Cem Akaş ile söyleşi:
“Bu kez söz Hamlet’te değil, Ofelya’da”
“Hamlet'in yazıldığı dönem, İngiltere’de 'namus/şeref cinayeti'nin artık meşru görülmediği, yasaların üstünlüğünün benimsendiği, kişisel intikamlara kötü gözle bakılmaya başlanan bir dönem. Shakespeare bu toplumsal ortamda bir kişisel intikam hikâyesi anlatmaya soyunuyor, bence Hamlet’in eylemsizliğinin bir nedeni de bu.”
Cem Akaş
Cem Akaş son romanı Ofelya’da Shakespeare’in Hamlet eserinde âşık olduğu kadını farklı bir anlatım tekniğiyle tekrar yazıyor ve yeni bir düşünce yapısı ve derinlemesine bir anlatıyla Ofelya’ya yeniden hayat veriyor. Yüzyıllardır bu hikâyeyi hep Hamlet üzerinden dinledik, ancak bu kez söz Ofelya’da. Çok derin ve etkileyici bir metin olan Ofelya klasik bakışı yok edip kadının gücünü ve zekâsını var ediyor ve hak ettiği itibarını geri alıyor.
Fraktal yapıyı romana nasıl uyarladınız? İki ana ekseni nasıl inşa ettiniz?
Fraktal geometriyi basitleştirerek anlatmak için buz kristali örneği çok kullanılır. Mesela bir kare düşünün, her kenarından daha ufak boylu bir kare daha çıkıyor, sonra o çıkan karelerin kenarlarından da yine daha ufak başka kareler çıkıyor, sonuçta bir tür kristal yapı elde etmiş oluyoruz. Ben de bu yöntemle bir metin yazmak istiyordum yıllardır, ama bölümleri ilerledikçe kısaltmak dışında bir şey de yapamamıştım; bir şey eksikti ama ne olduğunu bulamıyordum, yapının temelini oturtamadığımı hissediyordum yalnızca. Ofelya’yı düşünürken bir aydınlanma ânı yaşadım: Yaptığı ettiği şeyler üzerine çok düşünen bir karakterdi Ofelya, bu da x-y grafiğindeki iki eksen gibiydi; x ekseninde aksiyon-reaksiyonlar, y eksenindeyse duygu-düşünceler yer alabilir, sözünü ettiğim kareyi de bu iki eksene oturtabilirdim. Bu Ofelya’nın analitik düşünce yapısına da uyuyordu. Dolayısıyla karenin ilk çizgisi bir aksiyon-reaksiyon bölümü olurdu, ardından ona dik bir çizgiyle duygu-düşünce bölümü gelirdi. Dört kenarı böyle çizdikten sonra çizgileri (bölümleri) kısaltıp yeni ve daha küçük dört kare daha çizerdim, çizgileri yine aynı mantığa otururdu. Bu fikir aklıma yattı.
Hamlet, Ophelia’nın yıllarca göz ardı edilmesine, hatta derinlik barındırmayan bir karakter olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. Shakespeare’in tüm eserlerini okuduğumuzda, beş kadın kahramanı üzerinden şovenistten anlayışlı bir feministe dönüşümü gözlemliyoruz. Hırçın Kız Kate, Juliet, Lady Macbeth, Othello eserinden Emilia ve Desdemona, Kış Masalı’ndan Hermonie. Shakespeare’deki bu değişimin nedeni ne olabilir?
İlginç bir soru, bunu daha uzun düşünmek isterim ama ilk ağızda söyleyebileceğim şey Shakespeare’in zamanla daha iyi bir yazar haline gelmesi ve seyircisinin ilgisini çekecek yeni yollar aramayı hiç bırakmaması. Seyirci hep aynı şeyi düşünür bir karakterle karşılaştığında: Bu insan niye var? Kızılcık Şerbeti’ni izlediğinde mesela “Çimen niye var?” diye sorar seyirci. O soruyu doğuran şey, karakterin kâğıt üstünde bir işlevi olsa bile sahnede/ekranda bir “kişi”ye dönüşememesidir, dolgu malzemesi olarak kalmasıdır. Bunu yazarken görmek daha zordur, sahnede daha kolay anlaşılır. Bence Shakespeare zaman içinde, her karakterine bir incelik, küçük dokunuşlarla bir sahicilik vermeyi öğrenerek usta oldu. “Küçük dokunuş” önemli, çünkü her karaktere tiratlar attıramazsınız, zamanı ekonomik kullanmak gerekir. Hamlet zaten çok uzun bir oyun, Ophelia’yı “dolgu malzemesi” olarak kullanmış demiyorum, onda da yer yer hünerini konuşturmuş Shakespeare, ama asıl derdi başka bir şey olduğu için Ophelia’nın derinleştirilmesine sıra gelmemiş.
