Çocuk kitabına ‘tercüme edilmiş’ bir şiir:
Kendini yazdıran Mokadikko
"Çocuğa herhangi bir şey öğretme kaygısı taşımayan kitaplar, salt estetik ya da felsefi bir deneyim sunabiliyor. Böylece okuma eylemi bir tür özgürleşmeye dönüşüyor.”
Zeynep Köylü, Gürçim Yılmaz
Zeynep, madem şairsin, şairler bunu açıklasın: Maveraünnehir nereye dökülür? Devletin ve tabiatın sorduğu yanlış sorunun bir cevabı var mı?
Mokadikko demek istiyorum.
Öncelikle “Mokadikko” şiirinin nasıl doğduğunu anlatarak başlayalım istersen. Çünkü hikâyesini öğrendiğimde çok etkilenmiştim. Büyü gibi bir sözcüktü.
Mokadikko kelimesi bir rüyadan geldi, hem de başkasının rüyasından. Bir sabah erken saatte çocukluk arkadaşımdan bir mesaj aldım: Rüyasında beni görmüş. Bir deniz kıyısında, ayaklarım kum ve çamur içinde, ardımda izler bırakarak yürüyormuşum. Sonra aydınlık bir mekâna varmışım. Orada simetrik şekillerin üzerinde “moka” ve “dikko” yazılıymış. Şekiller adeta kil tabletleri andırıyormuş. Kelimeler yana yana, bitişik durdukları için onları tek bir kelime olarak okumuş: “Mokadikko.” Rüyanın büyülü atmosferi ve kelimenin anlamını bilmediğim vahşi doğası o anda içimden bir titreşim gibi geçti. Sanırım şiirin tohumu o anda fark etmeden atıldı. Aylar sonra da aynı adı taşıyan şiiri yazdım. Ama ben yine de, “Şiiri ben yazdım” demektense, “Mokadikko kendini yazdırdı” demeyi tercih ediyorum. Nereden geldiğini bilmesek de, adeta bu dünyaya düşmek istedi. Peki, senin bu kelimeyle karşılaşman nasıldı? Bir keresinde bana, “Mokadikko şiirini bir çocuk kitabı olarak tasarlamaya ne dersin?” diye sormuştun. Bu fikir sende nasıl doğdu?
İşin ilginç tarafı, ben de bu fikrin bana gelişini hatırlamıyorum. Oğlum Kuzgun, hatırlarsan, henüz bebekti. Ben de anneliğin ilk zamanlarına özgü bir pusun içindeydim; bu pus kısmen uykusuzluk ve yorgunlukla, kısmen de tuhaf bir hayvan ile insan arasında oluş haliyle ilgiliydi. Etrafımız çocuk kitaplarıyla sarılıydı; sevdiğimiz ve sevmediğimiz hikâyeler, masallar üzerine konuşuyorduk. Kuzgun da o sırada dile yeni giriyor, dille dilsizlik arasındaki o arafta salınıyordu. Böylece Mokadikko’ya uygun bir yuva oluştu sanırım, o da gelip buraya yerleşti. Bebeklerin dile geçerken geliştirdikleri, kendilerine ait o özel sözcüklerin zamanındaydık. Mokadikko, pekâlâ bir bebeğin dile geçmeye çalışırken icat ettiği bir sözcük de olabilirdi. Çocuğun dile geçişinde hem bir sevinç hem de bir hüzün vardır anne için. Bebek anneyle tamamen bedensel olan iletişiminden yavaş yavaş çıkmaya başlar, ayrılık bir kere daha buradan gerçekleşir. Ama bir yandan da dil düzleminde anne-babanın dünyasına adım atar.
