Biyografide roman havası ve edebi türler tartışması
“Demirel ile ilgili bir yazı yazmayı daha kitabı okurken hayal etmeye başlamıştım. Detaylı bir inceleme yazısı olacaktı, CHP’li bir aileden geldiğim halde çocukluğumda, muhtemelen karikatürlerde Ecevit’ten daha komik ve sempatik çizildiğinden, solun başına hep onun geçmesini düşlediğimi en sonunda itiraf edecektim. Denizleri iki elini de kaldırarak idama gönderen Demirel’di bu oysa.”
Tanıl Bora
İlkin, 2023’ün kitabı olarak seçtiğim Tanıl Bora’nın Demirel[1] biyografisine eleştiri olarak planlanan bu yazı, eserle ilgili yorumlarda ortak bir “patern”[2] belirince, seyrini değiştirip, son zamanlarda artan edebi tür tartışmalarına doğru yelken açtı.
Edebi türlerin sınırlarına dair tartışmalar anlaşılan edebiyat tarihi kadar eski.[3] Daha birkaç hafta önce, The Guardian’dan Alex Clark edebi türlerin yürürlükten kaldırılmasını önererek başladığı yazısında, kurmacayı sınıflandırmanın kitapları satmaya yaradığını, ancak yazarların ne yazdığı ya da okurların ne okuduğu hakkında bir şey göstermediğini söyleyerek, Hillary Mantel’ın şu sözlerini alıntılamış:
1970’lerde “tarihî roman... tarihî aşk macerası demekti. Eğer, Ben, Claudius gibi muhteşem bir romanı okuyorsanız, onu bir tür değil de sadece edebiyat olarak düşünürdünüz. Bundan ötürü, yazdıklarımı adlandırmakta biraz utangaç oldum. Nasılsa hepsi aynı, diyerek başladım. Fransız Devrimi hakkında, sevdiğim gibi bir roman bulmak istedim. Bulamadım, böylece bir tanesini yapmaya başladım.[4]
Tanıl Bora da Demirel’le[5] bunu yapmış. Bir türe bağımlı kalmamış, biyografik roman yazmadan biyografi türünü roman gibi yazmış. Hatırı sayılır uzunluğuna ve sonu dahil en önemli dönemeçleri bilinen hikâyeyi anlatmasına karşın okurun heyecanının yitmesine izin vermeyen, paradigmaları sorgulatan, önemli boşlukları dolduran eserlere sık rastlamıyoruz. Tüm bunlardan ötürü ama ayrıca edebi tür tartışmasına yaptığı katkı için de tereddüt etmeden bu yıl en çok etkilendiğim kitabın Demirel olduğuna karar verdim.
Bu karar ironik olarak neden bir romanı seçmediğime dair kısa süren bir sorgulamayı da beraberinde getirdi. Romanın edebiyattaki ayrıcalıklı yeri malum; diğer edebi türlerle iç içe geçmişliği, biyografi, otobiyografi ayrımında oynadığı rol de. O kısa sürede bunlar aklıma gelmiş olmalı. Oysa anıların kurgusallığı ya da asla nesnel/olduğu gibi hatırlanamayacağına dair tartışmalar, biyografinin ya da biyografik romanların tıpkı Mantel’ın tarihî roman türüne dair göğüslediği önyargılar bir yanda, çoğu okur sadece okuduğundan aldığı zevke odaklanıyor. Bu açıdan belki edebi türlerin geçerliliği sorgulanıyor, tür belirlemenin esas kimin işine yaradığı daha çok soruluyor.
