Bin Yayla:
Bir problem olarak okuma (ve yazma)
“Okumayı yazmadan ayırmak nafile bir çabadır ve tersi de aynı şekilde geçerlidir. Okumadan yazılamayacağını herkes bilir, ama daha az bilinen, yazmanın da bir tür okuma olduğudur.”

Gilles Deleuze ile Félix Guattari, Fransa, 1980. Fotoğraf: Marc Gantier
Okuma problemi başlı başına bir sorun ve nasıl okunacağını anlamak, okunan şeyi anlamanın püf noktası. Tabii ki burada kasıt, genel anlamıyla kitabın nasıl okunacağıyla ilgili yönerge ve kural dizileri sayıp döken kitapların sorunsallaştırdığı haliyle okuma değil. Hiç mi hiç değil hatta. Bu, sorunun nesnesini bir genellemenin tekeline sokup sorunu savuşturmakla bir olan bir strateji. Bu tip kitapların, diyelim ki “kitap okumaya dair kitap”ların nezdinde (Charles Van Doren ve Mortimer J. Adler’in Kitapları Nasıl Okumalı cinsi bir kitap özelinde mesela) kitap okumanın optimal ve ideal olduğu söylenebilecek bir yolu vardır ve bu yol kitabın “tür”üne göre, kısmi modifikasyonlarla kendini tekrar eder.
Bu, okuma süresinden okunan sayfanın sayısına, okumadan önce, okuma sırasında ve okumadan sonra alınan notların niteliğinden “tekrar okuma”nın “yapılma koşulları”na dek, okumaya içsel ve dışsal pek çok pratiği içerebilir ama temel varsayım şudur: Bir kitabın nasıl okunması gerektiğini okunan tekil kitabın kendisi belirlemez, belirleyemez de, çünkü her kitap en nihayetinde bir kitaptır ve kitap denen mecrayı tüketmenin diğer yollardan daha verimli yolları vardır ve bu yolların hiçbiri yazmayı verimli kılan yollarla kesişmez ya da birleşmez, yani yazma problemiyle tamamen ilişkisizdir. En azından varsayım budur.
Kuşkusuz ki tüm bunlar yanlış bir çıkarsama silsilesine delalet ediyor. Ama ondan da önce problem yanlış konumlandırılıyor. Dolayısıyla, bir “okuma tekniği”nin verimliliğini teste tabi tutmak gafletine düşerek, diğer bir deyişle tuzağa düşerek okuma edimini düşüncenin sığ bir nesnesi kılmaktansa, okuma problemini yazma probleminin kendisiyle bir arada düşünerek okumanın nasıllığını söz konusu etmeyi önereceğiz. Bu, “okumanın nasıllığı sorunu”na genel, tümel ve farkında olmaksızın niceliksel “çare”ler öneren sözde kuramların tekelinden sorunu çıkartıp onu özel, tikel ve tastamam niteliksel bir bağlama oturtmak için elzem. Böylece okumayı her seferinde yeniden icra ve icat edilmesi gereken bir eylem olarak, “olması gerektiği gibi” bile değil, özünde hep olduğu gibi düşünebiliriz. Arz ettiği dizisel farklılıkta, özgüllüğünde, diyelim ki olanca ikircikliğinde, kitaptan kitaba yenilenen bir edim olarak. Basitçe: Gerçekten okuyarak.

Bin Yayla
Kapitalizm ve Şizofreni 2
çev. Emre Sünter
Norgunk Yayıncılık
Ocak 2024
558 s., büyük boy
Tabii ki bu sorunu karşı olduğumuz tutumun ihtiva ve formüle ettiği, dışavurduğu şekilde, özel ve genel türevleriyle bütünselci bir perspektiften ele almayacağız. Bu, sorunun doğasına ve içeriğine gerekli dikkati göstermeksizin soruna değinmeye çalışmak gibi, nafile, beyhude bir çaba olurdu. Tasarı sorunu, sorunun konumlandırılması özelinde de geçerliliğini korur, hatta bakidir: Her kitabın kendi payına, kendince okunması gerektiğini öne süren bir bakış açısı ya da yaklaşım, bunun “her kitap” için yapılması gerektiğini söylemekle yetinerek ya da bu söylemi “genel hatları”yla açıklayarak iş göremez; aksine, halihazırda okunmuş bir kitabın üstünden (asla üstüne değil) düşünerek var olur. Kısacası sorun her kitabı sistemli bir şekilde okumak olmadığı gibi, alelade bir biçimde okumak da değildir. Bir kitabı, kitabı var eden süreçleri, ayrı ayrı ama ayrıca bileşik süreçler olarak okuma ve yazmayı hesaba katarak söz konusu etmek, kitabın içerdiği düşünceleri düşünmenin de ötesinde, o kitabın içerdiği düşüncelerin oluşumunu mümkün kılan düşünceyi, “kitabın tasarımı” denen şeyi düşünmeye karşılık gelir. Ve bu, doğası gereği, “her seferinde bir kitap” için yapılabilir ancak. Kendi payına, kendince yazılan bir kitabın kendi payına, kendince okunması. Okumanın mühendisliği ve tersine mühendisliği. Bir kez anlamak, bir kez de anladığını anlamak için okumak: Arı Usun Eleştirisi’ni bir kez anlamak için en az iki kez okumak gerektiğini söylemiyor muydu Immanuel Kant? Bu örnek özelinde: Teyitli okuma. Kitabın, nesnesinin (akıl) işleyiş koşullarını teyit etmek üstünden iş gören bir düşünceyi benimsemek suretiyle kendi varlığını (ve yöntemini) gerekçelendirişi.
Bizim (kısa) okumamız ya da mülahazamız (Emre Sünter tarafından ustalıkla çevrilmiş, kararınca notlanmış ve harikulade okunmuş olan) Bin Yayla üstünden ilerleyecek. Yalnızca kitap baştan sona okunmuş olduğundan değil, bu hususu tartışmak için gereğinden fazla materyal sağladığından, akademisyenlerin dediği gibi, bir “zengin örneklem” olduğundan. Diğer bir deyişle, yazmayı sağlayan okumanın biçimini yazının ta kendisinde dışavuran, okuma ile yazma sorununu bir ve aynı sorun olarak görür duran, okumayı yazmanın önceli değil de uzantısı olarak kavrayan bir kitap olduğundan diyelim. Kısacası, bir problem olarak okumayı “tasarım problemi”nden ayırt etmediğinden, çözümü sorunun içinde bulduğundan. Daha fazla uzatmadan başlayalım.
Bu kitabı üç farklı boyutta ele alacağız. İlkin, kitabın içeriğinin biçimlendiriliş tarzına göz atacak, ardından bu biçimin içerikte nasıl yankılandığını inceleyecek, son olarak ise içerik ile biçimin nasıl kavuştuğuna, (Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin’de de söz edilen) bir “içerik-biçim”in bu kitap özelinde nasıl temrin edildiğine değineceğiz. Her bir boyut, okuma edimini yazma ve düşünme edimine bir adım daha yaklaştıracak ve en nihayetinde ikisini, artık birbirinden ayırt edilemez hale geldiği bölgede kaynaştıracak, hatta özdeşleştirecek. Bir kitap için bu kadarı fazla mı? Yorucu mu? Zor mu? Evet, ama kimse okumanın kolay olduğunu söylemedi ki. Yine de her şeyi basitleştirebiliriz, “okuma keyfi”ni bozmamak adına. Elimizden geldiğince. Ya da sıklıkla dendiği gibi: “Olduğu kadar.”
İçerikten biçime
Öncelikle, Bin Yayla’nın “bölüm”lerden oluşmadığını söz konusu etmek gerek. Bu kitap “yayla”lardan oluşur; yani her biri bir diğerinden görece bağımsız ama yine bağlantılandırılabilir “kısım”lardan. Burada kesit kavramındansa kısım kavramını tercih ediyoruz, zira söz konusu olan bir akışın, doğrusal bir cereyanın anları, momentleri değil, kendi başına değer arz eden, fakat bir arada da değerlendirilebilir olan ve bulunan, hem tek hem de çok, kısacası eklemli olduğu kadar müstakil parça ya da parçacıklardır. Bunlara Deleuze’yen bir deyişle “göçebe bölüm”ler, Guattari’yen bir deyişle “diyagonal hat”lar diyebiliriz, ama her ne dersek diyelim, her halükârda işlevi değişmez kitabın kısımlarının: Kitabı birbiriyle sonsuzca ilişkilenebilir bölümlere ayırmak ve tam da bu ayrımdan kısımları çekip çıkarmak. Tam da bu işleve işaret eden bir alıntı bile sunmak mümkün kitaptan, kitap denen şeyi tamamen bu işleve göre (yeniden) tanımlayan: “Yazının imlemekle hiçbir ilgisi yoktur, gelmekte olan toprakların ölçümü, haritalandırılmasıyla ilgisi vardır.”
Bu kitabın bölümleri yoksa, bölümler kitabı bir “sonuç bölümü”ne, bir vargıya götürdüğü içindir. Ama yine de, yazarlar bizden kitabın sonuç kısmını “en son okuma”mızı istememiş miydi? Evet, ama bunun nedeni her şeyin sonucunun kitabın sonuç bölümünde yer almasından değil, kitabın sonuç bölümünün tüm bölümlerde değinilen ve formüle edilen kavramların bir tür boğumlu serencamı gibi iş görmesinden ve diğer bölümlerin arasındaki çaprazlama bağlantılılığı kendi içinde muhafaza etmesindendir. Dolayısıyla, buna sonuçtansa “paketleme” ya da “düğüm” bölümü demek daha doğru olurdu, ama kitabın başında da dendiği gibi, figure of speech, “herkes gibi konuşma” hali yine de yeğlenir, eldeki şeyin yabancılık düzeyini bir kat daha artırmamak, kitabı iyice “anlaşılmaz” kılmamak adına Gilles Deleuze ile Félix Guattari’nin daha kitabın başında belirttiği gibi, “gündelik dil” denen şeyi dahi temellük edip, temellük edilemez görüneni temellük edip konuşmaktır biraz da söz konusu olan. Ama her zaman için bir ayırt-edilemezlik noktasına varmak için. Dilbilimsel bir casus-oluş uğruna.
Dolayısıyla kitap, “giriş bölümü”nde de işlendiği üzere, bir tür köksap gibi iş görür: Hiçbir köke, kökene işaret etmeksizin, dairesel ya da doğrusal değil diyagonal bağlantılar kurarak, kendi içinde kanallar açarak, her bölümün bir diğer bölüme göndermede, anıştırmada ya da çağrışımda bulunduğu bir süper-otoyol oluşturur. Ve bu yolları doğrusal kılmadığı düzeyde tarihsel de kılmaz, en azından bir ereğe gönderecek, işaret edecek şekilde: Kitabın her bölümü çeşitli “yıl”lara göndermede bulunsa da, bu yıllar kitabın içinde hep zikzaklıdır, gitgelli ve dağıtıktır; bir sonraki bölüm daha önceki bir yılı ya da bir epoch ya da aeon sıçramasını içerebilir, diyelim ki on yılları da, yüz yılları da aşabilir. Bu da kitabın tarihten çok “tarihsel an”larla ilgilendiğini ve bu “an mantığı”nı gözeterek konu aldığı şeyleri “okuduğu”nu belirtir. Deleuze de Müzakereler’de şöyle der kitabın kısımlarını ihtiva eden kurgusu hakkında: “Bir kopuk halkalar bütünü gibi. Her biri diğerlerinin içine geçebilir.” Bu düzeyde kitabın biçimi, halihazırda içeriğince belirlenir: Ağaçsı, arboresan herhangi bir yapıya karşı olan bir söylem, köke karşı olduğu gibi “gelişim”e, bir telos’a, programlı ya da programlanmış bir “son”a da karşı olacaktır (ve bu yolda hiyerarşiyle, kastla, üçgenlerle de zıtlaşacaktır), düpedüz karşı olmak değil, ona alternatif olarak var olmak, onun “dışarı”sında olmak anlamında. İşte bu kitabın içeriğinin biçimlendiriliş tarzı budur: İçeriğe şekil vereyim derken kurulan, içerikten mülhem, ondan kaynaklı ya da ilhamlı, ama daha da çok dolayımlı, ondan türeyen bir biçim.
