılı duran o görünmez utanç tellerini titretti. Utanç-sızı-boğulma tellerini. Ve nadir de olsa babası doktor, eczacı, dükkân sahibi bir-iki çocuğun başını öne eğip gülümsemesine neden oldu. Havada asılı duran görünmez utanç tellerinin titrediği başka zamanlar da olacaktı: kız kıza öpüştüğümüzde, ya da dans ettiğimizde.

Annelerimiz ve babalarımız aslında ne “iş” yapıyorlardı? Bazı feveran anlarında ağızlarından bir çırpıda çıkan sözlere bakılırsa, hiç aklımızın ermediği, merak da etmediğimiz zamanlarda çok daha kötü sınavlardan geçmiş, makus talihlerini mutlu bir karşılaşma sanıp birbirlerini bulmuş, sonra da şaşılacak derecede kendilerine benzeyen yavrular dünyaya getirmişlerdi.

(s. 1-9)

Şule S. Çiltaş
Cunta Kızı
İletişim Yayınları
Mayıs 2024
128 s.
 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Cunta Kızı
  • ŞULE ÇİLTAŞ

Önceki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 20

Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Bir Cereyan Hâsıl Oldu / Edebiyat Devrimi / Epifaniler ve Açıklıklar / Kyoto Okulu Felsefesi / Osmanlı’da Bilimin Siyaseti / Öteki Hayvanlar / Sanatçı İmgesinin Oluşumu / Ud Çalan Kadınlar / Uygarlığın Kısa Bir Doğa Tarihi / Yanımda Kal

K24

Sonraki Yazı

SPOR

Amedspor'dan Centro Storico Lebowski'ye

Katlanamayanların kulüpleri

“Endüstriyel futbola” ve yerleşik futbol düzenine tepki gösterenlerin, artık katlanamayanların homurdanmakla, protestoyla kalmayıp “alternatif” yaratmaya giriştikleri örnekler. Alternatif futbol kulüpleri... 70 küsur yıl öncesinden “matrak” bir olay; başlı başına bir “kategori” olan Amedspor ve dünyanın dört bir yanında taraftarların kurdukları kulüpler...

TANIL BORA
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist