Cinema Panopticum:
Kendini görmek, ebediyeti görmek
“Sözsüz bir kitap bu, ama zaten söze hacet bırakmayacak bir görsel dünyaya sahip olduğu için böyle biraz. Huşu uyandırmaktansa tekinsizlik yaratan, bunu da anlatısını gündelik hayata sindirerek yapan bir gotik şaheser.”

Thomas Ott’un Cinema Panopticum’u sözsüz çizgi romanın nadide bir örneği. Ott’un kariyeri boyunca ürettiği belki de en müstesna woodcut türevi. Bunun en temel nedeni, bu kitabın anlatısının içeriğiyle biçiminin tam bir uyum içinde olması. Sözsüz bir kitap bu, ama zaten söze hacet bırakmayacak bir görsel dünyaya sahip olduğu için böyle biraz. Shaun Tan’ın Uzak’ının gotik bir varyantı diyelim. Ya da Frans Masereel’in The City’sinin parçalı olmaktansa bütünlüklü bir çeşidi. Huşu uyandırmaktansa tekinsizlik yaratan, bunu da anlatısını gündelik hayata sindirerek yapan bir gotik şaheser.
Bu kitabın sözsüzlüğü, takip ettiği figürü, lunaparkta bir oyun alanı arayan küçük kızı anlatıda konumlandırma şeklinden kaynaklı ilkin. Elindeki metelikler hiçbir eğlenceliğe yeterli sayıda olmayınca (beş adet bozukluk), lunaparkın en ücra, en izbe köşesindeki Cinema Panopticum adlı, mini hipodrom şeklinde tasarlanmış, girişi yelpaze gibi açılan ufak sirk alanını gözüne kestiriyor bu kız. Sonra da oraya yürümeye meylediyor, yöneliyor ve içeri giriyor. Jetonla çalışır gibi duran beş adet görüntü makinesi var içeride. Thomas Edison’ın kinetoskobunu andıran makineler bunlar. Her birinin tepesinde konusu yazılı. Gizemli bir nickelodeon grubu diyelim buna. Kız da her birini izliyor aç bir şekilde.
Bu izleme fiili, bu kitabın sözsüzlüğüne altlık oluşturan, onu temellendiren yegâne tavır aslında. Kitap bizi bir izleyicinin gözü olarak konumlandırıyor daha en baştan, çünkü kız ne izlemeyi tercih ederse biz de onu izliyoruz, görüyoruz ve o izlemeyi bıraktığında onun gerçekliğine, base reality addettiğimiz düzleme geri dönüyoruz. İzleme fiili de her daim sessizlikte gerçekleştiğinden, izlenen şey de pek sessiz (ama suskun değil). Bu anlamda gördüğümüz her şeyi, tüm o tuhaf hikâyeleri kızın zihninin içinden, izleme jestinin yarattığı görsel kalıntıların ve edilgen tavrın aracılığında ve üzerinden deneyimlediğimiz söylenebilir. Otelde bir hamamböceğine yem olan adam, ölümü yenen ama ölümlülüğü yenemeyen güreşçi, kıyamete beş kala uzaylılar tarafından kaçırılan evsiz, katarakt ameliyatı olması gereken bir adamı bir tür hidra-tepegöz haline getiren doktor… Birbiriyle bağlantısız görünen, Lovecraft’çı olmaktansa Burroughs’çu olan, garip mi garip, hatta tekinsiz hikâyeler.
Ama tabii tüm hikâyeleri birbirine bağlayan öğe hikâyelerin içinde değil, hikâyeler aşırı bir şey: Kızın bakışı. Bu bakış aslına bakılırsa bir zihinsel point-of-view shot’ı çağrıştırıyor ilkin. Tekrarlarsak: Kızın gördüğü şeyi görüyoruz, o jetonları makinelere yerleştirdikçe hikâyeleri takip ediyoruz. Bu perspektiften ilk başta izleyen aracılığıyla izleyen konumundayız. Gözümüz kıza emanet. Kitabın bizi oturttuğu bakış, ilkin, öncelikle kızın bakışı yani, ki kızla özdeşlik de böyle sağlanıyor zaten. Aslında bu kitapta çıktığımız yolculuk basbayağı kızın görüsü üstünden çıktığımız bir tanesi. Bize görü sağlayan makineler, kıza görü sağlayan makineler aslen.
Son makine ise aslında ilk hikâyenin bütün hikâye dizisini soğurması, kendince massetmesi üzerine kurulu. Mantık şu basitçe: Tüm hikâyelerin deneyimlendiği bir hikâye olduğundan bu hikâye, aslında deneyimlenen tek bir hikâye. Tabii ki bunun bir ouroboros olduğu söylenebilir rahatlıkla. Öyle de gerçekten. Sonuçta kız son makineye (beşinci) jetonu yerleştirdiğinde kendi hikâyesini kendi gözünden değil, ona aşkın bir gözden görüyor. Tüm olan bitenin kaydı tutulmuş ve sonsuza dek izlensin diye, daha o oraya varmadan izlenmeye hazır halde bulunuyormuş.
Kısacası, izlediğimiz hikâyelerden biri gibi kayıt altına alınan ve sonsuza dek izlenedursun diye mini hipodromda sergilenen bir hikâyeymiş kızınki de. Ve kız bu hikâyeden habersizce parçası olmuş hikâyenin; bu örnekte (paradoksal olarak) kendi hikâyesinin. İşte tam da bu yolla şoka uğruyor kız, korkudan tir tir titriyor, hikâyesi de bitiyor o anda (ve ironik bir şekilde, meteliğinin de bittiği noktada). Apaçıkça tekrar başlamak üzere bitiyor tabii. Yılan kendi kuyruğunu yutuyor yani bir bakıma. Anlatısal bir ouroboros çiziyor Ott. Kızın sirküler hikâyesini lineer bir hatta yayıyor ve kız harici bir bakışın deneyimine açıyor: Bizimkinin.
Bu noktada yerinde ve gerekli kıpkısa bir antrparantez açacak olursak: Aslında bu tip bir yapı Ott’un külliyatına hiç mi hiç yabancı değil. Örneğin Dead End’deki hikâyelerden birinde bir dedektifin takip ettiği kişi tarafından düşürüldüğü tuzak bunu açıkça örnekliyordu: Kendini bir arka sokakta, ardından bir lağımda, oradan da bir delik vasıtasıyla bir çamaşır makinesinin içinde bulan bir dedektifin, son kertede bir tür ouroboros çizerek maktul ya da mücrim addettiği kişi tarafından ebediyen daire çizeceği bir devreye kıstırılması.
Numara adlı kitabında ise Ott benzer bir yapıyı kitabın tamamına yayıyor ve özneler arası bir konuma yükseltiyordu: Bir hapishane mahkûmunun numarasının (73304-23-4153-6-96-8), o numarayı eline alan ve saklayan kişinin (mahkûmu idam eden cellat) yazgısı haline gelmesi ve başta cellat olan kişinin sonda mahkûma dönüşmesi ve tabii bu sürecin sonsuza dek aynı şekilde devam edeceğinin ima edilmesi. Bu ve benzeri örneklerde Ott’un derdi bellidir: Çizgi romanın ya da kısa hikâyenin kendi içinde bir bengiliği dışavuracağı, bunu da mümkün en karanlık, müphem, buğulu şekilde yapacağı, belli belirsiz bir sonsuzluğun, gizemli bir bitimsizliğin imalatı. Ve antrparantezin sonu.
Cinema Panopticum’da işler vaziyette olan şey de bu işte, kendi tarzında: Hikâyeler kuşatan bir hikâyenin, hikâye yutucu bir hikâyenin, hikâyeyi kendi üstüne kıvıran, katlayan, yeniden katlayan ve kıvıran bir hikâyenin işe koşulması. Kendisini bir kader formunda sunan bir hikâyenin öne sürümü diyelim. Sophokles’in Kral Oidipus’unda en ünlü örneği verilen büyük çevrimin, kadere karşı çıkışın da kaderden oluşunun mistik bir ifadesi söz konusu olan. Cinema Panopticum’da gördüklerimiz, her şeyden evvel kızın görüsüyle özdeşleştiğimiz oranda, biz onları görmeden de verili. Biz sonsuza dek olacak olanı görüyoruz yani. Cinema Panopticum kaydının kendisini. Kitabı ve tüm hikâyeleri kapsayan hikâyeyi kuşatan mekânı. Çizgiden bir samsara.
Bu son tahlil ve öncekiler, diyelim ki özel ve genel analizler hesaba katıldığında şunu diyeceğiz o halde: Öyleyse bu çizgi romanda, Cinema Panopticum’da göz yalnızca kızın gözü değil. Bu göz tam manasıyla ve net olarak öncelikli de değil zaten. Ona aşkın olan anlatının, daha doğrusu kızın hikâyeleri deneyimlemesini hikâyeleyen anlatının gözü var bir kere. Ott’un kitabı boşu boşuna sahip olduğu başlığa sahip değil. Oluşan şey bir tür sinematik panoptikon hakikaten. Görülebilecek her şeyi kendi de dahil olmak üzere gören, kendi içinden görenin de bilhassa bunu görmesini sağlayan bir gözün bakış açısından görüyoruz Cinema Panopticum’da, yani bir tür birbirine yansıyan (ve sonsuzluğu yansıtan) ayna dizisi şeklinde yapılanıyor bu iş. Sapkın olduğu kadar atipik bir Tanrısal bakış açısı denebilir buna.
Eğer en başta fark etmediysek en sonda fark ediyoruz bunu, bu bakış açısının kitap üstündeki de facto hükmünü, ki kız da aslen böylesi bir bakış açısının yaratmış olduğu döngünün nesnesi olarak var, başka bir şeyin değil. Kendi payına görmüyor, onun bakışı açısı bir başka bakış açısının aracı ya da aracısı olsa olsa. Ve bu bakış açısı da mahiyeti itibariyle panoptik. Her şeyin bakış açısını sahiplenebiliyor yani, kendi bakış açısına sahip olanın bakış açısı da dahil, hatta öncelikle o dahil. Çok kaçışlı bir perspektifin gözü de değil, dosdoğru çok boyutlu, çok yer ve yönlü, maddenin ta kendisine sinmiş duran bir göz. Diğer bir deyişle, pek çok gözü sahiplenmeye mahal veren ve en nihayetinde “ana göz” bellediği karakterin (bu örnekte kız) gözünü de kendi gözüyle eşleyen, karakteri de bu gözün “her şeyi gören” özünün farkında kılan ve tam da bu yolla içkinleştiği kadar absürtleşen (çünkü görme fiili özelinde “anormallik” arz eden), neredeyse İllüminativari bir göz. Piramitsi bir bakış.

Bu perspektiften Cinema Panopticum’u, Jeremy Bentham’ın icadını teknik değil de mistik bir kıvama sokan bir düzenek olarak sınıflayabiliriz. Bentham’ın düzeneği kendisi görülemeyen fakat her şeyi görme yetisine ve yetkisine sahip bir düzenekti. Temel amacı kontrol etmek, disiplini sağlamaktı. Ott’unki ise her şeyi görme ve bunu gösterme yetisine ve yetkisine sahip bir düzenektir; öncelikli amacı görüleni kaydetmek ve üçüncü gözü açmaktır. Söz konusu olan “tam görmek” özetle, eğer böylesi bir tabiri kullanmak meşruysa. Bu, kitabın tamamına sirayet eden görme bir yandan da. Tüm görülenleri görenin kendisinin de gördüğü şeyler kadar görüldüğü düşünüldüğünde, görülen her şeyin tüm görüleri temellük eden bir görünün tekelinde olduğu söylenebilir. Bu anlamda her şeyin en başından beri görüldüğü, “Tanrısal perspektiften” şeffaf olduğu açıktır: Sadece buna en başta değil, en sonda vakıf oluruz. Başta insanın, tekilin ya da tikelin bakış açısındayızdır, sonda ise Tanrı’nın, tümelin bakış açısında.

Ott
İşte tam da bu noktada kızın öznel bakışını aşan, Cinema Panopticum’un öznel bakışı kapsayıp kuşatan nesnel bakışına taşan alana giriyoruz. Bu alanda hikâye en baştan itibaren tek bir hikâye; kendi bakışını beşinci makinede nesneleştiren, ama aynı zamanda o makinenin içinde dönüp duran, devridaim eden bir gözün hikâyesi. Hikâyenin kızınkiyle başlaması da bundan biraz. Onun hikâyesi de bir diğeri yalnızca. Diğerleri kadar garip, tuhaf, ama her halükârda hikâyenin kendi üstüne kıvrılıp katlanmasını sağlıyor olsa olsa. Aslına bakılırsa Cinema Panopticum’un içinden gören biziz, “okuyucu”lar olarak, sözsüz bir kitabı okumak ne kadar mümkünse o kadar. Konumlandığımız bakış öznel değil, nesnel dolayısıyla. Şu anlamda ki, görünürün tamamına talip bir bakış bu. Nesnelse de bundan ötürü nesnel. Öznellik ise kaydını tuttuğu bir diğer hikâye ya da bir diğer hikâyenin içindeki bir devre parçası, o kadar. Bakışımızı rehin verdiğimiz bakış kızınkinden çok bu bellek makinesininki kısacası, son kertede. Kız sadece bu makinenin özfarkındalığa varışını izlememizi sağlayan makine devresi basitçe. Bu açıdan kendini görmek ebediyeti görmekle eş; kızın perspektifinden ve ilkin onu sahiplenen bizim perspektifimizden.
Özetle, kızın bakışında özfarkındalığa eren bir bakışın ta kendisini sahipleniyoruz bu çizgi romanda. Bu çizgi romanın bakışı, bu açıdan yalnızca perspektifsel olarak (her yer ve yönden görme) değil, yapısal olarak da (zamandışılık) Tanrısal: Özdeş hale geldiğimiz şey, başı ve sonu yok gibi duran bir dinamiğin, ezcümle ebedi döngünün görüsü ya da görüde billurlaşmış ebediyet. Baruch Spinoza’nın sub specie aeternitatis dediği şeyin bir nevi çizgi romandaki sağlaması diyelim buna. Bundan daha gnostik bir görü makinesi mümkün olabilir mi?