• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Çünkü Deccal İnsanoğlunun Ta Kendiydi:

Önemli arayüzler sunan bir roman

“Deccal romanının temel izleği, savaş karşıtlığı. Irkçılığa, ayrımcılığa duyulan öfkeyi duyumsuyoruz.  Roman dönemin sosyolojisini ve siyasal ortamını okumamızı sağlayacak arayüzler barındırıyor. Rauf öğretmenin dağıttığı fiziki ve siyasi haritalar sözgelimi. Bir başka arayüz, kitabın adında da geçen Deccal sözcüğü.” 

Luca Signorelli, Deccal'in Vaazı, 1499-1504. Fresk, Orvieto Katedrali.

NİZAMETTİN UĞUR

@e-posta

KRİTİK

26 Eylül 2024

PAYLAŞ

“Savaş icat eden görmesin cennet!”

Yaşar Kemal

Roman, öykü, tiyatro, masal vb. metinlerde dış gerçeklik seçilerek, yeniden düzenlenerek kullanılır bilindiği gibi. Kurmaca metinlerin zamanı da gerçek-dış zamana tam uymaz, onunla değişik biçimde oynama esasına dayanır. “Kim, neyi, nerede, ne zaman, nasıl anlatıyor?” gibi sorular yazınsal metinlerde işte bu nedenlerle çok önemlidir.

Çünkü Deccal İnsanoğlunun Ta Kendiydi, Özgür Doğan’ın dördüncü romanı. Ödüllü bir kitap (Mersin Büyükşehir Belediyesi Roman Yarışması Birinciliği, Mersin Kent Kitaplığı, 2022).  Konu seçimi, etkili anlatımı, felsefesi ve tezi bakımından hayli ilginç, önemli bir kitap.

Kapak düzeni dikkati çekiyor hemen. Romanı okuduktan sonra, kitap adının, çoklu okumaya ne kadar uygun biçimde düzenlenmiş olduğunu düşündüm. Üstelik içeriğe de çok uygun bu grafik. Bence kitabın birden çok adı oluşmuş böylece: “Çünkü Deccal İnsanoğlunun Ta Kendiydi”, “Deccal, İnsanoğlunu Ta Kendiydi”, “Çünkü Deccal”, “Deccal”… “Deccal” sözcüğü öne çıkarılarak beş sözcüğe dayalı uzun adının olası sakıncası giderilmiş âdeta (Kitabı bundan sonra sadece “Deccal” adıyla anacağım).

Tam bir dönem romanı yazmış Özgür Doğan. Her ne kadar 1939-2008 zaman dilimini söz konusu olsa da, İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) Edirne ve Ankara’sı anlatılıyor esasta. O günlerin toplumsal-siyasal zemininde bir aşk öyküsü okuyoruz. Çok iyi bir araştırma yapılmış; dönemin bireysel ve toplumsal dili (jargonu), dönemin sorunları ve çatışmaları başarılı biçimde yansıtılmış. Kişilerin ruhsal dünyalarının anlatımı hayli başarılı. Gerçeklik, sahicilik yakalanmış tam olarak.

Ö. Doğan, üç katmanlı bir metin yazmış: Dramatik bir aşk öyküsü; o günlerin Edirne ve Ankara’sı; İkinci Dünya Savaşı’nın aşama aşama durumu. Ama onların her birine sızmış bir katman daha var aslında, benim altını kırmızı kalemle çizdiğim: Cumhuriyet Hükümetinin ırk ayrımına, faşist ırkçılığa direnen tutumu ve bu anlamda yapıp ettikleri.

Romanın zaman ve anlatıcı kurgusu

On ikisinde tarihlerin de verildiği otuz bölümden oluşuyor roman. Anlatıcı kurgusu dikkat çekici. “Ve Tanrı İstifa Etti…” başlıklı ilk bölüm, Tanrısal bakış anlatımlı olsa da bir önsöz, bir bildiri niteliğinde. Özgür Doğan seviyor romanlarına böyle başlamayı. İlk iki romanında, doğrudan önsöz yazmıştı (Şeytanla Randevu, 2009; Tanrı’yla Fısıldaşma, 2012). Bir önceki romanı “Sevgili Katilim”de (Bilgi Yayınevi, 2020) kurgu dışı bir önsöz yok ama romanın temel izleğini ya da içeriğini ilgilendiren bir giriş-bölüm var. Deccal’de ise ilk bölüm hem kurguya dâhil hem de bir ölçüde kurgu dışı gibi duruyor. İzlek (tema) ortaklığı zemininde romanın tezini daha baştan okura sunmuş oluyor. Yazar, “Tanrı’nın Gözleri…” başlıklı ikinci bölümde yineliyor tezini ama bu kez paradigmayı değiştiriyor. Üçüncü tekil kişi anlatıcıdan birinci tekil kişi anlatıcıya geçiyor; zaman, mekân, kişiler, olay akışı devreye sokularak öykülemeye başlanıyor böylece. Dolayısıyla roman aslında bu bölümde başlamış oluyor.

