Cumhuriyetin Kuruluş Savaşları ve alternatif tarihyazımı:
Hakan Özoğlu ile söyleşi
“Günümüzde Şeyh Said İsyanı’na ve Takrir-i Sükûn yasasına pek çok atıf yapılmasına rağmen bunun detaylı bir çalışması yapılıp çıkan kanunlarla Cumhuriyet devrimlerinin zamanlaması pek de eşleştirilememiştir. Bu kitapta yapmaya çalıştığım tarihi yeniden yazmak değil ama okuyucuyu gelişen olaylara daha değişik bir açıdan bakmaya davet etmektir.”
Celal Esat Arseven’in “Mustafa Kemal Atatürk meclis kürsüsünde” tablosu (solda), Refik Epikman’ın “Mustafa Kemal Atatürk meclis balkonunda” tablosu (sağda).
Tarihçi Hakan Özoğlu ile son çalışması Cumhuriyet’in Kuruluş Savaşları üzerinden erken Cumhuriyet dönemindeki iktidar-muhalefet ilişkilerini, bugüne yansımalarını ve alternatif tarihyazımını konuştuk.
Cumhuriyet’in Kuruluş Savaşları, erken Cumhuriyet dönemindeki üç önemli olay üzerinden iktidar-muhalefet ilişkilerini ele alıyor: 150’likler olayı, Şeyh Said İsyanı’nın ardından Takrir-i Sükûn’un çıkarılması ve İzmir Suikastı davaları. Kitabı okumamış okurlarımız için sorayım: Niçin bu üç olay üzerinden bir inceleme yapmak istediniz?
Bu üç olay Cumhuriyet tarihinde iktidarların kendilerini yerleştirdikten sonraki safha olan muhalefeti ortadan kaldırma girişimlerini ortaya koyması açısından önemli ve sembolik bir özelliğe sahip. Ben alt başlık olarak bunları Ankara’ya muhalefet, Ankara’da muhalefet ve genelde muhalefet olarak sınıflandırdım. 150’likler olayı Ankara’da yeni kurulan meclisin İstanbul’daki rakiplerini ortadan kaldırma girişimi olarak görülebilir, fakat aslında Ankara Meclisi’nin gizli tutanaklarına bakıldığında burada biraz da iç hesaplaşma ve kişisel kinlerin de rol oynadığı görülebilir. Yine de genel hedef, hanedan ve çevresi yurtdışına gönderildikten sonra geriye kalan ve yeni rejime tehdit olabileceği düşünülen kişilerin Lozan Antlaşması’nda öngörülen genel aftan yararlanamayıp sürgüne gönderilmesi…
Şeyh Said Olayı ve ardından ortaya çıkan Takrir-i Sükûn ise aslında rejime tehdit olarak gösterilen bir Kürt/İslamcı ayaklanmasından çok, Ankara’da yeni kurulan ve içinde Kurtuluş Savaşı’nın önemli isimlerini barındıran bir siyasi partiyi ve onun yanında geniş bir entelektüel kesimi susturmayı amaçlayan bir olgudur. Günümüzde Şeyh Said İsyanı’na ve Takrir-i Sükûn yasasına pek çok atıf yapılmasına rağmen bunun detaylı bir çalışması yapılıp çıkan kanunlarla Cumhuriyet devrimlerinin zamanlaması pek de eşleştirilememiştir. Bu bölüm sanıyorum o açıdan okuyucunun ilgisini çekecektir.