Kraliçe Gertrude’un söyleyişiyle, “Bülbülü öldürmemek gerek; sesi hep kulaklarımızda çınlamalı.” Kadınları naif, uysal, hoş vakit geçirtmek için varolan bir nesne gibi tanımlamakta adeta. Bunu söyleyen de güçlü ama gücünü farkında olmayan bir kadın. Ofelya’nın kendini var etme mücadelesi ve isyanı tam da kraliçeye karşı çıkmakla mı başladı? Kadın kadının her zaman yurdu olamayabiliyor mu?
Gertrude’la Ofelya arasındaki kinayeli bir diyalogda geçiyor bu bülbül metaforu. Bence kadınları değil, olsa olsa erkekleri nesneleştiriyor ve belki Gertrude’un ikinci evliliğinin saiklerinden birinin libido olabileceğini düşündürüyor. Ama bundan ayrı olarak Ofelya kendisini çevreleyen ve sınırlayan erkeklerin yanı sıra en yakın arkadaşları dahil olmak üzere kadınlara karşı da mücadele etmek zorunda kalıyor zaman zaman, bu doğru. Bu nedenle de kadın dayanışmasının örneklerini gördüğünde çok etkileniyor. Bu konu üzerinde Y adlı romanımda da düşünme fırsatım olmuştu. İktidar yapılarının dayattığı konumların ve çatışmaların cinsiyete çok da bağlı olmadığına varmıştım. Erkek egemen bir toplumda kadınlar da bu yapının destekçisi olabiliyor; bunun farkına varmak bile zor olabiliyor.
Ophelia, Shakespeare’in Hamlet oyunundaki diğer karakterlere göre eleştirmenler tarafından ilgi görmemiş ve önyargının kurbanı olmuştur. William Hazlitt, Ophelia’yı “Vaktinden önce solan bir çiçek” olarak tanımlarken, Edward Strachey ise “Kusursuz dişi bir güzelliğe sahip olmasından ötürü Ophelia’nın karakterine dair bir şeyler söylemek yerine onu hissetmek” gerektiğini ifade ediyor. Siz ise tüm önyargılardan uzak, yeni bir Ofelya kurguladınız. Neden?
Shakespeare’in yazdığı Ophelia bir “trop” aslında – o dönemde çok karşılaşılan bir “aşkından deliren genç kız” figürü. Bana inandırıcı gelmeyen ilk şey bu olmuştu. Ophelia’nın oyunun sonunda yazarı tarafından öldürülüş biçimine de hiç ikna olmadım. Bu itirazlar beni Ophelia’yı yeniden düşünmeye itti aslında. Oyunda Ophelia’nın annesinden hiç söz edilmez mesela; ben de annesi acaba nasıl bir insandı, ilişkileri nasıldı, nasıl öldü, Ophelia üzerinde nasıl bir etkisi oldu diye düşünmeye başladım. Hamlet’in bu kadar “pis” bir sevgili olduğu bir ilişkide Ophelia ne yapıyordu bizim görmediğimiz sahnelerde diye düşündüm. Kendiliğinden doğan sorular oldu bunlar bir yerden sonra. Sanki Shakespeare, Ophelia’ya haksızlık etmişti, onu hiç anlamamıştı! Ophelia bende Ofelya’ya dönüştü, bütün bu soruların cevaplarını göğsünü gere gere veren bir karakter oldu.
Ophelia, Hamlet’te güç ve iktidar peşinde olanların entrikalarını anlamlandırmaya çalıştığı için pasif görünüyor. Ophelia’nın aklını yitirdikten sonra kullandığı anlamlı, isyankâr ve bir o kadar da eğlenceli dil, tam da sessiz olduğu süreçte gözlemlediği ikiyüzlülüklerin yansıması sanki. Ve bugüne geldiğimizde aynı kuralların geçerli olduğunu görüyoruz. Vasatlığın yüceltildiği, her şeyin görünenden ibaret olduğu, sessiz, güçlü ve analitik duruşun pek de sevilmediği bir dönem. Neden bazı durumlar hiç değişmiyor?