Bu söylediklerin bana Ingeborg Bachmann’ın “Her Şey” öyküsünü hatırlattı. Orada Bachmann aslında her şeyin dönüp dolaşıp bir dil meselesi olduğunu gösterir. Dil yalnızca kelimelerden ibaret değildir; değerleri, duyguları, inançları da taşır. Öykünün anlatıcısı, doğacak çocuğuna kendi dilini öğretmek istemez. Zira ona dili öğretmek, aynı zamanda ona bir dünya öğretmektir; nesneleri adlandırmak, iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı göstermek, gerçek’le “gerçek gibi görünen” arasında hiyerarşiler kurmaktır. Derken aklına zor sorular üşüşür: Nesnelerin adlarını çocuktan saklamak mümkün müdür? Ona dünyayı çırılçıplak, isimsiz ve anlamsız bırakmak gerekmez mi? Onu kendi yetişkin duyarlığına hapsedip benzer şekilde inanan, seven, korkan, üzülen biri haline getirmek doğru mudur? Tam burada içinde başka bir arzu belirir: Çocuğuna taşların, yaprakların, suların dilini öğretmek. Onu var olan dile değil, belki de henüz var olmayan bir dile açmak. Ama bunun kolay olmadığını da bilir. Çünkü her birey, kaçınılmaz olarak bir “ayna evresi”nden geçerek dile ve benliğe yazılır ve dilin sınırlarının içine çekilir. Ben de her zaman bu sınırları dert edindim. “Mokadikko” şiiri tam da bu nedenle, “Anlamını bildiniz de ne oldu bütün kelimelerin?” diye sorar. Şiirdeki “mokadikko” anlamdan arınmış bir kelime gibi görünse de, aslında başka bir sesin, başka bir imkânın yankısını taşır. “Yeni bir dil” arayışı, aynı zamanda bizi sınırlayan kalıplardan, ezberlenmiş duygulanımlardan, yerleşik değerlerden sıyrılarak başka bir dili başka bir dünyayı çağırma çabasıdır. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Şiirin derdi, bir nevi kitabın da derdi oldu, değil mi? Mokadikko, Kuzgun’un diline tüm anlamlardan azade gelip yerleşti.

Evet, hikâyede Mokadikko, kahramanımız Kuzgun’a bir sabah belirsiz bir yerden gelerek, tabiri caizse, “musallat” olur. Bu sözcük annesinin, okulunun, yetişkinlerin dünyasına ait değildir; etrafını saran dünyada da bir karşılığı yoktur. Kuzgun sözcükten ne kadar kurtulmaya çalışırsa çalışsın, sözcük ona doğa üzerinden bir şekilde geri döner. Doğa ile kültür arasında bir yerde kalmış bu sözcüğün kendi failliği vardır; kendini dile getirmek ister. Hikâyenin sonunda ise bu sözcüğün adeta büyü gibi büyük bir etki yarattığını ve bir şeyleri dönüştürdüğünü görürüz. Bu dönüşümü mevcut dil üzerinden tanımlamak elbette mümkün değil. Bana göre çocukların dili şiire çok daha yakın ve yatkın. Çocukların “saf”lığı üzerine kitsch bir romantizmden bahsetmiyorum; buna ne kadar tahammül edemediğimi sen de bilirsin. Ama bizde eğitim ve okumayla birlikte dilin yaratıcı potansiyeli büyük oranda iğdiş ediliyor. Anlamın çocuklar için yaratılan pek çok metinde boca edilme şekli neredeyse estetik bir şiddet seviyesinde. Hikâyede okul o yüzden önemli bir mekân; dilin ve anlamın mabedi gibi. Hatırlarsan biz bu hikâyeyi yazdıktan sonra, “Acaba Mokadikko farklı bir dilde bir anlam sistemi içinde yer alıyor mu?” diye araştırmıştık. Sonra da çok ilginç ve yerinde bir şeyle karşılaştık: “Mocha Dick” – bir türlü yakalanamayan anlam! Yakalanamadığı için de, anlam olamıyor aslında.
Evet, ne kadar heyecanlanmıştık! Meğer Mocha Dick, beyaz bir ispermeçet balinasıymış. İlk kez 19. yüzyılın başında, Güney Pasifik’te denizciler görmüş onu. Yıllar sonra bu hikâye yazıya geçirilmiş ve edebiyat dünyasına girmiş. Hermann Melville’in o çok sevdiğimiz Moby Dick adlı romanının bu hikâyeden esinlendiği söyleniyor. Kaptan Ahab ile Moby Dick arasındaki ilişki birçok açıdan okunup yorumlanabileceği gibi, ele geçirilemeyen anlam açısından da okunabilir. Ben bu düşünceye Deleuze’ün düşünsel perspektifiyle bakmayı tercih ediyorum. Moby Dick anlamın değil, yoğunluğun taşıyıcısıdır. Ona yüklenen sembollerin ya da yorumların ötesinde, yönsüz ve tanımsız bir oluşun varlığıdır. Mokadikko’nun da tıpkı Moby Dick’teki beyaz balina gibi, anlamın ötesinde bir yoğunluk ve tekillik taşıdığını düşünüyorum. Yani onun değeri, tanımlanabilir bir anlamdan çok, yarattığı etkide, uyandırdığı titreşimde yatar. Hikâyede Kuzgun’un okula giderken gün içinde yaptıkları –örneğin taşların üzerine “mokadikko” yazıp onları bir ağacın altına gömmesi, yolda karşılaştığı bir köpekle ya da bir yaprakla sadece “mokadikko” diyerek iletişim kurması gibi sahneler– bir nedensellik zinciri içinde işlemiyor. Bunlar etkilerin, yoğunlukların ve karşılaşmaların oluşturduğu bir ağ sunuyor bize. Rüyadan gelen, antik harflerle kazınmış ama hiçbir dile ait olmayan bir kelime, bir çocukla konuşmayı seçtiğinde şiirsel yüzeyde bir titreşim olarak yaşamaya devam eder.