Bu düzeyde okuma sorunu yapı sorunundan, kitabın nasıl yapılandırıldığı sorunsalından ayrılamaz. Daha ziyade onunla eşanlamlı hale gelir. Bu örnekte ise söz konusu olan, kitabın sözce ve söylemlerine uygun bir biçimde, herhangi bir yerinden okunabilir, bir ağ gibi yapılanmış, asla sıkılamayan, gevşek düğümlerle birbirine bağlı kısımlardan oluşan bir kök-kitap değil, köksap-kitaptır. Öte yandan, bu kitap yaylalardan oluşuyorsa, yaylalar doğaları gereği katmanlı olduklarından ama ayrıca bir diğer katmanla kesişim sağladıklarındandır. Bir katmanlaşma olarak kitap. Basit yataylıklar ya da sert dikeylikler değil, “her şeyin her şeyle ilgili olduğu” derinlikler üstünden zuhur eden bir kitabilik.
Biçimden içeriğe
Ama tabii ki biçim içerikten mülhem olduğu düzeyde içerik de biçime göndermede bulunuyor bu kitap özelinde. Kendimizi tekrarlamak pahasına söyleyelim: Kitabın bölümleri köksapsal bir yapıya sahipse, bu, kitabın ta kendisinin bir tür köksap olmasıyla, bir köksap gibi yapılanması ve iş görmesiyle ilişkilidir. Hatta yalnızca bu kitap da değil, tüm kitaplar bir köksaptır bu kitabın perspektifinden; sadece içeriklerinin göreli geometrisine göre, doğrusal, dairesel ya da diyagonalliğine binaen birbirlerinden ayrılırlar. Öyle ki, kök-kitap bile bir köksap-kitaptır ilksel formasyonu üstünden incelendiğinde (Johann Wolfgang von Goethe’nin tüm majör edebiyat külliyatını önceleyen fragmanları, “çiziktirme”leri).
Gelmiş geçmiş en kesintili yazım türü olan aforizma üstünden bile örnekleyebiliriz bu durumu (her ne kadar Deleuze ve Guattari aforizma ile maksim arasında net bir sınır çekip birini buyruğun, diğerini ise yeğin bir düşüncenin embriyonik hali olarak görse de). Nietzsche’ci aforizmaların mikro ve makro çatallanmaları vardır mesela: Şen Bilim hem beş “ayrı kitap”tan oluşur hem de bu kitaplar arasında direkt ya da dolaylı göndermelerle, kendi içinde mekik dokur (ama bu, Platon’un Devlet’indeki kitapların işlevinden tamamen farklıdır; zira Platon “kitap içindeki kitaplar”ını tek bir bütünün “bütünleyici parça”ları olarak alır, yani ideal devleti tümleyen özsel veçhelerin tematik incelemesi olarak görür). Çeşitleyerek yinelersek, Goethe’ci aforizmalar diğer taraftan bir doğruyu izler: Hikmet dolu kelamlar art arda gelir ve her biri mükemmel bir bireyin bir başka dışsal ya da içsel veçhesine göndermede bulunacak şekilde, demet demet, elifi elifine dizilir. La Rochefoucauld’cu aforizmalar (ya da vecizeler) ise hayat üstüne dağınık ve dağıtık gözlemlerin toplamından oluşur; sıkıştırılmış, yoğunlaştırılmış, düz yazıdan koparılmış Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar’dır onunkiler (Almanların Fransızlara duyduğu hayranlığın en dibinde, felsefeyi edebileştirmesi vasfıyla, François de La Rochefoucauld vardır).
Ana konuya dönecek olursak: Her halükârda, bu kitapta söz konusu olan, türlü haliyle biçimin içeriğe yansımasıdır, içeriğin biçime yükselmesi olduğu kadar. İlk bölüm, köksapa dair olan kısım bize doğrusal olmayan bağlantıların bir kılavuzunu sunar; amaç düşünceyi çaprazlama oluşlara açmaktır. Bundan kasıt, düşüncenin imge olarak bir sistemi, bir sarayı ya da bir öte dünyayı model almadığı, yukarıdan aşağıya doğru gelişmeyen, kesif bir dikeylikte bulunmadığı kadar sığ bir yataylıkta da yer almayan, daha ziyade çaprazlama fikirlerin deryasında yüzen bir düşünce, düşünüm yaratmaktır. Tam da bu nedenle kitap, daha ilk bölümünden onlarca düşünceyi art arda sıralar, ilişkilendirilir, böylece fikirleri üst üste bindirir durur, sanki söz konusu olan bir tür düğümdür, hatta toplu bir düğündür (çoklu fikri izdivaca maruz bıraktığı kadarıyla), kitabın sayfaları arasında ve içinde kurulan. Daha ilk bölümden kısa ve uzun vadeli belleğin yaratımı nasıl etkilediğinden, Chomsky’ci dil ağaçlarından, Heinrich von Kleist ile Franz Kafka’nın yazım tarzları arasındaki ilişkisellikten bahsedilir; ayrıca Patti Smith’in liriklerinden (muazzam Horses albümü), Amsterdam’ın şehir planlamasından ve dahasından da.