Yukarıda “hüner”den kastım biraz da buydu. Shakespeare, Ophelia’yı delirtiyor ama bir yandan da tıpkı Hamlet’te yaptığı gibi “Deli mi, numara mı yapıyor?” sorusunun cevabını belirsiz bırakıyor, bu da Ofelya’ya bir alan açıyor elbette. Sorunuza dönecek olursam: “Durum”lar değişmiyorsa “yapı”ların değişmemesindendir bu. Yapılar kendilerini yeniden ürettikçe durumlar da kendi varyasyonlarını üretiyor.
Shakespeare’in Hamlet oyununda belki de en az göze çarpan karakterlerden biri Ophelia. Hakkı yenilmiş, aşkından deliren bambaşka bir kadının hikâyesi. Sizin kurgunuzda ise güçlü, akıllı, analitik bir zekâya sahip Ofelya ile aşkından deliren, güvensiz, hatta reddedilmeye tahammülü olmayan narsist bir Hamlet var. Hiçbir şey göründüğü gibi değil mi?
Hamlet oyununa genel çerçeve olarak bakalım: Bir türlü “yapamayan” bir karakterin hikâyesi. Bu hikâyeden Shakespeare aksiyon dolu bir trajedi yaratmış; sırf bunun için bile büyük bir oyun Hamlet. Hamlet babasının öldürüldüğünü bir hayaletten öğreniyor; bilgisinin kaynağı bile şüpheli. Ayrıca oyunun yazıldığı dönem, İngiltere’de “namus/şeref cinayeti”nin artık meşru görülmediği, yasaların üstünlüğünün benimsendiği, kişisel intikamlara kötü gözle bakılmaya başlanan bir dönem. Shakespeare bu toplumsal ortamda bir kişisel intikam hikâyesi anlatmaya soyunuyor, bence Hamlet’in eylemsizliğinin bir nedeni de bu – “yapabilir mi” sorusunun yanında bir de “yapmalı mı?” sorusu oluşuyor seyircinin kafasında. Shakespeare bu “yapamama” durumunun nedenlerini teker teker işliyor oyunda, bunun iğdiş edici yanının sonucunu da “delirme” olarak sunuyor. Aynı gerekçe Ophelia için de geçerli, o da aslında “yapamadığı için” deliriyor. Benim yola çıkış noktalarımdan biri de buydu: Ya ikisi de delirmiyorsa, ya ikisinin de aklı başındaysa, ya onca “yapamayış”ın ortasında bizim sahnede görmediğimiz bambaşka şeyleri yapmayı becerebiliyorlarsa? Shakespeare’in gösterdiklerine değil de başka sahnelere baksak, ya da o sahnelere başka perspektiflerden tanık olsak ne görürüz?
Ofelya kurgunuz aynı zamanda tüm kadınlara bir saygı duruşu niteliğinde. Dünya edebiyatının kadın kahramanlar üzerinden değişimine baktığımızda, artık kadın hak ettiği yerde mi?
Bence hayır, anaerkil topluma geçene kadar da olmayacak. Ofelya benim için “proto-modern” bir kadın; modern kadının pek çok derdini paylaşıyor ve bazı dertler için modern kadının giriştiği mücadelelerin bir benzerine girişiyor. Yani bu çok uzun bir süreç ama mesafe alınıyor mu, alınıyor.
Ofelya gerçek aşkı Johann Oberrecht için de gerekli mücadeleyi verdi mi?
Güzel bir soru. Her okurun kendine göre bir yanıtı olacaktır. Belki vermemiştir, belki verememiştir.
Haksızlık edilmiş diğer kahramanları da sizin kurgunuzdan okumaya devam edecek miyiz?
Öyle bir programım yok aslında, ama bu işler hep planla programla olmuyor.
Önceki Yazı
Bir yeniden yazım örneği olarak “Rabia’nın Dönüşü” öyküsü:
Sinekli Bakkal’dan sonrası
“Adıvar’ın romanında Doğu-Batı harmonisi içinde yaşayan ya da harmoninin kendisine dönüşmüş olan Rabia, Ağaoğlu’nun öyküsünde bu harmoniyi sorgulatır, yıkıma uğratır ve bunun gerçekçi olmayışını ifşa eder.”
Sonraki Yazı
Edebiyat ne kadar kurmaca,
psikoterapi ne kadar hakikat?
“Coetzee terapistin açmazını çok açık biçimde ortaya koyar. Terapistin görevi nedir? Platon’un yanında yer almak mı, yoksa hakikati şairlerin bilgeliğine feda etmek midir? Terapistin hedefi danışanını hayatının gerçek hikâyesiyle yüzleştirmek midir, yoksa hastaya kendini iyi hissettirecek, onu hayata kazandıracak bir hikâye inşa etmekte yardım etmek mi?”