Bir zamandan diğerine Tuncay Betil
“Kendi trajik-içedönük gerçeğinden kaçamayan, kaçmak için çaba göstermeyen Betil resmi tek yaşama nedenine dönüştürmüştü...”

Gümüşlük (ayrıntı), Tuncay Betil, 1987, Eskiz Sanat Galeri, Ankara Fotoğraf: Eskiz Sanat Galeri Arşivi
Tuncay Betil resimlerinde bir düşüncenin, bir kavramın, bir yaşantının daha iyi anlaşılmasını sağlayacak tek bir alegoriye rastlanmaz dediğimizde abartılı bir iddiada bulunmuş olmayız sanırım. Yerini yurdunu bulamamış çocuklar, çocuk-kadınlar bir perdenin, pencerenin “arasına” sıkışır; iki kız kardeşin kafası geride, uzakta, sanki bir toz kalkmış da, pususundan zar zor silüeti seçilen bir köyün önüne gerilir; başka bir kız çocuğu toprağı yorgan gibi boynuna kadar çekmiştir; umutsuz suratlı, beş yaşlarında biri, kucağında kundaklı bir bebeği tutar…
Tek başına genç bir kadın, tek başına bir ağacın önünde, tek başına kedi, arkası dönük kedi, geride bir ev ve birbirine tıpatıp benzeyen anne-kız, geride bir ev, elinde oyuncak bebeğini tutan çocuk. Yazında ya da sanatın farklı dallarında olduğu gibi, figüratif resimde çok bilinçli bir niyete sahip olmak tehlikelidir dense de, bu dokunaklı “manzaralar”, bu gülmez kız çocuk-başlarının resmedilişlerindeki inat, bir süre sonra kör edici de bir deneyimden, görmez hale dönüşten öte, bu resimlerin şiirsel-öyküsel yeniden yaratımını mümkün kılar.
Sanat tarihinde hangi bedenlerin görünür, hangilerinin temsil kapsamı dışında tutulacağı zımni anlaşmasını hiçe sayarcasına, kimi zaman ifadesiz algılanan bu binlerce çocuk kafasının sonsuz tekrarı, bu bilinçdışı refleks, sanatçının zincirlerinin ve kurtuluşunun sırrını taşır. “Bastırdığımız için tekrar etmeyiz, tekrarladığımız için bastırırız” diyen Gilles Deleuze gibi, farktan tekrarın üretilmesi, tekrardan da farkın seçilip ayrılması bir ebedi dönüş motifiyse eğer, Betil’in sanatsal “mesleğin” yarı-dinsel, kutsal karakterine eklediği öznellik, aura ve ciddiyetle yinelediği çocukların, bebeklerin, uzaktaki silik köylerin farkı, sanattaki nedensizlik yasası uyarınca, benzer nesne-varlıkların benzersiz ilişkiler içinde bir üslubun zorunlu halkaları haline getirilmesidir.

Tuncay Betil Resim Sergisi, Doku Sanat Galerisi, 2022.