Tabii ki söz konusu olan, tüm bu “tema”ların bir kolajı değildir, daha ziyade bir asamblajdır: Konular birbirleriyle soyut düzeyde ilişkilendiği oranda, onları bir arada düşünmek bir sabuklamayı andırmaktansa makul olacaktır, zira birbirlerini tamamlarlar, kendi başlarına eksik olduklarından değil de her biri bir diğerinin bir başka yüzü olduğundan, böyle var olduğundan. Kökleri aramaya son verip kanalı takip etmeyi salık veren Smith’in müziğiyle (Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin’de enikonu tahlil edilen) “pek çok girişi olan” Kafka’nın külliyatı bu perspektiften birleşir, zira ikisi düşünce düzeyinde ayrılmaz birbirinden: Köksapsıdırlar. Bir Çek asıllı Alman yahudisinden kültürel anlamda soysuz bir Amerikana: Ofis hollerinden Woodstock’a.

Tüm bunlara binaen, ilk bölümden itibaren biçimde somutlanan içeriğin kendi içinde de biçimlendiğini, köksap bahsinin köksapsı olduğunu anlarız. Deleuze ve Guattari bize maddeler halinde, bir “direkt dil”le, doğrusal bir anlatı sunmaz köksap özelinde; daha ziyade köksapın kendi “söylenme şekli”ni koşullamasına izin verir. Köksap yalnızca bir söylem olmakla kalmaz bu raddede, aynı zamanda bir sözceleme dizisine, yazarların kullanmayı sevdiği bir tabirle bir “sözcelem düzenlemesi”ne mahal verir. Köksaptan bahsetmek, bahisin ta kendisinin köksapsı hale gelmesinden ayrılamaz. Köksap bir kuvvet, bir vektördür bu açıdan, “yazıyı kaçırır”. Diğer bir deyişle, yazıya kendi imgesinden bir biçim atar. Tam da bu seviyede bir şey “üzerine” söz söylenmez, daha ziyade bir şey “üzerinden” söz söylenir. Artık söz edilen ile söz ediş arasındaki ayrım yalnızca görelidir, yoksa mutlak değil. Köksaptan söz ediyorsanız, her şeyin “giriş”ini onda buluyorsanız, dilinizi de buna göre, buna binaen, bu minval ve izlekte bükecek, kıvıracaksınız, yani onu katmanlandıracaksınız ki, köksaptan ve onunla boğumlu şekilde bağlantılanan her şeyden “gerçekten” söz edebilin. Köksaptan bir başka şekilde söz etmenin imkânı yok. Köksapın söz edimi.

Ama her halükârda, kitabın biçiminin de köksapsı olduğu hesaba katıldığında, diğer bir deyişle dilenen yerinden dilenen şekilde okunabileceği düşünüldüğünde, tüm bu okumaları bir nevi simüle eden son bölümün de kendince (sistemli olarak) köksapsı oluşu hesaba katıldığında, kitabın biçimi içeriğe doğru izleyen boyutunun iki veçheye sahip olduğunu fark ederiz. İlk olarak, kendi içinde sürekli bölünen, bağlantılar kuran, söz ettiği kısa vadeli belleğe binaen iş gören, aynı anda hem birer yayla olan hem de yaylalar içinde “tema üstüne varyasyon”lar icra eden pek çok bölgeden oluşan kitap, kısım kısım ayrılmışlığını içeriğe doğru eritir, sindirir, ama dönüşlü olarak içerik de kendi içinde bu biçimi benimser ve söz ettiği şey her ne ise onun modus operandi’sini yazıya uyarlamayı kesmez, bu uyarlama silsilesini üst tanımlayan ya da kodlayan “fikir” de köksaptır: Kitabın içeriği dışarıdan ve içeriden bu fikrin imgesi üstüne inşa edilmiştir; ilk bölüm her şey ve hiçbir şeydir, “kitabın soyutluğu”dur, diğer bir deyişle onun “soyut makinesi”dir. Bu açıdan bu kitabın içeriği nasıl ki biçimini şartlıyorsa, tersi de bir o kadar doğrudur. Kitabın içeriğinin izdüşümünü biçimde bulabildiğimiz gibi, tersini de yapabiliriz. Bu da bize kitabın hayatın her alanında gözettiği ve ihtimamla incelemeye tabi tuttuğu çaprazlığı kitaba uygulama şansını verir. Belki de en iyi çaprazlama okunur Bin Yayla. Başlayıp bitirilmemeli, ortasından başlanmalıdır. Deleuze’ün “ortadan başlamak” şiarı ve düsturu hiçbir zaman bu kadar antimetaforik bir nitelik kazanmamıştı. İlk kez ve gönül rahatlığıyla söyleyebiliyoruz bunu: Kitabı dilediğiniz gibi okuyun, bir çocukmuşçasına, kitap bir çocuk kitabıymışçasına; zira bunun gerekçesi kitabın içinde verili. Belki de Bin Yayla’nın içerdiği hayvan-oluşlarından ve kadın-oluşlarından evvel çocuk-oluşlarından söz etmek lazım, kim bilir.