Kahraman-anlatıcı (birinci tekil kişi / benanlatıcı) bakış açısı “Yitik Düşler…” başlıklı yirmi yedinci bölüme kadar kesiksiz sürüyor. Bu bölümde öykü hem bitiyor hem bitmiyor. Hatta bitiş, ikili biçimde. Yaklaşık 1939-1945 zaman aralığında aralıksız anlatılan aşk öyküsünün, bir sonraki bölümde açıkça belirtildiği gibi sona erişi, ilk bitiş. Bu bölümde verilen 2008 tarihi de, başkahramanın, romanın sonunda açıklanan sonuyla ilgili olması, ikinci bitiş. Elbette roman daha devam ediyor, bu bakımdan “hem de bitmiyor” dedim.

Bir önceki bölümü (yirmi altıncı ölüm) içine alacak biçimde hemen hemen sıradüzenli süren olay örgüsü yirmi yedinci bölümle birlikte ilginç hâle geliyor.  Zamanda birden 63 yıl atlanarak ama öte yandan anlatıma bir önceki bölümün sonundan da devam edilerek okuma ediminde farklı bir boyuta geçiliyor. Metin bizi şaşırtmayı sürdürüyor; yirmi sekizinci bölüm, Tanrısal bakış açılı (3. tekil kişi) anlatıma geçilmekle birlikte, olay akışı yönünden, yine yirmi altıncı bölümün devamı niteliğinde. Yirmi dokuzuncu bölüm, Tanrısal bakış açısı ve anlatımıyla devam ederken, önceki bölümün zaman ve olay akışına değil, 2008 yılı üzerinden yirmi yedinci bölümle bağlantılı.

Kimi okurlara sıkıcı geldiğini düşündüğüm bu bilgilerin oluşturabileceği kafa karışıklığını gidermek için, romanın bölüm-anlatıcı-zaman ilişkisini şöyle somutlayabilirim (Bölüm numaraları, kolay anlaşılabilmesi için benim tarafımdan konulmuştur, metinde yoktur):

Bölümler

Tanrısal anlatım
(3. Tekil Kişi)

 Kahraman-anlatıcı
(1. Tekil Kişi)

Mektup
(1. Tekil kişi)  


Tarihler

 

1. Bölüm

+

-

-

-

2. Bölüm

-

+

-

1938-39 (?)

3-26. Bölüm

-

+

-

1939-45

27. Bölüm

-

+

-

2008

28. Bölüm

+

-

-

1945

29. Bölüm

+

-

-

2008

30. Bölüm

-

-

+

1945 sonrası

 

Anlaşılacağı gibi yirmi yedinci bölüm (Yitik Düşler…) anlatım tekniği (zaman, mekân, olay akışı vb.) bakımından romanın en ilginç bölümü denebilir. Baştan beri birlikte olduğumuz genç anlatıcıyla ilgili bilgimiz boyut değiştiriyor, “seksenli yılların başında” olan biri ile karşılaşıyoruz birden. Anlatılmadan atlanan (1945-2008) bir zaman olduğunu anlıyoruz. Yoğun yaşanan bir geçmiş anlatımından “şimdiye-en-yakın” bir geçmiş anlatıma geçiliyor.

Son bölüm, başkahramanın babasının, Behiç adlı arkadaşına yazdığı bir mektup; tarih yok, zaman belirsiz. “Mektup” metni okura sunulan bir ek, açıklayıcı belge niteliğinde. Kurguya yerleştirilememiş, ek-açıklayıcı not gibi sonda verilmiş. Bu bakımdan romana katkısı tartışılabilir, bence olmasa da olurdu. Bir önsöz-bildiri ile başlanması romanın tezi için anlaşılabilir, hatta Deccal’de çok da yerinde. Bu giriş olmasaydı romanın adı anlamsızlaşacak, metnin izleğine (temasına) yönelik vurgu yok olacaktı. Tabloda görülen 3. tekil kişideki ilginçlik de buradan hareketle anlaşılabilir. İlk bölümdeki anlatıcı, diğer iki bölümdeki gibi Tanrısal-egemen anlatıcı değil, salt 3. tekil kişi, daha doğrusu yazar-anlatıcı. “Ve Tanrı İstifa Etti” başlıklı bu bölüm zaten deneme, sohbet havasında yazılmış.