Kitabın sonuna seninle aslında bu yüzden bir süre karar veremedik. Hikâyenin sonunda Mokadikko’nun anlamının teslim edilemeyeceğini biliyorduk. Onun “dile geldiğinde” bir şeyleri dönüştüreceğini de anlıyorduk. Ama bunu düzyazının düz zemininde ifade etmek istemedik. Bu noktada devreye kendisi de şair olan arkadaşımız Lies van Gasse girdi. Kitabın illüstrasyonlarını yapmakla kalmadı, kitabın sonunu görsel olarak anlattı. Dolayısıyla onu da yazarlardan biri sayıyorum. Mokadikko bir şeyleri radikal bir şekilde dönüştürüyor ama bunun ne olduğunu dil anlatamıyor. Belki sadece şiir anlatabilir. Bu yönüyle düşünürsen, “Mokadikko, edebi tür olarak çocuk kitabına ‘tercüme edilmiş’ bir şiirdir” diyebiliriz. Hatırlarsan, kitabın taslağını ilk kez gösterdiğimiz editörler, yayıncılar, hatta yazar dostlarımız epey yadırgamışlardı. Bu kadar belirsiz bir anlamın bir çocuk kitabına uygun olup olmadığını sorguladılar. Yayıncılar metni, anlamın kendisini ele vereceği, bir şeylerin mantığa oturacağı şekilde değiştirmemizi talep ettiler. Bu reddedilişler böyle birkaç yıl sürdü.
Evet, o dönemlerde Mokadikko’yu anlam düzlemine çekmeye çalışanlar; toptan reddedenler oldu. Çocukların bunu anlayamayacağını düşünenler vardı. Oysa çocuk, henüz dile bütünüyle yerleşmediği için dilin sınırlarına daha yakındır. Bu yüzden metni sezgisel bir yerden, çok daha açık ve yalın bir şekilde kavrayabilir. Aslında hem hikâyenin hem de “mokadikko” kelimesinin farklı katmanlarda okunması mümkün. Onu dile sığmayan, sezgisel olanı işaret eden bir tür şiirsel fazlalık olarak görebiliriz. Çünkü şiir her zaman dile sığmayan bir fazlalık taşır. Belki de bu yüzden şiirin dönüştürücü gücünden sıkça söz ederiz ama bu gücün ne olduğunu tam anlamıyla açıklayamayız. Yine de sezgisel olarak biliriz ki, şiir anlamdan bağımsız bir şekilde dokunur; derinden etkiler ve değiştirir.
Şiir-olan-çocuk kitapları diye bir kategoriden bahsedebiliriz bence. Çocuklar için yazılan ve şiirle ilgisi olmayan, öğretici ya da yalnızca “şiirsel” görünen metinleri kastetmiyorum. Bizim ülkemizde tanınsa da, belki çeviri sırasında çok şey yitirdiği için hakkı yeterince verilmeyen Dr. Seuss’un kitaplarını düşünelim. Örneğin Did I Ever Tell You How Lucky You Are? (“Ne Kadar Şanslı Olduğunu Sana Söylemiş miydim?”) adlı kitabı, çocuğa tamamen absürt ülkelerden ve olmayacak durumlardan bahsederek, o durumda olmadığı için ne kadar şanslı olduğunu anlatan (!) bir metindir; bütün hikâye bir kaktüsün üzerinde oturan bir bilgenin sözlerinden ibarettir. Dili de şiirseldir; kitap tamamen imgeler üzerine kurulmuştur, illüstrasyonlardaki estetik sanat seviyesindedir. İçerik tamamen absürttür; çocuğu mantığın dışından bir yerden yakalar. İ ve T fabrikasında “i noktalayıcısı” ve “t çizgileyicisi” olmadığı için mutlu olmasını salık verir, çünkü berbat bir iştir bu! Bu tür kitaplar, tıpkı iyi şiirler gibi zamanı aşıyor ve okurunu da yaşsız kılıyor.