İçerik-biçim
Ama tabii ki içerik biçimle ve biçim içerikle kavuşuyorsa, içerik ile biçim boğumlu bir şekilde kavranacak, iç içe, eklemli bir halde de göz önünde bulundurulacaktır bu kitaba özel olarak, kitap içinde. Her ne kadar “içerik-biçim” kavramı temelde yazarların bir önceki kitaplarından, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin’den gelse de ve Kafka’nın kimi öykülerindeki bir yönelimi, imlenen ses ile bedenin bir hali arasındaki eşlenikliği ifade etse de (Kafka’nın öykülerinde imgelenen portrelerdeki eğik baş-dik baş ve bu ikilinin görüsünün yaratmış olduğu, öykülerin uzamı içinde yayıldığı ifade edilen, sırasıyla armonik ve rezonanslı sesler), bu kitap özelinde bu kavramı temellük ederek kendi işimizi görmek için kullanacağız. Deleuze’ün felsefeyi bir tür “alet takımı” olarak görmesine uygun bir biçimde, bu kavramı yeniden tanımlıyoruz bu bağlamda: Bir kitabın, en nihayetinde icra edilen, daha doğrusu yazılan biçimi ile içeriği arasındaki ilişkiselliğin bu ilişkiselliğin ötesinde, daha doğrusu ardındaki hali. Özetle: Yazıya biçim veren okumanın hali. Kitabın urdoxalojisi.
Bundan ne kast ediyoruz? Bir girişle başlayalım. Bir girizgâh yapalım, güzergâh belirleyelim. Genel varsayım şudur: Kitap oturulur ve yazılır. Bu varsayımla koşut bir diğer varsayım da kitabı yazmak için yapılan ya da yapılmış bulunan okumaların, okunan kitapların oturulup okunduğudur. Yani her zaman için tek bir okuma, her zaman için tek bir yazma şeklidir söz konusu olan, ki o da “Otur ve yap” buyruğunda billurlaşan, doğrusal olan ve bir kitabın nasıl yazıldığına dair de, bir kitabın nasıl okunabileceği hakkında da hiçbir şey ifade etmeyen bir söylemdir en temelde. En sistemli kitapların bile oturulup bir çırpıda ve sıra sıra yazılmadığı, hatta çoğu zaman ilk bölümlerinin en son yazıldığı doğruysa, bunun bir nedeni vardır: Kitabın planı, tasarımı, nevi şahsına münhasır bir yazmayı talep eder, ama tabii okumayı da. Tinin Görüngübilimi’nin en son yazılan bölümünün giriş bölümü olduğunu biliyoruz, ki gelmiş geçmiş en dizisel (asla sanıldığı gibi dizgesel değil) kitaplardan biridir o (ayrıca, bu kitap yazılırken yazarın en çok okuduğu kitaplar felsefe kitapları değildi hiç mi hiç; tarih kitaplarıydı daha ziyade). Ama tabii “gazete yazıları”nı tematik bir bütünlüğe kavuşturup 20. yüzyıl felsefesinin en absürd işlerinden birini ortaya koymuş olan Jean Baudrillard da, Simülakrlar ve Simülasyon’u yazarken bir kitap bile yazmaz, daha ziyade şurada burada “kalem çevirmiş”tir o. Dolayısıyla, bir kitap çoğu vakit ne bir doğru halinde yazılır ne de akılda bir kitap yazma fikri bile vardır. Kitap bazen sonuçtur, ama amaç olmaksızın.

Bin Yayla özelinde de geçerliydi bu durum. Bu kitabın ilk bölümü, örneğin, müstakil bir metin olarak, kitabın basımından yaklaşık olarak dört yıl evvel yayımlanmıştı. Benzer şekilde, kitabın kimi bölümlerinin daha önce kimi dergilerde yine müstakil birer metin olarak yayımlandığı da bilinir (tıpkı Deleuze’ün Foucault’sunda olduğu gibi). Her ne kadar Deleuze ve Guattari bu metinleri bu kitaba sokmak için yazmış olsa da, yine de onlara “kitap dışı” bir mevcudiyet hakkı da tanımıştı. Bunun nedeni, onların kitabını oluşturan metinlerin tanımı gereği birer yayla, birer “teksesli çokluk” olmasının yanı sıra, bir kitabın kurgusunun her zaman için spekülatif bir niteliğe sahip bulunmasıdır. Anti-Ödipus’a kıyasla, mesela, Bin Yayla’nın biçimi, tonu ve üslubu bambaşkadır, çünkü kaygısı da, öyleyse tasarımı da kendine özgü, nevi şahsına münhasırdır: Özneleşme süreçlerinin siyasal karakterini ifşa etmek ve bu karaktere devrimci bir tandans kazandırmak değil, düşüncenin herhangi bir yerleşik imgeden kurtulmak suretiyle göçebeleşeceği hatları inşa etmek, kısacası ilk kitabın projesini ya da programını nihayetine erdirmek. Kelimenin en literal anlamında ön koşul budur: Yazarken kitap yazdığınızı fark etmeyebilirsiniz, yazdığınız metnin bir kitaba gireceğini fark etmeden yazıyor olabilirsiniz, ki tam da budur yazıyı kitaba göre önceleyen, ama yine de onu kitaptan, “kitap yazma” pratiğinden ayırt edilemez kılan. “Köksap”ı “Giriş: Köksap” haline getiren süreç köksap kavramının içinde verilidir belki ama bu, bir keşif süreci olduğunda, keşif de ancak yazıyla sağlanabildiği düzeyde, belki de kitap yazmanın en “verimli” yoludur: Kitap yazmamak, ama sadece yazmak, sonra “kitap yapmak”. Bir kubbe değil de hamur olarak, kurulan değil de yoğrulan bir şey olarak kitap. Bin Yayla bu açıdan yazımındaki kısmiliği yazım sürecinde de dışavurur: Parça parça ve doğrusal olmayan bir tarzda yazılmış bir metinler silsilesinin tekerrürü ve er geç öbeklenişi. Kitabın göçebe-oluşu.