Eserle ilgili yazılanlara ya da söylenenlere bakınca, benzer düşünceler çoğu okurun aklına gelmiş: Yazarla yapılan bir söyleşide romanlar için beklenti, “İnsan roman okurken olayların başka türlü seyretmesini ister ya...” diyerek tarif edilerek, “Bu romansa baştan spoiler’ı verilmiş roman. Her şeyi biliyoruz yani, sonunu da biliyoruz” ama “olabilecek bir sürü ihtimal varken olmayışı, bugünkü yola dönüşmesini izlemek çok zevkli, onun için roman gibi nitelemesinde büyük bir haklılık payı var,” denmiş.[6] Diğer bir söyleşide, “Kitap, hem çok ayrıntılı bir biyografi hem de belki hiç bilmeyenler için bir roman biçiminde yazılmış. Çok iyi tanıdığımızı düşündüğümüz Demirel’i o kadar da iyi tanımadığımızı da anlıyoruz aynı zamanda,” şeklindeki bir yoruma Tanıl Bora, “Romanesk” olsun istemezdim; romantize etmekten, sahneler kurgulamaktan kaçındım. Fakat bir “kahramanın” (hem protagonist hem antagonist!) hayat hikâyesi anlamında, roman “gibi” de olsun istedim,”[7] demiş; başka bir söyleşide de, “Kahramanın yolculuğu diye bakarsak, roman fikri etrafında...”[8] diyerek söze başlamış. Yazıların, söyleşilerin çoğunda sahiden de beğeniyi vurgulamak amaçlı esen bir “roman havası” var. Demirel biyografisi, “Gerisi ise, tabiri caize, Roman. ‘Hepimizin bütün spoiler’ları zaten bildiğimiz halde’ soluk soluğa okuduğumuz bir kitap,”[9] “doğumundan, ölümüne değin, hayatı adeta dip köşe taramalarıyla, hiçbir ayrıntı, önemli önemsiz, tefrikine gidilmeden bir roman kıvamında anlatılıyor,” sözleriyle de betimlenmiş.[10] “Yazarlığın, araştırmacılığın gitgide ‘kısa yazmak’la,” özdeştirildiği, biyografilerin yergiyle methiye arasında kaldığı külliyatta eserin özel bir yerde durduğunu ve Demirel’in toplumu anlama, siyaseten teşhis edebilme yeteneğine dair “duygu”yu çok iyi aktardığını söylenmiş.[11] Esere dair diğer bir yorum, “Demirel’i roman gibi bir kitapla anlatıyor,” şeklinde.[12]
“Roman gibi” denince, hayallerin yaratıcı bir şekilde kurgulandığı edebi tür kastedilerek yazara iltifat edilmiş gibi düşünülebilir, tabii. Ancak bu düşünce, yani yazılanların kurmaca oldukça değere bindiğine dair varsayım ne kadar geçerlidir bilinmez. Zira sıklıkla okurlar romanlarda gerçeğin rolünü, yazarların ne tür otobiyografik izler bıraktığı arar. Hatta bazı okurlar sadece bunun dedektifliğini yapar, gözünüzün içine bilmiş bilmiş bakarak, “o olay yaşanmadan yazılamaz” bile derler. Esas ilginç olan, birçok okur bir romanın topyekûn kurmaca olmadığını sanki duymak ister. Ötesi de var, “Bunların hepsi kurgu olamaz!” diye karşınıza dikildiklerinde, bunu arzuladıklarını hisseder, otobiyografik olduğunu söylediğiniz takdirde, “Biliyordum” cevabını alacağınızı ve onları mutlu edeceğinizi bile görürsünüz. Tür tartışmasını her okur toplantısında ismini koymadan yaparsınız. Neticede beklenen cevabı veremediğinizden artık iyice mahcup, “Sadece gerçekler yazılsaydı, bilim-kurgu romanları olur muydu?” diyerek gülümsemeye çalışırsınız. Otobiyografinin de, biyografinin de bir hayli kurmaca içerdiği, kimsenin kendi ya da bir başkasının anısını kurgulamadan anlatamayacağı gibi konulara hiç girmezsiniz.