Romanın başkahramanı, iki üç bölüm dışında benanlatıcı olarak karşımızda. Ama bu kim; neyi, neden, ne zaman anlatıyor?.. “Tanrı’nın Gözleri” başlıklı ikinci bölümde lise (?) öğrencisi olarak sahneye çıkıyor. Üçüncü bölümün başlığı, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihini içeriyor: “Körükle Gezenler… / 1 Eylül 1939”. Dördüncü bölümüm başlığı ise şöyle: “Pusula… / 19 Eylül 1939”. On üç yaşında bir öğrencidir yaşadıklarını, görüp duyduklarını anlatmaya başlayan. İkinci Dünya Savaşı’nın altı yıllık bir zaman dilimi (1 Eylül 1939 - 7 Mayıs 1945) başkahramanın gözünden hemen hemen kesiksiz anlatılıyor. Dünyanın o günlere kadar gördüğü en büyük, en korkunç savaşın etkilediği Edirne ve Ankara ortamında yaşanan dramatik, hatta trajik bir aşk öyküsünü okuyoruz.

Adı roman boyunca verilmeyen başkahraman ne zaman anlatıyor peki bütün bunları? Arada geçen şu tür sözlerden anladığımız, salt bir geçmiş anlatımıdır okuduğumuz:

O sabah (s. 9)

Dayım henüz otuzlu yaşlarının başındaydı. (s. 17)

Çok seneler sonra bir tesadüf eseri okuyacağım bu mektup babamın Fransa Büyükelçisi Behiç Erkin’e verdiği tek cevap değildi. Zaman içinde kaosa sürüklenen dünyanın gizli kahramanlarından birinin oğlu olduğumu öğrendiğimde on üç yaşımda, bıyıkları yeni terleyen bir delikanlı değil saçları ağarmış, yer yer dökülmüş, yüzü buruşmaya başlamış, kimsesi kalmamış bir adam olacaktım. (s. 25)

Çok seneler sonra bir gazeteci demiş ki “Türkiye’de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma sorunu var.” Eğer savaş dönemlerinde yaşamış olsaydı kesin bu olay için söylemiş derdim. Daha sonra o gazeteciyi de katlettiler, arabasına koydukları bombayla bir sabah işe gitmeye hazırlanırken çekmişlerdi fişini. (s. 102) (Uğur Mumcu; N. Uğur)

“gün geldi bir türk edebiyatçısı nobeli aldı.”

Bu tür yerler bir geçmiş anlatımı olduğunu anlamamızı sağlıyor. Zaten kurulan cümleler, yapılan yorumlar 13-15 yaşlarına pek uygun değil. Yirmi yedinci bölümde ve sonrasında çözülüyor düğüm. Geçmiş anlatımı, anı (hatıra) metni mi, yaşananların çevresindeki birine anlatılması mı, yaşlılık ya da hastalık hâlindeki birinin anımsayıp zihninden geçirdikleri mi?.. Ne yazık ki bu durumu pek anlayamıyor, anlatma anını ve bu anın koşullarını da çıkaramıyoruz metinden. Başlıklarda yer yer kesin tarihlerin verilmesi bir anı (hatıra) defterini çağrıştırsa da böyle bir metin de yok ortalıkta. Zaten yukarıya alıntıladığım yerler de buna uygun değil.

Özgür Doğan. Fotoğraf: Mersin Büyükşehir Belediyesi Arşivi.

On iki bölümün başlığında ayrıca tarihler verilmiş ve bu tarihlerin kullanımı bence biraz sorunlu. Peş peşe gelen şu üç bölüm başlığın bakalım sözgelimi:  “Yahudi… / 1940”, “Paris Mektupları… / Haziran 1940”, “Savaş İcad Eden; Görmesin Cennet… / 1940 sonları”. Aynı yılın böyle kullanımı kurguyu sorunlu kılmaz mı?.. Özgür Doğan, bir önceki Sevgili Katilim adlı romanında da bölüm başlıklarında tarihler kullanıyor ve bu tarihler sıradüzen (kronoloji) içermiyor. Ama romanın özellikle polisiye olması sorun oluşturmuyor, kurguya katkıda bulunuyor üstelik. Deccal romanında tarihin böyle verilmesi kurguya, söyleme ve içeriğe hizmet etmiyor; tersine dikkat dağıtıyor, duraklatıyor okuru.

Romanının bu düzeni, âdeta kurgu dışı kalan son bölümü (mektup metni) de düşünürsek, postmodern anlayışı mı yansıtıyor peki? Elbette değil; roman, diğer özellikleri bakımından hayli geleneksel.

Savaşın ve Nazi soykırımının Türkiye’deki izdüşümü

Deccal romanının epigrafı Yaşar Kemal’den: “Savaş icat eden görmesin cennet.” Bildiğimiz kadarıyla, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana üçlemesinin ilkinde, Bir Ada Hikâyesi 1 kitabında geçiyor bu söz. Roman kahramanlarından Poyraz Musa’nın bedduası. Ö. Doğan; başkahramanın iki kez ninesine, bir kez dedesine söyletiyor, bir bölüme de başlık yapıyor. Kolayca anlaşılabileceği gibi, Deccal romanının temel izleği, savaş karşıtlığı. Irkçılığa, ayrımcılığa duyulan öfkeyi duyumsuyoruz. Daha ileri gidiyor yazar; ülkeler, halklar arasına çizilen sınırların, insanlığın bencilliğinin ve emperyalist sistemin ürünü olduğunu vurguluyor daha başlarda.