Fotoğraf: Doku Sanat Arşivi
Bu “dünya-resmi” ilk keşfettiğimizde bizi daha zengin bir yolculuğa sürükleyen Betil’in yaşamöyküsüdür elbette. Ama tabii Pierre Michon’un yaptığı, biri eseriyle kutsallaştırılıp tahta oturtulan ve ölümsüzleştirilen, diğeri biyolojik bedeniyle çürüyüp giden iki bedenli kral ayrımına dayalı bir yaşamöyküsü değildir söz konusu olan. 19. yüzyıl öncesinden günümüze kadar, eğitimden betimleyecekleri konuya kadar sürekli kısıtlanan kadın sanatçıların genelde yok sayılan ve bir ayakta kalma mücadelesi olarak okunacak “tek ve aynı” yaşamöyküsüdür. O da özel bir yaşamı olmasına karşın yokmuş gibi davransa, bu yapmacık davranışı kendisi için bir “gerçekliğe” dönüşse, bu gerçekliği derisine maske yapıp resimlerini onunla yapsa iki bedenli krallardan biri olup çıkacakken, biyografi niyetine şu satırlar, “hakkında bilgi sahibi” olmamıza yetecektir:

Tuncay Betil, 15 Temmuz 1938’de Erzincan’ın Kemah ilçesinde dünyaya geldi. Babasının mesleği nedeniyle birçok şehirde eğitim aldıktan sonra 1957’de Ankara Kız Teknik Olgunlaşma Enstitüsü’nden diploma aldı. Bu dönemde kısa süreliğine fotomodel olarak çalıştı. Küçüklüğünden beri resim sanatına duyduğu ilgiyi, özel eğitim almadan da olsa, pek çok yarışmada elde ettiği başarılarla kanıtladı. 1965 ile 1971 yılları arasında Paris’teki özel bir atölyede resim yeteneklerini geliştirme fırsatı yakaladı. 1985’ten sonra ekonomik zorluklarla karşı karşıya kalmış ve birçok eserini yaşamını sürdürebilmek için çok düşük fiyatlarla satmıştır. Bu zorlu dönemde üretkenliği artmasına rağmen ekonomik sıkıntıları nedeniyle birçok eserini ucuza elden çıkarmıştır. 1988’de siroz hastalığı nedeniyle aramızdan ayrılan Tuncay Betil, ardında birçok değerli ve anlamlı eser bırakmıştır.
Ne var ki, hayat hikâyesi maksadıyla, bu rasyonel ve tutarlı bir akış kazandırılmış ifadeler bir yaşamı anlatmaya ancak kenarından yeter. Kalacak yer, içki, yemek karşılığı satılmak zorunda olan resimler, bu şekilde idame edilen bir hayat, yaşamı da hikâye olmaktan çıkarır. Her resim ayakta kalacak, direnecek bir gün demektir. 1973-1988 etkin sanat yılları arasında otel odalarında, sokaklarda, birahanelerde, parklarda, genelevde[*] üretilen yaklaşık 40 bin resim, bir kadın sanatçının “günbegün biyografisi” olur çıkar. Ve bir günün sadece bir gün olmadığını, insanın bir günde sevdiğini, bir günde terk edildiğini, bir günde oturduğu evden atıldığını, bir günde boşandığını bu biyografiden öğrenirsiniz. Ressamın geçmişiyle bağlantılı herhangi bir günün, bir sıra takip edilmeksizin, sonu bir feragatle, dünyevilikten, dostluktan, aşktan vazgeçişle başlangıç yapan bir günün resimsel ifadesi-üslubu ise artık bir teknik meselesi değil, bir görüş meselesidir; çünkü o, başka hiçbir şeye indirgenemeyen, dışlanmış bir iç dünyanın tercümesidir.
“Gerçek, birbirimize çarptığımız o andır” diyen Jacques Lacan gibi, Tuncay Betil resimlerine de bir “çarpma” söz konusudur. Dışsal-dünyasal olandan içsel-benliğe ait olana, sözlü ifadeden çözülebilir, uçucu düşünceye, hatta bazen soyutlamaya, andan sonsuzluğa ve en önemlisi kronolojik zamandan tarihsel zamana geçişi doğrularlar. Yazar Gülseren Mungan’ın ifadesiyle “bir kent gezginidir”; Ankara sokaklarında, bir kentin acıyla buluştuğu noktalarda, kıyı-kenarlarda varlık kazanmıştır binlerce resim; içinde