Ayrıca şu “sonu bilinse de...” diye başlayan düşüncelere şerh mi koymalı? Sonlara duyulan merak mı ki romanı çekici kılan, okutan. Sonu baştan belli romanlar da vardır – tıpkı filmler olduğu gibi. Çoğu edebiyatseverin birkaç kez okuduğu ya da yine okumak için biraz zaman geçmesini beklediği romanları vardır. Duyguları aktaran, sonunu bilsek de merakla okutan biyografinin yazarı roman iltifatını mutlaka reddetmeli. Sadece alçakgönüllü olduğu için değil, daha çok bilimsel titizliğine gölge düşüreceği için. Bir romanda “bilimsel” gerçeklik beklenmemeli tabii – ama nice okur vardır ki, size “kahramanınızı filanca okuldan şu pastaneye on iki dakikada götürmüşsünüz” diyebilir – ismi belirtilmemiş o okulu doğru bildiğinden emin olarak. Bazı romancıların seneler boyunca arşivlerde ya da filanca şehirde araştırma yaptığını okuruz. Güncel olayları anlatan bir roman için de yapılabilir bu. Roman hayal ürünüydü, hani?
Bu tartışmalar yeni okuduğum iki kitabı anımsattı. Biri Lea Ypi’nin on sekiz yaşına dek birebir yaşadığı Arnavutluk Devrimi’ni anlattığı Özgür’ü[13], diğeri Jonathan Franzen’ın biraz “huysuzca” bir yazar olan Karl Kraus’la diyaloğa geçtiği The Kraus Project’i.[14] Bunlar da tür karışıklığıyla ilgili benzer sorular sordurtan eserlerdi. Otobiyografi mi, anı mı, biyografi mi, roman mı? Oto-etnografi, oto-kurmaca, birçok tanım mevcut. Edebi türlerin belirlemedeki zorluk, dünyada artık birçok eserde su yüzüne çıkan metinlerin akışkanlığının bir yansıması olsa gerek.
Okuduğumuzu ya da yazdığımızı sınıflandırmada yaşadığımız zorluklar, geçtiğimiz haftalarda Behçet Çelik[15] tarafından da tartışıldı. Yazısında bir eseri otobiyografik zannederken, yarısına geldiğinde ancak kapakta “gerçek ile kurgunun geçişkenliğini deneysel bir formda işleyerek, anı ve roman türlerinin kesişiminde yenilikçi bir aile hikâyesi anlatıyor” yazdığını fark ettiğini ve geri kalanını o gözle okuduğuna dair deneyimini bize aktardı. Kapak yazısının uzun uzadıya nitelediği tür tarifinin otobiyografiden ayrı tutulup tutulamayacağına karar verebilene aşkolsun.
Kurgu mu, gerçek mi? Ne güç soru! Tanıl Bora söyleşilerin birinde bu soruyu irdelemiş, “Kurgu metin, edebi metin ile edebiyat dışı incelemeyi gerçekten birbirine bağdaştırmayı, birbirinin içine geçirmeyi, bazen birine, bazen ötekine meyletmeye izin vererek... çok elverişli bir tür. Ben bir taraftan ötekine savrulmamayı seviyorum” demiş.[16] Buna karşın, tam bir roman gibi olmasını tercih etmiyormuş, “pencereden baktı, şunu düşündü” gibi. Anlaşılan tam burada gerçeklik güya kırılıyor ve okur yazara: Nereden biliyorsun bunu, gördün mü, diye soruyor. Yazarın, başka bir yazarın yazdıklarına atıfla bir görüş bildirmesi konusunda herhangi bir sorun yok. Yazara güven esas, her iki defada da. Aynı söyleşide yazar, biyografinin ne roman gibi ne tezden ne de kuru bir geçmişten ibaret olması gerektiğini düşündüğünü de söylemiş; seneler süren araştırmasına gölge düşürmek istememekte haklı. Biz de haklıyız, Alex Clark’ın söylediği gibi tür ayırt etmeksizin okumayı sevmekte. Belki de en haklı şunu söyleyen Behçet Çelik: “Bundan sonra yazarın kimliği olacak artık türü belirleyen.”[17]
Ancak bu görüşe de şöyle bir itiraz haksız olmaz: Sanki okuma tercihlerinin tümüyle farklı sebeplere dayandığı, yani yazarların kişiliği ya da kimliğiyle hiç karışmadığı zamanlarda yaşıyoruz! Teşhirin farklı boyutlarda denendiği, meşrulaştığı ve yazarın edebi kimliğinin bir parçası olmadığı...