“O sabah” öğretmen Rauf Bey, iki üç günlük sakalla, öfkeli biçimde sınıfa girer. Dünya’nın önce fiziki, sonra Avrupa’nın siyasi haritasını dağıtır öğrencilerine. İlkinin Tanrı’ya, ikincisinin insanlara ait olduğunu belirterek Tanrı’nın savaşları lanetlediği söyler. Bir süre sonra duygulanır, ağlamaya başlar.  Gözlerinden yaşlar sicim gibi akarken sözlerini şöyle tamamlar:

Şimdi hepinizden bana söz vermenizi istiyorum. Yaşamınız boyunca rehberiniz savaş ideolojilerini ve çıkarları peşinden koşanlar değil barış için mücadele edenler olsun. (s. 12)

Ulus gazetesi,
2 Eylül 1939.

Öğrenciler çok etkilenir, tüm sınıf ayağa kalkar ve tek tek söz vermeye başlar. Anlatıcı-kahraman daha çok etkilenmiştir bu durumdan ve ayağa hınçla kalkıp şu sözü söyler: “And içerim ki hep barış için yaşayacağım.”

İkinci Dünya Savaşı’nın korkunçluğu henüz ortaya çıkmamışken bu denli bir duygusallık, romanın kurgusu bakımından tartışmaya açık elbette. Kitabın ortalarında ya da sona yakın olmalıydı “Tanrı’nın Gözleri…” başlıklı bu ikinci bölüm. Ama öğretmen Rauf Bey’in etkili anlatımına, coşkusuna bağlamak da mümkün.

“Ve Tanrı İstifa Etti…” başlıklı ilk bölümde, Tanrı’nın olup bitenlere dayanamayıp kalemini kırarak istifa ettiği belirtiliyor. Savaşın korkunç boyutu, soykırım henüz ortada yokken Yaratıcı’nın böyle davranması da tartışmaya açık görülebilir.  Ama bu bölümün manifesto-bildiri niteliğinde olması, romanın tezinin önceden ima edilmesi metnin etkisini artırmaya yöneliktir. Karşımızdaki Tanrı’dır zaten, “Bir kenara çekip olacakları izlemeye koyuldu” denilmektedir.

Alman birlikleri  Varşova'da.
1 Eylül 1939.

İlk iki girişin, okuru daha baştan yönlendirmesi, etki altına alınması bakımından yerinde olduğu söylenebilir.

Benanlatıcı kahramanın adı roman boyunca geçmez. Mekân, Edirne’dir. Dede, nine, baba, ayrı yaşayan dayı. Anlatıcı, babasını şöyle tanıtıyor:

Eski diplomat, yeni gazeteci, saygın kişiliğinin nüfuzuyla (…). Cumhuriyet’in ilk yıllarında Fransa’da elçilik yapmış, kulağı kesik, iyi bir istihbaratçıydı babam. Bu bilgi kanalları sayesinde Edirne’nin yerel gazetesinde kolayca iş bulup gazeteciliğe geçiş yapabilmişti babam. (…) Ona büyük gazetelerden ve radyolardan da iş teklifi gelmesine rağmen artık gözden uzak, sakin bir yaşam sürme isteğiydi onu burada tutan. Evin geçimin sağlamaktan başka bir gayesi de yok gibiydi. (s. 14)

Bu kadar uzun alıntı yapmamın nedeni, romanın atmosferini en belirleyici ögenin, babanın işi olması. Alman-Nazi ordularının Balkanlardan Türkiye’ye saldırı olasılığı belirince, pek çok aile gibi onlar da içerilere göç edecekler, baba Erol Yorgancıoğlu da “elçilikler arasında iletişim ve istihbarattan sorumlu danışman olarak hariciye vekilliğinde” göreve başlayacaktır (s. 99). Ailenin ikinci mekânı Ankara’dır artık.

Ankara, Ulus Meydanı, 1938.

Bahçeli bir ev verilmiştir aileye, baba yüksek bir memuriyete getirilmiştir. Edirne’deyken onlara emanet edilen Ezra (Azra) adlı bir Yahudi kız da onlarla birliktedir. Ezra, anlatıcı-kahramandan üç yaş büyüktür. Avrupa’da ailesinden kopmuş olan bu kız Türk elçiliklerince korumaya alınmış, ülkeye getirilip bu aileye emanet edilmiştir. Almanların etkisiyle Türkiye’de de ırkçılık, Yahudi karşıtlığı geliştiği için Ezra adı baba Erol Bey tarafından Azra’ya çevrilmiştir… Bir süre sonra aşk başlar iki genç arasında, aslında anlatıcı-kahraman ona âşık olur, Ezra da karşılık verir bir bakıma. Bu durum Ankara’da da devam eder. Dayı Edirne’de kalmıştır ama aile yine beş kişiliktir: Dede, nine, baba, Azra, anlatıcı.