Peki ya okuma? Nasıl okunmuştur bu kitabı yazmak için? Bu konuda bizi ilk bilgilendirenler kitabı yazanların kendisi, Deleuze ve Guattari’dir. İlk kitabı ikincisine bağlantılandırmak için, ilk kitabın sorunsalını ikincisine geçişte eritircesine, özneleşme sorunsalı ile okuma sorunsalını birbiriyle ilişkilendirirler ve (felsefe tarihindeki en huşu uyandırıcı kitap açılışlarından biri olan) Bin Yayla’nın ilk paragrafında şöyle yazarlar:
Anti-Ödipus’u iki kişi yazdık. Her birimiz birkaç kişi olduğumuzdan zaten çok kalabalıktık. Bu kitapta bize en yakın ve en uzak olan her şeyi kullandık. Kendimizi tanınmaz hale getirmek için sağa sola akıllıca takma adlar serpiştirdik. Peki neden kendi adlarımızı kullanmaya devam ettik? Alışkanlıktan, sırf alışkanlıktan. Sırası geldiğinde kendimizi tanınmaz hale getirmek için. Kendimizi değil, bizi harekete geçiren, bize bir şeyler hissettiren ya da düşündüren şeyleri algılanamaz hale getirmek için. Ve aynı zamanda herkes gibi konuşmak ve güneşin doğduğunu söylemek, herkes bunun bir konuşma şekli olduğunu bilse bile güzel olduğu için. Artık ben diyemediğimiz bir noktaya değil, artık ben deyip dememenin önemli olmadığı bir noktaya ulaşmak için. Artık kendimiz değiliz. Herkes kendi payına düşeni bilecek. Yardım aldık, esinlendik, çoğaldık. (s. 13)

Bu girişin sinyallediği şey: Bu kitap bir çapraz okumalar toplamıdır ve kendi payına çapraz bir yazım hattında seyredecektir. Deleuze’ün de pek çok mülakatında dillendirdiği üzere, kitap pek çok “yarım” okumanın bir “toplam”ından oluşur: Baştan sona okunan ve çoktan içselleştirilmiş (örneğin Spinoza’nın Ethica’sı ve Lacan’ın toplu yazıları gibi) bazı kitaplar hariç, neredeyse hiçbir kitabı cover to cover okumamıştır yazarlar. Bunun bir nedeni, tabii ki özelinde her bir yaylanın, genelinde ise bu yaylaları bir nesne değil bir olay dizisi ya da süreç olarak ele alan Bin Yayla’nın antropolojiden minerolojiye, Claude Lévi-Strauss’tan Novalis’e uzanan bir referans dizisi oluşturması, amalgamik ya da alaşımsal bir dizin tesis etmesi, olağanüstü bir kapsamda olması ama yine de bu kapsamı hep “açık” tutması, hiçbir kitabı “kendi bütünlüğünde” ele alabilecek kadar bütünsel düşünmemesi, düşünememesidir. Bu açıdan bu kitap yazılmadan bile evvel, henüz “okuma aşaması”nda, daha “virtüel hal”deyken ağ biçimlidir. Bir referans, bir indeks oluşturuyorsa da bu, bir tezin savunusu için altlık sağlayan bir depoya değil, bir tür veritabanına, gerektiğinde kullanılacak aletlerin ya da devreye sokulacak işlevlerin yer aldığı bir kasaya, kapsüle, kozaya işaret eder (kitabın Brian Massumi tarafından gerçekleştirilmiş İngilizce çevirisinin basımında indeks kısmının ayrı bir çalışmanın ürünü olması boşuna değildi). Böylece bu kitap, biçimiyle içeriğini ilişkilendiren, yazısını olduğu haliyle kuran köksapsı eğilimi ilkin okumada, bir içerik-biçim olarak okumada bulur. Okuma ki tüm bu kitabın her daim kaynamış kalmaya yazgılı içeriğiyle biçiminin, içerik-biçiminin bir proto- ya da ur-, yani ön veya önsel halidir. Aslında Deleuze ve Guattari nasıl okuduysa öyle yazar, ama nasıl yazdıysa da öyle okur; böylece okumayı yazmayla, yazmayı da okumayla kavuşturur. Bu düzeyde okuma yazmadan ayırt edilemez, yalnızca yazmaya evrilen bir jestin bir diğer ifadesidir: Okumadaki yazma. Virtüel yazı olarak okuma. Okumanın virtüelitesi olarak yazma.
Ama tabii ki içerik-biçimin son safhası, yazma ile okumanın birbirinden kesinkes ayırt edilemediği, hem okunan hem de yazılan o ara form ya da alanda ses bulur kendine. Deleuze’ün büyük bir editör olduğunu biliyoruz, ama tabii ki kendi payına ve tarzında: Bir metni tasarlamak, onun için muayyen bir bütünlük tahsis ve tesis etmek. Aslında editörle tasarımcı arasında bir fark yoktur, zira her ikisi de eldeki “içerik”le bir biçim oluşturur, ama ayrıca bu biçimi içerikten türetir, dolayısıyla içeriği içeriği yazandan “başka anlar”, hatta ona katar: En kötü tasarımcılar ve en kötü editörler her zaman için “iş bitmeden” çalışamayanlardır (çünkü işi bitirecek olanlar işin bittiğinin sanıldığı hipotetik anda bile editör-tasarımcılardır; birkaç anahtar kelime ve bir iki cümleden sonra ne yapacağını bilmeyen editör de tasarımcı da olmaz).