Doğrusu Demirel ile ilgili bir yazı yazmayı daha eseri okurken hayal etmeye başlamıştım. Detaylı bir inceleme yazısı olacaktı, muhtemelen kendi hikâyemle eşgüdümlü gelişecek ve yedi olmasa da iki ceddi CHP’li bir aileden geldiğim halde çocukluğumda, muhtemelen karikatürlerinde Ecevit’ten daha komik ve sempatik çizildiğinden, solun başına hep onun geçmesini düşlediğimi en sonunda itiraf edecektim. Denizleri iki elini de kaldırarak idama gönderen Demirel’di bu oysa. Faşizmi umursamayarak ülkeyi darbeye kadar iten, sonra da doksanlarda karşımıza demokratik devlet adamı timsali olarak dikilen; gelen gideni arattığı için haksız yere nostalji tahtına bile kurulan. Kitabı okuduktan sonra, şeytan tüylü olduğundan artık emin olduğum Demirel’i bir de ben anlatacaktım. Karikatürleri bile seçmiştim. Oysa eserin açtığı edebi tür tartışması tüm bu düşüncelerin ötesine gitti. Yine de yazarımıza ve bu yazıyı okuyanlara, tabii ki eserin okurlarına da minik bir hediye vermeden gitmeden olmaz.
Kim derdi ki sadece edebiyatseverliğiyle pek göz dolduramamış ve anlaşılan hakkı yine yenmiş Demirel’le benzer zamanlarda aynı romanı okumuşum! Hatta ikimiz de belli ki romanı aynı heyecanla bitirmiş, beğenmişiz. Öyle ki, ben biraz utangaçlık, biraz kurmacanın öyle –yazandan bağımsız– kalması gibi saikler yüzünden pek âdetim olmasa da, o yılki kitap fuarına yazarıyla tanışmak için gitmişim. Demirel’se romanı bitirdiğinde sabredemeyip sabahın yedisinde yazarını aramış. Romanı da, yazarı da söyleyeceğim tabii: Reha Çamuroğlu’nun bizi 15. yüzyılda yaşatan güzel eseri İsmail.[18] Tesadüfen öğrendiğim bu telefon konuşmasında Demirel, Çamuroğlu’na bazı bilgileri hangi kaynaklardan aldığını sormuş. Diğer eski-yeni fark etmez kaynakların hepsini zaten iyi biliyormuş, çoktan okumuş.
Bir bakmışsınız Demirel, kızına Şah İsmail’in eşinin ismini koyan dedemle ta 1940’lardan itibaren benzer tarih dergilerini, kitaplarını takip ediyormuş... Bundan dolayı Demirel o devrin kaynaklarına ve Şah İsmail’in hayatına pek bir vâkıfmış. O dönemi arşivlerden, eş dosttan araştırsak, İsmail ile karşılaştırsak, hangi benzer eserleri okumuş olduklarını keşfeder miyiz? Ne güzel bir hikâye olur, hatta bundan bir bile kitap çıkar, değil mi? Çıktı diyelim, acaba türü ne olur?
Demirel’e, sorsak, kesin, “Sanat çok büyük bir şey,”[19] diye başlar, “binaenaleyh, hiçbir şeye lüzumundan fazla ağırlık vermemek lazımdır”[20] diye bitirirdi, doğru “patern”de cevap verdiğinden yine müsterih.
NOTLAR:
[1] Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2023.
[2] Demirel biyografisine bakılırsa, örüntü ya da benzer doku gibi çevrilebilecek “pattern” kelimesini ilk ithal edenlerden biri Demirel’miş.