İzmir Suikastı ise bu gelişmelerin bir devamı olarak siyasi ve entelektüel muhalefeti tamamen ortadan kaldırmakla sonuçlanmıştır. Bu bölümde bazı önemli ama suikastla ilgisi olmayan kişi idam edilmiş ve mecliste de tamamen bir suskunluk hâkim olmuştur. Öyle ki, çıkan yasaların neredeyse tamamı ya hiç görüşülmeden ya da formalite icabı çok kısa görüşmelerle ve oybirliğiyle kabul edilmiştir. Bu kitapta yapmaya çalıştığım tarihi yeniden yazmak değil ama okuyucuyu gelişen olaylara daha değişik bir açıdan bakmaya davet etmektir. Kitabın tamamen belgelere dayalı olması sonuçların kesin olduğu anlamına gelmez. Okuyucuyu bilmediğimiz ve belki de hiç bilemeyeceğimiz pek çok ayrıntı konusunda tümden kabul yerine, “acaba” sorusunu sorabilmeye davet etmektir amacım.
Kitap tamamen bu sava oturmuyor elbette, fakat bir iki yerde değiniyorsunuz; geçmişteki iktidar-muhalefet ilişkilerinin düşmanca bir denklemde ele alınmasının bugünkü rejimin karakterine etki ettiği savı. Ancak şunu düşündüm, tarihte büyük devrimlerin pek çoğunda muhalefetin terörize edildiği bir dönem oluyor, ancak bu durum yıllar boyu böyle devam etmiyor. Bu konuda neler söylersiniz?
Bu soru aklıma sanıyorum Neyzen Tevfik’in bir dizesini getirdi. “Name yine o name, sazlarda tel değişti / yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti.” Dünya tarihinde bütün iktidar-muhalefet ilişkileri gergin olmuştur. İktidarı elinde bulunduran kesim, güçlerini daha da genişletmeye ve eğer yol bulurlarsa bunu otokratlığa kadar götürmüştür. Şimdi tek tek isim saymaya gerek görmüyorum ama mesela Hitler Almanyası veya Napolyon Fransası bu sava güzel örnek olabilir. Ya da Sultan Abdülhamit’in istemeyerek açtığı ama yine kendi otoritesine muhalefet olarak görüp iki yıl sonra kapattığı Osmanlı Meclisi’ni düşünebilirsiniz. Buna ancak dengeli kurulmuş politik sistemler engel olabilir. Fakat gücü paylaşmak istemeyen yöneticilerin sistemi daha adil bir hale getirmek gibi arzuları hiç olmamıştır. Bu ancak iç dengelerin dış baskılarla desteklenerek güç dağılımına izin vermesiyle oluşabilir. Tanzimat Fermanı mesela… Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde benim bu kitapta gösterdiğim gibi, muhalefet yeni politik sistemin kurulmasına faydası olamadan yok edildi. Bu o zaman için gerekliydi belki, yeni rejimi oturtmak için, fakat bir Batı dünyası sistemi, Doğu dünyasına özgü yöntemlerle yerleştirilmek istendi. Bu da yeni düzende pek çok sistemsel zayıflıkların doğmasına sebep oldu. Daha sonra, dünyadaki gelişmelerden dolayı çok partili sisteme geçilmesine rağmen, yani dış etmen zorlaması, ortaya çıkan muhalefet ancak, Mete Tunçay’ın dediği gibi, “güdümlü bir muhalefet” olabildi. Onların da amacı politik sistemi daha adil bir hale getirmek değil, kendilerinin iktidara gelmesini sağlamak oldu. Böylece hükümet etme yetkisini ve zırhını üzerine giyen yönetimler hep kendi yönetimlerinin devamı yönünde otokrasiye varabilecek yönde ilerlediler. Burada iktidarlar kadar muhalefetler de ihmalkâr ve suçlu bence. Bu fasit dairenin hâlâ devam etmesinde en büyük etken, iktidar ve muhalefetin yer değiştirseler dahi sistemi daha adil bir hale getirme kaygılarının bulunmaması. Bu kendini tekrar eden bir fasit daire maalesef.
Temelde aslında “güç ilişkilerini” ele alıyorsunuz. Bu tema üzerinden herhangi bir kuramsal çerçeveye dayanma gerekliliği duymamanızın nedeni nedir? Ya da çalışmanız bir kuramsal çerçeve oluşturmanın öncülü sayılabilir mi?