Deleuze’ün de hem solo çalışmaları hem de işbirliği içinde yaptığı çalışmalar özelinde söz konusu olan buydu. Onun, kitaplarının akışını ve yapısını içerikten türettiğini ve bu dinamiğin kitaplarının “içindekiler” kısmında yankısını bulduğunu biliyoruz. Dikkat çekelim: Sinema kitabında (sırasıyla Sinema I: Hareket-İmge ve Sinema II: Zaman-İmge ciltlerinde) her bir bölüm üç alt bölümden oluşur ama ayrıca Deleuze’ün sinema taksonomisindeki her gösterge de üç alt göstergeye (ki Charles Sanders Peirce’ın gösterge teorisinden devşirilmiş bir biçimdir bu) sahiptir; birincil, ikincil ve kökensel olmak vasfıyla (örnek: Algılanım-imge göstergesinin katı, sıvı ve gaz halleri). Diğer taraftan Francis Bacon: Duyumsamanın Mantığı’nda da kitap bölümleri birbirlerinden farklı konuları işlemek vasfıyla değil, dereceleriyle ayrılır: Kitabın her geçen bölümü bir diğerinden daha karmaşık bir konuyu ele alır ve barok bir tarzda biçimlenmeye meyleder; bir bibliyografik fügdür söz konusu olan (ya da Alain Bodiou’nun anıştırdığı gibi, “resimsel düşünce”).
Anlamın Mantığı’ndaki mantık ise, son olarak, dereceli değil seriyaldir: Anlamın ta kendisini bir dizi halinde ele alan ve işleyen, ele aldığı tüm kavramları da bu mantığın lensinden anlamlandıran, böylece kendi üstüne kıvrılan bir kitaptır bu; bölümlerden değil “dizi”lerden oluşur Deleuze’ün deyişiyle (Deleuze’ün en Schoenberg’ci kitabı kuşkusuz ki Anlamın Mantığı, birbiriyle “gevşekçe” ilişkili temaların bir artsüremlilik içinde çeşitlendiği bir kitap olma vasfıyla; atonal düşünsellik). Kısacası, Deleuze’ün hiçbir kitabının biçimini, en eski kitaplarından biri olan Kant’ın Kritik Felsefesi dahil (basitçe: üç eleştiriye koşut üç analiz), içeriğinden bağımsız düşünmek olası değildir, ki bu, aynı şeyin tersi de demektir: İçerik-biçim, Deleuze’ün külliyatını soyut düzeyde kateden bir “kitap yazım kipi”ne delalet ve tekabül eder.
Sapmayı kesip, raya girip asıl konuya yine dönersek: Bin Yayla’da, öte yandan, editörlük Guattari’den Deleuze’e doğru uzanan bir hattı takip eder: Deleuze “düzenleme” işlevini üstlenir, Guattari ise yazma, akıtma, boşaltma ya da (bir pompalı tüfek gibi) saçma. Guattari “yazmaya bakar”, Deleuze ise “okuyup şekillendirme”ye. Bu, tabii ki Deleuze’ün yazmadığı anlamına gelmez, daha ziyade ikisinin baskın olarak belli bir ucundan tuttuğunu gösterir işin. Bu majör boyut. Minör boyutta, diğer taraftan, okuma ile yazma iç içe geçer: İçerik-biçim olarak okuma halihazırda düğümlüydü; okurken yazma hali ise bu düğüme bir düğüm daha atar ve onu bir tür gemici düğümüne dönüştürür; sıkar, sıkıştırır, sıkılaştırır. Bin Yayla en çok da not alarak yazılmış bir kitaptır. Okunur, okundukça not alınır, hatta bazen notlar kitabın üstüne alınır ve notların kendisi, yazılan okunur ve okunurken tekrar yazılır ve dönüştürülür, dönüştürüldüğü noktada da ortaya kitaplaşacak bir metin birikintisi çıkar ve kitap olur: Okumadan cereyan eden bir akım olarak kitap.
Ama yine de burada kasıt, kitabın şans eseri ortaya çıkması değildir; daha ziyade kitabın projesinin, kitabın süreç içinde gelişen tasarımının (Gregory Bateson’un “yayla düşün”üne doğru izi sürülebileceği kesindir) “şans faktörü”ne alan açmasıdır (DeleuzeoGuattariyen Cagecilik, aleatorizm). Yani yine yazma okumadan feyz alır ve tersi de aynı anda, devrede, işlemde kayıtlıdır. Böylece okuma ile yazma edimi arasında neredeyse hiçbir fark kalmaz. Tek şart, bütün bu sürecin olağanüstü planlı, sapkınca planlı, “Alman disiplini”nde yapılmasıdır (Deleuze’ün bu kitabın ve bir öncekinin yazım sürecinin takvimlemesini bizzat yaptığını ve Guattari’yi bu takvime bağlı kalmaya zorladığını biliyoruz. Sürecin ayrıntıları için bkz. François Dosse’nin Gilles Deleuze and Félix Guattari: Intersecting Lives’ı). Planlı, programlı bir doğaçlama: Kitap yazımının bundan daha paradoksal bir hali olabilir mi? İçerik-biçim işte budur son kertede: Okuma ile yazmayı birbirinden ayırt edilemez hale geldiği noktaya itmek, “ayırt edilemez-oluş”u kitabın yazım sürecinden öncesine, okumaya, fakat okumadan da yazmaya, öyleyse ikisinin arasına zerk etmek. Yazmayı okumaya dağlamak, ama okumayı da yazmaya sindirmek. İçerik-biçim: Okuma-yazma.