çiçeklerin, ağaçların, sokakların, kadınların, çocukların yüzdüğü sessiz çığlık… Dolayısıyla bu resimler, her yeni kuşak için bozulmuş, altüst olmuş, kısacası tanınmaz hale gelmiş bir uzay-zamanda dolaşmaya kapı açar; bakan göz için kurulacak ilişki, hafızayı, zekâyı, duyarlığı ve ne olursa olsun mizahı içeren bir işbirliğinden ibarettir. Resimsel mekânın kendisi, a priori olarak durağan olmasına rağmen, sabit figürlerin geriye dönüşsel şaşılası doğası, sürekli başkalaşım içindeki dekor, şefkat, arzu, özlem, arayış gibi evrensel içerikler yanında, dişil soyun devamıyla bağlarını koparmamış, bu bağları sembolize edecek “birbiriyle konuşan kadınlarla” doludur: kız bebek, kız çocuk, ergen, kadın, kız kardeş… Koyu yeşil karton bir kâğıttaki pastel resimdeki gibi; silik yüzü, eski, eprimiş elbisesiyle flu hatlarla beliren küçük bir kız çocuğu ve onun yanında bir yengeç imgesi. Genelde pastel ve suluboya çalıştığı resimlerin neredeyse hepsinde bu tek başına, iri gözlü kız çocuğu “tekrar edilir”. Bu tekrarda sanatçının kendi benliğinin, bu kız çocuğuyla yaşattığı benliğinin imgesi yanında, yüksek plastik sanat ortamı ve onun kontrol ettiği sanat “piyasasında” anlaşılmayan ve görmezden gelinen bir kadın sanatçının, resmetme eylemiyle “kendini kendine hatırlatarak” değersizleştirilmeye ve yok sayılmaya karşı ölene dek direndiğini görmek zor değildir. 1980’de ablasının intiharı, ardından eşi tarafından terk edilmesi, onu alkole sarılmış, sokaklarda, parklarda, gar bekleme salonlarında 6-7 yaşlarındaki oğluyla ayakta kalmak zorunda bir kadına dönüştürse de, kırıldığı yerden üretmeye devam etmek içsel bir zorunluluğa dönüşmüştür sanki. Bilinç akışına benzer şekilde, gözün sıyırdığı her resmin altından, bir kız çocuğunu koruması gereken başka bir kız bir çocuğu incecikten belirir. Böylelikle kompozisyon, bu resim olmasaydı belki de bakan gözün kendisinde göremeyeceği şeyleri ayırt edebilmesini sağlamak için sunduğu bir tür optik araca dönüşür.
Sayfalara sığmayacak kadar hüzünlü bir yaşam Tuncay Betil’inki. Ufak bir araştırmayla tonlarca acılı öykünün içinde bulabilirsiniz kendinizi. Ama beni –ve umut ediyorum gelecek genç kuşakları– bu yaşamöyküsünde asıl ilgilendiren, resimleri yok pahasına satılmış ya da talan edilmiş bir sanatçının görünürlük mücadelesine dönüşen yolculuğudur; yoksa yine Gülseren Mungan bu ağır yaşamın “bir kısmını” 1995 tarihli yazısında sündürmeden zaten özetlemiştir:
Bir zamanlar Ankara’da yayımlanan Yeni İnsan dergisinin Haziran-Temmuz 1980 tarihli 4. sayısının kapağına bakıyorum şimdi. Şahin Kaygun’un objektifinden görüntülenen Tuncay Betil, Ankara’daki sergilerinden birinde, bir salon dolusu resmin ortasında. Fotoğraftaki kadın kendinden oldukça emin, güçlü bir Tuncay. Henüz ışıksız ve ateşsiz odalarda karanlık ve soğuğun, küçük, isimsiz otellerde korku ve yalnızlığın yaşanmadığı yıllardan bir anı. Tuncay Betil yaratıcılığın giderek tüketip yıktığı birisi miydi? Yoksa yaratarak mı göğüsleyebilmişti her şeyi? Bunu anlayabilecek kadar ona yaklaşamadım hiçbir zaman. Benim belli bir düzenin içinde akıp giden hayatımın yanında onunki ancak uzaklardan bakabildiğim, büyük ve değerli ama oldukça uç noktalarda yaşanan, ürkütücü bir yaşamdı. Eğer sanatçıların yaşadıkları mutsuzluklar yaratıcılıklarının bedeliyse, Tuncay’ın ödediği, kuşkusuz bu yolda ödenmiş en ağır bedellerden biriydi.