Dediğin çok doğru. Bu tür kitaplar, çocuğa herhangi bir şey öğretme kaygısı taşımadan, salt estetik ya da felsefi bir deneyim sunabiliyor. Böylece okuma eylemi bir tür özgürleşmeye dönüşüyor. Çocuk hayal gücünün sınırsızlığında dolaşmaya başlıyor; dilin mantıksal sınırlarını aşarak gündelik gerçekliğin dışında bir ihtimaller alanına açılıyor. Yaratıcılığın böylesi bir ortamda doğduğunu söyleyebiliriz. Bazı okurların Mokadikko’yu dil ve yaratıcılık ilişkisi üzerinden değerlendirdiğini anımsayalım. İçten, bilinmeyen bir kaynaktan doğan bu yaratıcılık bastırılamaz ve mutlaka dışarı çıkmak ister. Mokadikko da eninde sonunda ortaya çıkarak içinde bulunulan gerçekliği dönüştürüyor ve hiçbir dilin erişemeyeceği bir eşiği aşarak yoluna devam ediyor.
Sonunda Mokadikko’nun nereye gittiğini de bilmiyoruz.
Belki de Maveraünnehir’in döküldüğü yeredir.
mokadikko
yıldızlar yeryüzünde titreşir
kelimeler susmak istediğinde
bir kapı açıldı uykunda senin
mokadikko
ayaklarım çamur içinde
gülümsüyorum kırlangıcın getirdiği gülüşle
ah sakın uyanma!
bir kelimenin kafesinden düştüm ben
çırılçıplak çizdim gövdemi
suların sapkın istiridyesi
dolaşıyor kanımda
şimdi uzanıp yazacağım. tırnaklarımla
kazacağım göğsündeki ayıbı
bulutların getirdiği kelime
mokadikko
kimse görmüyor yaşamın ardından geçen kara köpeği
tarlalar alabildiğine nemli
sırtımı sıvazlıyorum. kendi sırtımı
tuzruhu şiirler yazıyorum
nefesimde yağmur patlıyor
onlar ağızlarında eski bir hırıltıyla
savaş sözleri çıkarıyorlar kirli koltukaltlarından
naylon torbanın havasızlığında kafam
çılgınca bağırıyor
mokadikko
anlamını bildiniz de ne oldu bütün kelimelerin
yaslı çadırların altından kayıyor yılan
eski bir sessizlikle uluyorum
dönüp geliyorum bütün çağlardan
yaprak diyorlar kuş diyorlar rüzgâr diyorlar
belli ki ezberlenmiş dağların yankısı da
içimdeki zaman patladı patlayacak
ah sakın uyanma!
bir kibrit çakımı soluğumdaki ateş
yaşlı güneşi gezdiriyor yeryüzünün etinde
dillerin soğuduğu bir oyuk
-leşliyorum
kişniyorum kişniyorum kişniyorum
mokadikko
söylendi her şey
sen sakın söyleme
Zeynep Köylü, Yırtılış, Edebi Şeyler Yay., 2017, s. 53-54.
Önceki Yazı
Beden politikaları, travma ve mikro iktidar:
Sevgilinin Soğuk Elleri
“Sevgilinin Soğuk Elleri’nde Han Kang travma, beden ve iktidar ilişkilerini derinlemesine irdeler.Vejetaryen ise aynı meselelerin daha sıkı dokunduğu, daha rafine bir metindir.”
Sonraki Yazı
Fırat Güllü:
“Roman karakterleri biraz da kendi kendilerini yazıyorlar.”
“Asıl amacım tarihin ve edebiyatın, diğer bir deyişle, 'gerçeğin kendisi olduğunu iddia eden anlatı' ile 'kurmaca olduğunu baştan itiraf eden anlatı'nın birbirinden o kadar da uzak olmadığını ortaya koymaktı.”