Kürtler üzerinde olan ilk kitabımda teoriye oldukça yer ayırmıştım. Bu kitabı daha geniş okuyucu kitlesine ulaştırmak istediğim için politik veya sosyolojik teorilere oturtmayı istemedim. Eminim bu kitaptaki bulgular sosyologların oldukça işine yarar. Fakat benim genel amacım, Türkiye çalışmaları üzerine kafa yoran daha geniş okuyucu kitlesini erken Cumhuriyet’teki güç mücadelesi temelinde tarihi yeniden düşünmeye davet etmekti. Cumhuriyet’in ilanı, gelişmesi ve devrimlerin topluma kabul ettirilmesi aşamalarında bu güç kavgasının rolü neydi? Bunlar daha önce çizilmiş bir yol haritasının ustaca tatbiki miydi yoksa yeni rejimin yönü el yordamıyla mı bulundu? Buna kesin bir cevap vermiyorum, sadece okuyucuyu alternatif şekilde düşünmeye davet ediyorum. Bu çalışmanın bir kuramsal çerçeve oluşturmaya öncül olması çok iddialı olur. Ama iktidar-muhalefet ilişkisi teorisyenlerine bir kaynak olabilir tabii ki.
Yeni rejimin prensiplerinin bu mücadeleler ışığında belirlendiğini, şekillendiğini anlatıyorsunuz. Fakat öte yandan Mustafa Kemal’in Cumhuriyet öncesi dönemde yeni siyasal rejime ilişkin bir perspektifi olduğuna ilişkin birtakım tanıklıklar, anlatılar var. Bu iki olguyu yan yana düşününce neler söylersiniz bize? Acaba Mustafa Kemal’in Cumhuriyet öncesinde çizdiği çerçevenin sınırları nasıldı?
Cumhuriyet fikrinin Tanzimat ile birlikte Osmanlı aydınları tarafından tartışılmaya başlandığını biliyoruz. Ama ne Genç Osmanlı ne de Jön Türklük dönemlerinde meşrutiyete alternatif bir siyasi ideoloji olarak kayda değer bir ilerleme kaydetmemiştir. Peki ne oldu da Mustafa Kemal ve arkadaşları yeni rejimin yönünü Cumhuriyet olarak belirlediler. Bu soruya cevap verirken ilk bakmamız gereken şey zamanlama olmalıdır. I. Dünya Savaşı kaybedildikten ve İstanbul işgal edildikten sonra artık hanedana güven önceki dönemlere oranla oldukça azalmıştı. İmparatorluğun bir çöküş içinde olduğu artık bütün kesimlerce görülmeye başlandı. Dikkat edilirse Cumhuriyet fikrinin yeni bir rejim alternatifi olması fikri Sultan Vahdettin’in kaçmasından biraz önce ivme kazanmıştır.
Mustafa Kemal’in Cumhuriyet fikrine yakın olduğunu biliyoruz ama Sultan Vahdettin kaçmasaydı ve Ankara Hükümeti’nden yana tavır koysaydı yine kafasındaki Cumhuriyet fikrinde ısrar eder miydi, bunu bilmiyoruz. Bunun tersine, yani acaba Mustafa Kemal Atatürk kafasında uzun zaman önce tasarladığı bir fikri gerçekleştirmek için mi kimi zaman takiye yaptı yoksa gelişen olaylar mı onu Cumhuriyet’in ilanına yöneltti, kesin bilemiyoruz. Ben kitapta ikinci seçeneğin de göz ardı edilmemesi tavsiyesinde bulunuyorum sadece. Sizin bahsettiğiniz tanıklıklar ve anlatılar bunları anı olarak Cumhuriyet ilan edildikten ve rejim yerleştikten sonra yazmışlardır. Yani anı kitapları her ne kadar birincil kaynaklar sayılsa da, güvenilirlikleri her zaman tartışılagelmiştir tarih disiplininde.