Savaşın getirdiği olumsuz ortam ülkede giderek ağırlaşır. Yokluk, karne günleri, öğrenci çatışmaları…

Deccal romanının arayüzleri

Bir metni arayüzleriyle okumak bizde pek bilinmemekle birlikte dünyada 90’lı yıllarda çıkmış, S. R. Johnson’ın Interface Culture (1997) kitabıyla gündeme oturmuş bir yöntem. Özgür Doğan’nın romanı bu yöntem için hayli uygun bence, hayli öge sunuyor bize.

“Arabirim” de denilen “arayüz (interface)”, aslında bilgisayar (internet, bilişim) kavramı. Bilgisayarın barındırdığı verilerin ulaşılabilir, okunabilir, anlaşılabilir olmasını sağlayan program, düzlem, aracılar toplamı. Sözlüklerde de şöyle tanımlanıyor: “Bilgisayar yazılımlarının kullanıcı tarafından çalıştırılmasını sağlaya, çeşitli resimlerin, grafiklerin, yazıların yer aldığı ön sayfa.” Kullanıcı ile bilgisayar arasında iletişimi sağlayan arayüz, günümüzde başta cep telefonlarından kol saatlerine kadar yayılmış durumda. Edebiyatta değil ama özellikle mimaride çok etkili kullanılan bir kavram.

Deccal romanı, dönemin sosyolojisini ve siyasal ortamını okumamızı sağlayacak arayüzler barındırıyor. Rauf öğretmenin dağıttığı fiziki ve siyasi haritalar sözgelimi. Bu iki haritanın anlamını ve ayrımını Rauf Bey’in sözlerinden okuyalım:

Birinci haritada dünyanın genel görünümüne yani Tanrı’nın onu yarattığı şekle baktınız. Sınırsız, ayrışmasız… İkinci harita da ise insanoğlu’nun yarattığı dünya var. Yaratıcı dünyayı hiçbir ayrım yapmaksızın, bir bütün olarak, parçalara bölmeden canlılara sunarken insan kendince bir şekil verip birbirinden ayırmıştır. Aralarına sınır koymuş, birleşmek yerine ayrışmayı seçmiştir. Tanrı bize dost olun diyerek barış içinde yaşamamızı öğütlerken bu ayrışmalar yüzünden insan birbirine düşman olmuş ve savaşmıştır. (…) Bu amaç için tarih boyunca milyonlarca canlının kanını akıtmaktan çekinmemiş, bu kanla övünmüştür. (s. 12)

Her iki olguyu da gören “Tanrı’nın Gözleri” (bölümün başlığıdır) Rauf Bey üzerinden dile geliyor. Ama Tanrı, İkinci Dünya Savaşı’ndaki vahşeti önceden anladığı için daha ileri gitmişti zaten:

Sonunda dayanamadı Tanrı.

Ve istifa edip kalemini kırdı. Bir kenara çekilip olacakları izlemeye koyuldu.

İşte her şey böyle başladı. (s. 8)

Böyle bir bilgibilimsel (epistemolojik) bakış romanda mutlak mı, romanın zeminin oluşturan ögelerden biri mi; yazarın dinbilgisel (teolojik) görüşü nasıl peki?.. Bu soruları sormamın nedeni, alıntıladığım yerin, romanın önsöz-bildiri nitelikli bölümünde yer alması.

İlerideki sayfalarda Tanrı sorunsalı ile karşılaşıyoruz. Azra’nın ana ve babasının Avrupa’da saklanma süreçleri, Romanya’da diğer kaçaklarla (Yahudi, Çingene vb.) birlikte kiraladıkları geminin İstanbul’a kadar gelip sahipsiz kalması, sonra Karadeniz’de batırılması (Ünlü Struma gemisi olayı, 24.12.1942. Savaşın ironisi işte, Almanlardan kaçan gemi Almanların sanılarak bir Sovyetler denizaltısı tarafından batırılmıştır.)... Azra, sık sık Tanrı tartışması yapar, Tanrı’ya isyanını dile getirir yer yer:

Tüm kutsal kitaplar iyilerin kazanacağını söylemez miydi? Ben şimdi Tanrı’yı sorguluyorum… Ona olan inancımı sorguluyorum… Hâlâ ona bağlı olup olmadığımı sorguluyorum… Sorguluyorum… Sorguluyor ve ağlıyordum… Ellerimi iki yana açıp kesik kesik onunla konuşmaya çalıştım:

Tanrı’m gerçekten var mısın? Varsan bize yardım et. Lütfen… (s. 159)

Sonunda yok sayar Tanrı’yı:

Beraberce Tanrı’yı ve onun savaşı sonlandıracak, bizi büyük kâbustan uyandıracak ulaşılmaz gücünü bekliyor ve arıyorduk. Yine aklımdan geçenleri okudu kendine gelince. Yıkadığı yüzünden sular damlalar hâlinde üstüne düşüyordu.