Neler yapılmaz ki bu yaşamdan; tanıyanların ağzından anlatılanlardan bir anı-kitap, içinde elbette kadri bilinmemiş ressamların, mesela Betil’in yakın dostlarından biri ve yaşadıklarının tanığı, suluboya dâhisi bir Müfit Çelik’in, isimsiz edebiyatçıların, sanat emekçilerinin yerini aldığı bir belgesel, geçinmek için meyhanelerde, birahanelerde, çay bahçelerinde günlük yapılması gereken bu resimlerin öykülerinin neredeyse günü gününe tek ortağı, kendinden hiç ayırmadığı, oğlu Utku Betil’in hatıralarından kent-mekân-zaman-sanatçı odaklı bir “geriye kalan”, bir seveninin: “Gecenin kıyısında annesinin elini bırakmayan bir çocuk, kadın resimlerini yaptıktan sonra sızıp kalır; çocuk nöbetçidir iri iri açtığı gözleriyle kadının başında; uyandığında: ‘Ne oldu bebeğim, çok korkmadın değil mi?’ diye sorar annesi, sonra çocuk anlatmaya, kadın çizmeye devam eder” diyerek bir sahnesini hayal ettiği bir film, son olarak, belki de en anlamlısı, odağına müstakil varoluşu, kendi öznelliğinin sırrını taşıyan dişil soy bağıyla “konuşmaya devam edişi”, küçük kızın annesi ya da kendinden önceki küçük ya da büyük kız kardeşiyle ilişkisini karakterize eden özneler-arasılığı, diyalog arayışını, bu ilişkinin, sanatçının üretimleri yoluyla, silinmediği, unutulmadığını ve “tekrar edildiğini” ve kültürel düzenin aslında temelinde yattığını alan Betil’in feminist bir biyografi çalışması.

Tuncay Betil Resim Sergisi, Doku Sanat Galerisi, 2022. Fotoğraf: Doku Sanat Arşivi
Kendi trajik-içedönük gerçeğinden kaçamayan, kaçmak için çaba göstermeyen Betil resmi tek yaşama nedenine dönüştürmüştür. 1988’de siroz kaynaklı ölümünün ardından, küçük bir dost grubunun katılımıyla yapılan, gösterişten uzak, sade cenaze töreni, törenden ziyade sessiz bir eşliğe benzetilir. Tuncay Betil’in kabrini ise ressam Şefik Bursalı yaptırmıştır. Biz de sanatçının elli yıllık kısacık yaşamındaki olumsuzluklara, yoğun boğuntulara rağmen karşılaştığı tüm çirkinliklere yarattığı güzelliklerle bir karşı koyuş adına, sanayideki bir araba tamircisinin duvarı dahil, geçen zamanın bir yerlere taşıdığı bu binlerce resmin neredeyse her birine kondurduğu, öylece varoluşlarında suskun direnci yakaladığımız çiçeklerden, en çok da kırmızı renginin canlılığı, dayanıklılığı nedeniyle yeniden doğuş ve umut sembolü olarak kabul edilen gelincik çiçeklerinden bırakalım bu kabre.
[*] Tuncay Betil, Ankara Genelevi’nde gerekli izinleri alarak resim yapan ilk kadın ressamdır.
Tuncay Betil’in 1978-1988 yılları arasında açtığı sergiler:
1978 Cumalı Sanat Galerisi, İstanbul
1980 Leonardo Sanat Galerisi, Ankara
1981 Evrensel Sanat Galerisi, Ankara
1983 Kibele Sanat Galerisi, Ankara
1984 Dönüşüm Sanat Galerisi, Ankara
1984 Galeri Sanat Yapım, Ankara
1984 Doku Sanat Galerisi, Ankara
1985 Pinokyo Sanat Galerisi, Ankara
1985 Leonardo Sanat Galerisi, İzmir
1986 Mige Sanat Galerisi, Ankara
1987 Galeri Selvin, Ankara
1987 Doku Sanat Galerisi, Ankara
Ayrıca 1965-1988 yılları arasında birçok karma sergiye katılmıştır.
Önceki Yazı

Kaldırım kitapçısı ve şair Anastas Kozma Andosoğlu:
Bâbıâli’nin yitik bir siması
“En eski kaldırım kitapçılarından biri –belki de en eskisi– olan, Bâbıâli kaldırımlarında yağmur, çamur, rüzgâr dinlemeden bu mesleği icra eden Anastas Kozma Andosoğlu sadece kitapçı değil, bir şair aynı zamanda.”