Bununla birlikte biliyoruz ki, Ankara Hükümeti, İstanbul temsilcileriyle gizli toplantılar yapmış ve padişahın Ankara’yı tanımasını ve bakan atama gibi yetkilerinden bazılarını Ankara Hükümeti’ne devretmelerini istemiştir. Eğer bu istek kabul görseydi acaba milli hükümet Cumhuriyet rejiminde ısrar eder miydi? Benim bu konuda şüphelerim var.
Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in önündeki tek seçenekti diyorsunuz. Meşruti monarşi onun için daha kolay olmaz mıydı? Acaba bu seçeneği neden eledi?
Osmanlı ailesi 600 yıllık geçmişiyle tarihte hüküm süren en uzun soluklu hanedanlardan biridir. Onu başka bir hanedanla değiştirmenin meşruiyeti çok sıkıntı yaratırdı. Atatürk’ün kendisini padişah ilan etmesi de pek çok problemi beraberinde getirirdi. Kaldı ki dünyadaki eğilim de I. Dünya Savaşı’ndan sonra meşruti rejimlerin yıkılması yönündeydi. Aslına bakarsanız, zaten Cumhuriyet’in ilk yıllarının meşruti bile değil, mutlak monarşi gibi yönetildiğini görebilirsiniz. İkinci dönemden ve özellikle Şeyh Said İsyanı’ndan itibaren meclisin Cumhurbaşkanı’na muhalefet etmesi söz konusu değildi. Yani işleyişte mutlak monarşi gibi bir sistemdi. O günün şartlarında bu gerekliydi tartışmasına girmek istemiyorum, amacım yargılamak değil, sadece bir saptamada bulunmak. Benzer bir idari yapıyı günümüzde de görmek mümkün. Bu da akla acaba kendini tekrar eden bir devinimin olup olmadığı sorusunu getiriyor.
Kitapta beni çok şaşırtan ve ilgimi çeken kısım 150’likleri ele aldığınız bölümdü. Bu isimlerin akıbetini de tek tek anlatıyorsunuz. Görüyoruz ki pek çoğu sürgündeyken Ankara Hükümeti lehine faaliyetlerde bulunuyor. Yani aslında bu isimlerin rejimle bir dertleri olmadığı, birtakım kişisel rekabete, kıskançlıklara kurban gittikleri söylenebilir mi?
Pek çoğu için söylenebilir. Bu insanların bazılarının okuma yazması bile yok. Yani rejime tehdit oluşturma potansiyelleri çok düşük. Buna karşın mesela Bedirhan ailesinin fertleri gibi Kürt liderler, ki Osmanlı’ya karşı ayaklanmışlardı, bu listenin içinde yer almıyordu. Yani bu liste hazırlanırken kişisel husumetlerin ön planda olduğu ve rejim aleyhtarlığı korkusunun ikinci ve hatta sonraki sıralarda olduğu rahatça düşünülebilir. Bildiğiniz gibi, bazıları Ankara lehine casusluk yapıp sürgündeki öteki kişileri rapor bile etmiştir.
Önceki Yazı
Bir şehrin tini
“...Yok-varlık hatırlamazsa Rayber, Rayber hatırlamazsa yok-varlık, o da hatırlamazsa dağlar taşlar, uçan kuşlar hatırlıyor, tüyler, zerrecikler hatırlıyor. İstemsiz görüntüler, istemsiz bir hafızaya dönüşüyor; delirmiş bir zihinden çıkan sözlerin kılavuzluğunda bir şehir kendini anlatıyor sanki.”
Sonraki Yazı
Okumayı sevdiren kitaplar
Henüz okuma yaşına gelmemiş çocuklara da okumayı sevdirebilen, ilkokul çağındaki çocukları mesteden kitaplardan küçük bir derleme: Kar Tanesi / Büyük Sözcük Fabrikası / Dostum Benim / Tuhaflar Kulübü / Raoul Taburun / Şövalye Çocuk / İmdat, Öğretmenim Havalandı / Çukurlar / Bir Sineğin Biyografisi / Köpekbalığı Dişleri