“Hiç bekleme” dedi umutsuz bir sesle. Yüzüme bile bakmadan “Tanrı diye bir şey yok. Sanırım Tanrı dediğimiz kavram bizlerin açıklayamadığımız durumlarda sığındığımız avuntu bahçesinden bahçe bir şey değil” diye tamamladı cümlesini. (s. 221)

“Tanrı” kavramıyla ilgili dönemin kimi ilginç durumları da yansıtılıyor romanda:

“Tanrı hepimizi sınıyor” diyerek durumu toparlamaya çalıştım. “Sonunda bir güç gönderecek. Belki de Tanrı’nın ordusu olacak o güç ve tüm savaş tutkunlarını temizleyecek. Diktatörlükleri, ayrımcılıkları, üstünlükleri kaldıracak. Savaşı bitiren büyük bir savaş, barışı getiren bir savaş ile…”

Alaycı baktı bir an. Cahilliğimi küçümsedi. O ne kadar bilgeydi ki.

“Bunca suçsuz insan öldükten sonra öyle mi?” diyerek sivriltti gözlerini. O kara kuru kız dikleniyordu bana. (s. 223)

Tanrı, sonunda yeryüzüne inecek, ironik biçimde Sovyetler Birliğinin Kızıl Ordusu “Tanrı’nın ordusu” olarak Almanları önce püskürtecek, sonra bozguna uğratacaktır. Romanda bir bölümün adı da “Tanrı’nın Kılıcı…”dır (s. 261). Ankara halkıdır bu adlandırmayı yapan. Halk başka adlandırmalar da yapacaktır: “Stalin’in organı”. Örtmece olarak düşünelim “organ” sözcüğünü; halk doğrudan, argo olarak söylemektedir bu sözü. Kitabın bir bölümünün de adıdır bu örtmece (s. 220). “Stalin’in organı” adlandırmasını, özellikle alt tabaka kültürünün, dolayısıyla halkın psikolojisinin ve yaratıcı zihninin, ayrıca dildeki eğretilemelerin (metaforların) göstergesi, giderek arayüzü biçiminde de değerlendirebiliriz.

Bir başka arayüz, kitabın adında da geçen Deccal sözcüğü. Dinsel terminolojide ve kültürde önemli bir yere sahip Deccal kavramı, milattan önceki yüzyıllardan günümüze hemen her dinde ve kültürde görülegelmektedir. Bu kavramı kimileri Babil mitolojisine kadar götürür. Kıyamet yaklaştığında dünyaya inerek kimi olağanüstü olaylar gösterecek, ilahlık ilan ederek insanları yanlışlara sürükleyecek kişi yahut varlık olarak tanımlanan Deccal, Mesih (Mehdi) tarafından yok edilecektir. İyilik-kötülük düalizmini, diyalektiğini ve mücadelesini yansıtan bu iki kavram, hemen her dönemde dinsel ve politik olarak kullanılmıştır. Sözgelimi Hıristiyanlar Müslümanları, günümüzde ise her dinden kimi tarikat çevreleri diğer dinlerden olanları Deccal ilan etmektedir… Ö. Doğan, kavrama özgün bir anlam yüklemekte, tüm insanları (insanlığı) Deccal olarak ilan etmektedir: “Çünkü Deccal İnsanoğlunun Ta Kendiydi.”

Yazarın bu paradigma değişikliğinin daha ilginci, kavramı tersine çeviren Nietzsche’de görülür (“Deccal: İnsanlığa Lanet”, 1895). Nietzsche’nin “Hıristiyanlığın eleştirel denemesi” olarak yazdığı kitabındaki Deccal, İsa’dan sonra bozulmuş olan Hıristiyanlığın yalanlarıyla, onu çöküşe götüren değerleriyle savaşan kimsedir. Nietzsche, bu kitabı yazmadan önce de “Tanrı’nın ölümü”nü ilan etmişti. Onun için yeryüzü, insanlık kötülüklere boğulmuş durumdadır. Deccal kavramına karşıt konum yüklemekle birlikte Ö. Doğan ile Nietzsche arasındaki ortak yan, her ikisinin de insanlığı kötülüğe boğulmuş olarak görmesi.

İsmet İnönü, 1941.

Karşı duruş, hesaplaşma diyemeyiz ama Tanrı izleği, belki alt katman olarak teolojik zemin Özgür Doğan’da baştan beri var. İlk romanının adı Şeytanla Randevu, ikinci romanı Tanrı’yla Fısıldaşma, dördüncü romanı Çünkü Deccal İnsanoğlunun Ta Kendiydi. Üçüncü romanı Sevgili Katilim de dolaylı biçimde metafizikle ilgili. Bu roman, polisiye olmakla birlikte, M.Ö. 1500’lü yıllardan 2000’lere bir biçimde “hep var olan”- “hep yok olan” “yeryüzünün lanetli kavmi” Habarlar gizli alt katmanına dayandırılmış.