[3] Ted Underwood (2016), “The Life Cycles of Genres,” University of Illinois at Urbana Champagne Library,
[4] A Memoir For My Former Self: A Life in Writing (Önceki Kendime Bir Günce: Yazmayla Dolu Bir Yaşam) eserinde söylemiş. Alex Clark, “The Big idea: Should we abolish literary genres?”, The Guardian, Kasım 2023.
[5] Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2023. Aslında Bora'nın Hasan Âli Yücel biyografisi de Demirel'den bu bakımdan çok farklı değildi.
[6] Mustafa Arslantunalı’nın sözü, Tanıl Bora ile yaptığı söyleşisinden, “Devlet Fikrinin Adamı: Demirel,” Kıraathane, Aralık 2023
[7] Gökçer Tahincioğlu’nun Tanıl Bora’yla söyleşisi, “Demirel: Her şey olan bir ‘homo politicus’,”Gazete Oksijen, Temmuz 2023.
[8] Tanıl Bora’nın sözü, Ruşen Çakır’a verdiği söyleşi, “Tanıl Bora ile Demirel Kitabı Üzerine Söyleşi,” Medyascope, Temmuz 2023.
[9] Fatih Özgüven, “Önce Köy Çocuğu Sonra da Mühendis: Wilhelm Meister’in Değil Süleyman Demirel’in Çıraklık Yılları,” K24 Kitap-Kritik, Ağustos 2023.
[10] Murat Bjeduğ, “Tanıl Bora’dan Siyasi Biyografi Kitabı,” T24, Temmuz 2023.
[11] Barış Özkul, “Tanıl Bora’nın Biyografisine Dair Notlar,” Birikim, Temmuz 2023 (Tırnak işareti yazara ait).
[12] Vahap Coşkun, "Ben Sizin Istırabınızın Çocuğuyum", Perspektif , Ağustos 2023.
[13] Lea Ypi, Özgür, Dünya Parçalanırken Büyümek, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2023.
[14] Jonathan Franzen, The Kraus Project, Notting Hill: The Fourth Estate, 2014.
[15] Behçet Çelik, “Yabancı, Türler ve Etiketler: Yazılamayan Bir Yazının Anatomisi”, K24 Kitap Kritik,, Aralık 2023
[16] “Devlet Fikrinin Adamı: Demirel,” Kıraathane
[17] Behçet Çelik, “Yabancı, Türler ve Etiketler: Yazılamayan Bir Yazının Anatomisi”, K24 Kitap Kritik
[18] Reha Çamuroğlu, İsmail, Doğan Kitap, İstanbul, 1999.
[19] Demirel’in Ayla Kutlu’ya Şubat 1994’te verdiği, Türkiye Yazarlar Sendikası Dergisi, sayı: 4’te yayımlanan söyleşiden.
[20] Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2023, s. 186.
Önceki Yazı
Cehennem Yıldızı Remina ya da ezoterik gezegenbilim
“İto’nun bu işini diğer işlerinden ayıran, bilimsel bilgiyle mistik bilgiyi bir araya getirmesidir – bilimsel bilgideki rasyonel temeli en baştan reddetmektense. Sonuç yine aynıdır gerçi, zira hiçbir şeyin nedeni kavranamaz ve insan kontrolü altında olmayan güçlerin insafına kalmış vaziyette, sonu gelen bir şey halini alır. Buluşları, kontrol sevdası, anlama arzusu, onun sonunu hazırlayan vektörün kendisidir bu anlamda.”
Sonraki Yazı
Tanpınar’ın alımlanmasına dair bir izah denemesi (II):
Yeniden keşiften fahri Tanpınarcılığa
“Ahmet Hamdi kimdir? Nasıl Tanpınar olmuştur? Bunun, onun için ve belki de başkaları için –varsa– kefareti nedir? Tanpınar neleri anlatmış, neleri anlat(a)mamıştır? Neden? Edebiyat araştırmalarında böyle bir yeni eğilim yavaş yavaş –sadece Tanpınar’la sınırlı olmadan– filizlenmektedir.”