Bitirirken, son ve genel olarak: Okumayı yazmadan ayırmak nafile bir çabadır ve tersi de aynı şekilde geçerlidir. Okumadan yazılamayacağını herkes bilir, ama daha az bilinen, yazmanın da bir tür okuma olduğudur. Ve tabii ki, okunurken, okuma edimi vasıtasıyla, okunan kitabın bilhassa ve bizzat okur tarafından yeniden yazıldığıdır. Bir problem olarak okuma yazmadan ayrılamaz ama okumada her zaman için örtük bir problemdir bu. Ne okuduğunuz ne yazacağınızı belirler, ama nasıl okuduğunuzdur ne yazacağınızı en çok belirleyen. Ne okuyorsunuz? Ne zaman okuyorsunuz? Nerede okuyorsunuz? Bunlar en iyi halde alakasız, en kötü halde ise okuma-yazma sürecine ket vuran sorulardır ve kozmetik bir mahiyete sahiptir tastamam. Ehemmiyete sahip soru şudur daha ziyade: Ne amaçla okuyorsunuz? Okumak için mi, yoksa yazmak için mi? Yoksa, bu ikisini birbirine kilitleyen, kenetleyen bir amaç mı edindiniz? En iyi yazarlar en iyi okurlarsa, bu, sıklıkla ne yaptıklarının bile farkında olmamalarından, bu konuda konuşamayacak kadar bu konunun içine gömüşmüşlüklerindendir. Her iyi yazarda, her iyi okurda dışarıdan bakıldığında kibir olarak algılanan, içeriden ise mutlak bir huzurdan ve anlamlılıktan başka bir şeye karşılık gelmeyen bir koyvermişlik, bir vurdumduymazlık, bir umursamazlık vardır. Deleuze’ün “Felsefeci tartışmaz, tartışmalardan tiksinir ve ne zaman tartışmaya girecek gibi olsa topuklar” minvalindeki sözü, bu durumu illüstre edici olduğu kadar açıklayıcıdır. Okumanın okumadan ibaret olduğu ilk gençlik yılları hariç, insanı daha derin okumalara ve okunacak biri olmaya yönlendiren o altın yıllar dışında, okuma, her daim yazmanın eşi olarak, ondan ayrımsanamaz halde var olur ve tıpkı Gaston Bachelard’ın bir yerlerde ve bir zamanlar dediği gibi, uzun ve yoğun okumalar er geç insanı yazmaya aç bırakır: Okuyan yazacak ve yazdıkça okuyacaktır; gerek kendini gerekse de başkalarını. Dolayısıyla okumanın doğru, iyi ve güzel yolları yoktur, yalnızca yolları vardır ve bu yollar sapaklı, çatallı ve tabii ki çokludur ve her zaman için yazmaya çıkar ve gerisin geri okumaya döner; yazıya teğet geçmiş, kiplenmiş halde. Yazmak için okumak ya da okumak için yazmak değil, yazıyı da, okumayı da işlevselleştirmek değil, ama onları bileşik bir devre olarak, bütünlüklü bir işlem olarak tahayyül etmek: Okuma problemini (ve yazmanınkini) çözen, onun ta kendisini problem olarak ortaya koyan bakış açısı budur, ki hakiki problemlerin formülasyonu için yeterli ve gerekli payanda olarak okuma ve yazma var olabilsin.
Bunun aksini düşünenler zamane akademisyenleri, köşe yazarları, “yazman”lar ve bastırılmış bir kibri bir ihtiyatlılık olarak dışavuran, genellikle tembel ve ürkek, sıklıkla da münzevi nitelikli kimselerdir: Ya üstat addettikleri figürlerin gölgesinde kalan ve olabileceği her şeyi halihazırda olmuş bir şeye dönüşmek pahasına riske atan ya da yazmayı propaganda yapmaktan ve “iletişim kurmak”tan fazlası olarak görmeyenler (ve tabii ki okunan ve yazılanları hem düz hem de mecaz anlamda “sayarak” onlara değer biçenler). Oysaki yazmak hiçbir zaman amaç değildir, keza okumak da. Bu ikisinin birbirini değil bir başka şeyi, bir üçüncü öğeyi, bilinmez bir elemanı amaç edindiği noktada, diğer her şey gibi, değer kazanan fiillerdir bunlar: Okumanın ve yazmanın bayağı bir araçsallığın ve bön bir amaçsallığın tekelinden çıktığı, ne amaç ne de araç olduğu, daha ziyade saf içkin bir diğerkâmlığın var ettiği bir alan içinde soğrulduğu bir çifte süreçsellik, Bataille’cı “iç deney”in okuma-yazmada derinliğini bulması. “Entelektüel”in varoluş koşulu da budur zaten: Bir davaya sahip olmak, okuma-yazmayı da “uygulamak” değil “işe koşmak”, dünyaya inancın ihya edileceği bölgeleri, nefes almanın mümkün olacağı arazileri imal etmek için. Deleuze’ün Michel Foucault’ya adadığı o pek güzel monografisinde yazdığı gibi:
Foucault yazıyı hiçbir zaman bir amaç ya da kendi içinde bir son olarak ele almamıştır. Onu büyük bir yazar yapan ve yazdığı her şeye gitgide büyüyen bir neşe ve gülüş katan da budur.
Okuyayazmak/yazaokumak: Büyük eşanlamlılık, büyük birlik.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 40
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Anadolu Kuş Adları Sözlüğü / Antik İnançların İzinde / Batı’dan Önce / Büyük Ana / İntermezzo / Yeni Harflerle Kadınlar Dünyası / Kül ve Yaldız / Polimat / Semmelweis / Vuslatlar Fasarya
Sonraki Yazı

Fredric Jameson (1934-2024):
Kendi kendini yoldan çıkarmak
“Tıpkı Edward Said gibi Jameson’un da ‘50’li, ‘60’lı yılların sert kurama ve Marksizme epeyce kapalı Amerikan akademyasında radikal, eleştirel düşüncenin hakkını 'söke söke aldığı' söylenebilir. Böyle bir özerklik ve itibar kazanmasında yine Said gibi düşünce menzilinin genişliği rol oynuyordu...”