“Paşa Hazretleri”nin (İsmet İnönü), tüm gün Ulus’ta ve Kızılay’da atıyla gezip durması (s.13-14), bizim 40’lı yılların Ankara’sıyla temas kurma noktamızı (arayüz) oluşturuyor. O yılların Edirne ve özellikle Ankara’sının sosyolojik ve politik ortamı canlanıyor kafamızda. Yokluk, kıtlık, savaşın getirdiği fırsatçılık, casusluk… Kuşkusuz arayüzler, kullanıcının beceri ve bilgisiyle de ilgili. Eğer bu arayüzü anlamayı, kullanmayı bilmiyorsak, metnin bu tür yerleri bizim için çok da anlamlı olmaz, bizi bir başka bağlama taşımaz.

“Cumhuriyet Hükümeti” ve Nazi soykırımı

Romandaki en önemli arayüzlerden biri de bence “Cumhuriyet Hükümeti” ifadesi. Osmanlı İstanbul’undaki “Meclis-i Vükela” (Kabine) karşısında “cumhuriyet”, dolayısıyla “cumhur (ahali, halk)” kavramını içermesi, saltanat ve meşrutiyet karşıtlığını yansıtması bakımından anlamlı elbette. Anlaşıldığı kadarıyla, “Cumhuriyet Hükümeti” terimi, 50’li yıllardan başlayarak gündelik dilden büyük ölçüde düşüyor, günümüzde ise ancak resmi dilde ve çok sınırlı biçimde kullanılıyor. Romanda sık sık kullanılan bu terim, okurun, dönemin sosyolojik-politik dünyasıyla temas yeri, dolayısıyla arayüzü… Ankara’daki o zamanki bir kitaplığın adı da “Cumhuriyet Kitaplığı”.

Von Papen, Roma, 1933.

Cumhuriyet Hükümeti, Von Papen’i çağırıp Türk pasaportlu Yahudilere karşı hassas olunması konusunda Alman Hükmetine nota veriyor. Hükümet bununla kalmıyor; Avrupa’nın değişik yerlerindeki özellikle Yahudilere pasaport vererek onları koruma altına almaya çalışıyor. Bu ailelerden bir biçimde kopan çocukları elçilikler yoluyla Türkiye’ye kaçırıyor hatta. Baba Erol Yorgancıoğlu’nun, arkadaşı Behiç Bey’e yazdığı mektuplardan birine bakalım şimdi (s. 23-24):

Aziz dostum, pek muhterem arkadaşım Behiç.
(…)
Aziz dostum, Macaristan’daki görevinizden ayrılarak Fransa’ya tayin olduğunuz bilgisini memnuniyetle karşılamış bulunmaktayım. (…)

Diğer mevzu bahsine gelecek olursak Alman ordularının ele geçirdiği topraklarda bazı ırktan gelen insanların izzeti nefislerine tecavüze varan davranışlarda bulunduklarının şiddetli izleri olduğunu belirtmişsiniz. Bu vesileyle ulaşabildiğiniz Yahudi, Çingene ve Nazizim karşıtı harp mağdurlarının tahliyesi ile ilgilenmekte olduğunuzu öğrenmiş bulunmaktayım. Bu nazarda yeni görev yeriniz Fransa’nın harbin merkezi olması olasılığıyla benden kimi çocukların Cumhuriyet topraklarımıza tahliyesine yazdımımı istemektesiniz. Bittabiki size bu konuda tabi olmak benim için bir şereftir. En süratli vakitte çocuklarımızı sığındırabileceğimiz yerler bulmaya başlamakla bahtiyar olacağım. (…) (Alt çizgi bana ait. N. Uğur)

Aziz kulunuz Erol Yongacıoğlu

16-17 yaşlarında Azra işte bu kızlardan biridir. Asıl adı Ezra olan bu Yahudi kızın Edirne’ye geliş sürecinin bir bölümü de şöyledir:

Sonradan anladım bu adamın [Zakir Bey ] Macaristan’dan Fransa’ya, Fransa’dan da yurda geliş sürecinde Azra’yı kollayan, ona yoldaşlık eden, yolculuğunun güvenliğini sağlayan kişi olduğunu. Aylarca beraber saklanıp gece yarıları uzun yürüyüşler, hayvan vagonlarında tren yolculukları yaptıklarını… (s. 59)

Azra, Edirne’de değil ama Ankara’da kimi sıkıntılar yaşayacak, aile onun yüzünden tehditler alacak, anlatıcı-kahraman onun yüzünden dayak yiyecektir. Alman casusları tarafından kaçırılıp işkence bile görecektir Azra. Ailesinin başına gelenleri daha önce belirtmiştim; Azra’nın sonunun nasıl olduğunu, kitabı okuyanların merakını gidermemek için vermiyorum.

İkinci Dünya Savaşını ülkemiz doğrudan yaşamamış ama savaş nedeniyle ekonomik sıkıntılara düşmüştür. O günlerdeki yokluk, ekmek karneleri gibi durumlar muhafazakâr, mlliyetçi kimi kesimler tarafından, o dönem üzerinden CHP, hatta Cumhuriyet eleştirisi için yıllarca kullanıldı. Neredeyse çeyrek yüzyıla yaklaşan AKP bunun ekmeğini yedi, yemeye devam ediyor.

Anlatıcı-kahramanın ailesi, devletin yüksek bürakratı babasına rağmen halkla hemen hemen aynı sıkıntıyı çekiyor. Yazarın, tavrını, bu durum üzerinden, dönemin Cumhuriyet yönetimi tarafından yana koyuyor. Savaş fırsatçısı dayısı bile hapse düşüyor.

Bu dönemle ilgili ayrıntılı bilgim yok. Özgür Doğan belli ki çok iyi bir araştırma yapmış, dönemin atmosferini yansıtmada bence çok başarılı. Dönemin öyküsünü aşk öyküsü ile iç içe vermedeki başarısı da dikkat çekici.

Hz. Îsâ’nın deccâli öldürmesini tasvir eden bir minyatür (Terceme-i Cifrü’l-câmi‘, İÜ Ktp., TY, nr. 6624, vr. 98b)

“İnsanoğlu”nun Deccal’e dönüşmesi, bu durum karşısında Tanrı’nın kalemini kırıp istifa etmesi gibi olgular çok sert, çok keskin. Kimi önemli sıkıntılara düşmekle birlikte savaşın korkunç sonuçlarını yaşamayan ülkemiz ve toplumumuz bağlamında bu sert, keskin durumları anlatmak elbette mümkün olmazdı. Roman, diğer ülkelerin yaşadığı durumları da ancak gazete, radyo haberleri aracılığıyla veriyor. Öyleyse Deccal’in, “insanoğlunun ta kendisi” hâline gelmesi olgusunu nasıl, kitabına ad yapacak kadar anlatabilirdi? Yazar bunun yolunu, savaş “çevre etkisi” sonucu halkın yokluk, kıtlık çekmesi, ama temelde Azra’nın yaşadıklarını  anlatarak buluyor.

Azra ve savaşın bitiş tarihi (İlişkiyi okura bırakıyorum; bence romanın belli belirsiz, silik ilk bitişi burası), anlatıcı-kahramanın daha sonra düştüğü durum, zamanın 63 yıl âdeta durmuş olması ve metnin kesin sonu. Kurgunun bu bölümü, romanın temel izleğinin bizdeki etkisini katlıyor. Savaş bitmiş; Deccal, Müttefik Devletler (İngiltere, ABD ve halkın bir ara Mehdi-Mesih olarak gördüğü Sovyetler Birliği) tarafından yenilgiye uğratılmış. Ama öykü, olay zinciri devam ediyor sessiz, âdeta yaşanmamış biçimde. Olup biteni kimin, dolaylı da olsa ne zaman anlattığını çözüyoruz sonunda. Eksik olan, nasıl ve hangi araç ya da yolla anlattığı.

Kitabı ödül veren belediyenin basmış olması çok önemli teknik aksamalara, biçim sorunlarına yol açmış (amatörlük). Okumayı sık sık duraklatıyor, dikkatı bazen dağıtıyor, konu-izleğin etkisini azaltıyor. Bu sorunlar (daha önce belirttiğim kimi sıkıntılarla birlikte) yeni baskısında umarım giderilir.

Çünkü Deccal İnsanoğlunun Ta Kendiydi, önemli bir roman. Özgün konusu, tezi, arayüzleri, başarılı anlatımıyla edebiyatımızda yerini almıştır. Çevrilmesi durumunda yurtdışında da çok ilgi görecektir Özgür Doğan’ın bu romanı.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Çünkü Deccal İnsanoğlunun Ta Kendiydi

Önceki Yazı

KRİTİK

Tek Kişilik Ölüm

“Tek Kişilik Ölüm tarihsel bir kesitin bütünsel gerçeğini sosyal ilişkileriyle verirken bir özeleştiri mekanizmasını roman kahramanları üzerinden işlevsel kılıyor. Kahramanların pek bol olduğu bir roman olmasa da, Türkiye sol tarihinde adları yer alan insanların olay örgüleri içinde sıkça anlatıldığı bir kitap.”

AZİZ ŞEKER

Sonraki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 39

Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Bir Kumpas Davasının Anatomisi / Kaç ya da Kal / Ömürlük Yaslar / Sana Ait Bir Şey / Sanatın Yolculukları / Süt Lekesi / Turuncunun Kıvamı / Ve Sinem 4 / Yaz Köpekleri / Yüzü Kelebeklerle Örtülü

K24
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist