Benim Açık Radyo!
“Açık Radyo çok yakında 30. yaşını kutlayacak, birlikte kutlayacağız. İlk yayına başladığında doğmamış birçok kişi bugün Açık Radyo’da program yapıyor. Kâinatın seslerinin, renklerinin ve titreşimlerinin işitilebileceği programlar kuşaklardan kuşaklara devredildi, devrediliyor.”
Önce başlığı açıklayayım. Açık Radyo’yu sevenler olduğu gibi sevmeyenler de var çevremde – sevip eleştirenler de az değil. Bazı arkadaşlarım Açık Radyo’yu eleştirirken şu kalıbı kullanırlar: “Senin Açık Radyo,” derler, “şöyle yaptı, şunu dedi, bunu demedi.” Açık Radyo’dan ne sık söz ettiğim arkadaşlarımın bu kullanımından anlaşılıyordur. Birçokları gibi güne Açık Radyo’yla başlayanlardanım. Yıllardır gün başlarken duyduğum ilk ses Ömer Madra’nın ve Açık Gazete’yi onunla beraber sunanların sesi. Eşim benden geç uyanır genellikle ve kahvaltıda “Ne var ne yok?” diye sorduğunda, o sabah ne dinlemişsem, oradan veririm yanıtı. Salıysa mesela, “Tunus seçimlerinde katılım ne kadar olmuş biliyor musun?” derim, ya da çarşambaysa dünyanın bir yerlerinde göçmenlerin başlarına gelenlerden söz ederim. Cumartesiyse, elbette “Radyo Agos”ta dinlediklerim: Bunca yıldır öğrenmediğim, ilgi duymadığım için utandığım Ermeni, Rum, Yahudi bayramları, âdetleri, yahut onların sorunları, vakıf seçimlerinin ertelenmesi mesela, ya da son haftalarda Ortaçağ Ermeni Halk Edebiyatı hakkında öğrendiklerim. Bazen de sadece ana akım medyada değil, muhalif medyada bile görmediğimiz, okuyamadığımız gelişmeler; İkinci Dağlık Karabağ Savaşı sürerken yapılan canlı bağlantılar mesela.
Eşimin sorusuna vermeyi sevdiğim bir yanıt da, “Açık Gazete tatilde!” olur. Açık Gazete’nin tatilde olması değildir tabii ki hoşuma giden; bu yanıtı vermeyi seviyorum. Aslında o sabah bir şeylerin eksik olduğunu söylüyorumdur.
Arkadaşlarımın kullandığı kalıptan yola çıkarak “Benim Açık Radyo”dan söz edeceğim için oldukça kişisel bir yazı olacak bu. Önce radyoyla çocukluğumdan bu yana kurduğum ilişkiyi biraz anlatmak istiyorum. Radyo dinleme düşkünlüğü bana babamdan geçti. Sabah uyanır uyanmaz radyoyu açardı. Bu onların kuşağında az rastlanan bir durum değilmiş. Yıllar önce bir sabah tıraş olurken Açık Radyo dinliyordum, gece bizde kalmış olan arkadaşım yanıma geldi. “Beni çocukluğuma götürdün,” dedi, “babam da tıraş olurken radyo dinlerdi.” Babam sadece TRT radyolarını dinlemekle yetinmezdi – TRT istasyonları arasında en sık dinlediği Radyo 3’tü, ama öğlenleri 13.00’te Radyo 1’deki ana haberleri ve akşamüstleri de Radyo 2’de fasıl olduğunda bu programları kaçırmazdı. Bunların dışında yabancı radyoları dinlemeye de çok düşkündü. Amerika’nın Sesi, BBC Türkçe Servisi, Moskova Radyosu… Adana’da olduğumuz için elbette Bayrak Radyosu ve “Kıprıs” Radyo Yayın Korporasyonu’nu da çok dinlerdi, dinlerdik. Özellikle yazları çıktığımız yayla evinde henüz elektriğin olmadığı ve sonrasında da televizyon yayınlarının çekmediği yıllarda evde gün boyu radyo açık olurdu.
Unutamadığım bir radyo hatıram var. Benim için bir aydınlanma ânıdır diyebilirim. 1982 yılı olmalı. Yaz değil, şehirdeyiz; bir akşamüstü babam yanlış hatırlamıyorsam BBC’de Türkçe haberleri dinliyordu, şöyle bir haber duyduk. Bir grup tutuklu yakını Çankaya Köşkü civarında eylem yapmışlar, polis engel olmuş, tutuklananlar varmış. Yeni yeni gazete okumaya, babamla beraber radyoya kulak verip haber dinlemeye başladığım yaşlardayım. Şaşırmıştım bu habere. Akşam televizyondaki haberlerde hiç bahsi geçmedi bu eylemin. Ertesi gün de gazetelerde bu haberi aradım; bizim eve Cumhuriyet ve Milliyet alınırdı, karşı dairemizde oturan anneannem de Hürriyet okurdu. Üçünde de tek satır haber yoktu Çankaya Köşkü civarındaki eylemle ilgili. Sanırım “devlet sansürü” diye bir şeyi ilk kez, en açık biçimde öğrendiğim andır bu. Bu olaydan sonra babamın dinlediği radyolara daha bir dikkat kesilmeye başladım, çünkü ülkede ve dünyada olan bitenler hakkında alıştığım mecralarda bulamayacağım, duyamayacağım haberleri oralarda dinlemek, öğrenmek imkânı vardı. Babam bazen yeni bir radyo istasyonu arama işini abartırdı. Parazitler, çıtırtılar, sesleri birbirine karışan yayınlar arasında yeni, farklı bir istasyon bulmaya çalışırdı. Kardeşimle ona bir lakap bile takmıştık: “Hayatıparazit.”
Yayla ve radyo bahsinde eklemek istediğim iki husus var. Babaannemle yazları yaylada beraber kalırdık. Annemle babam hafta içinde şehre indikleri için hafta içinde radyoda ne dinleneceğine karar veren babaannem olurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra Yurttan Sesler dinlerdi. Sabahları daha yeni uyanmışken, uyku mahmuru halde dinlediğimiz türküler halen kulağımda. Kahvaltıdan sonra da Arkası Yarın kuşağını babaannemle beraber dinlerdik. Yanlış hatırlamıyorsam çarşamba akşamları da Radyo Tiyatrosu’nu. “Kuşak yayın” demişken, ilkokuldayken sabahçıysam öğleden sonraları, öğlenciysem sabahları dinlediğim “Okul Radyosu” da böyle bir programdı. Kaçırmamaya çalışırdım, hatta hasta olduğum için okula gitmemişsem, hem sabah hem de öğleden sonra dinlerdim.
Radyoyla ilgili o yıllardaki esas tutkum ortaokuldan itibaren Radyo 3’te yayınlanan “Stüdyo FM” programı oldu. Bir de Adana’da dinleyebildiğimiz İncirlik Üssü’ndeki askerler ve yakınları için yayın yaptığı söylenen radyoda cumartesi öğle saatlerinde yayınlan “Top Forty” programı. 1980’in son programını dinlediğimi çok net hatırlıyorum mesela; haftanın değil, yılın en iyi kırk şarkısını çalmışlardı. 2 numarada Pink Floyd’un “Another Brick in the Wall”u, 1 numarada da Blondie’nin “Call Me”si olduğu kalmış aklımda.
Stüdyo FM’de en yeni albümleri dinleme şansımız olurdu. Yavuz Aydar ve Şebnem Savaşçı nereden, nasıl temin ederlerdi bilmiyorum, ama daha bir hafta önce Amerika’da yayınlanmış rock albümlerini yayınlarlardı. Jenerik müziği kulağımda. (Kırk yıl sonra yeni teknolojilerin –You Tube ve Shazam– sayesinde Bob James’in “Farandole” şarkısı olduğunu öğrendim.)
Bu uzunca girişin ardından Açık Radyo’ya geliyorum. Özel radyolar açılmaya başladıktan sonra bunlara kayıtsız kalmadığım tahmin edilmiştir. Ne ki herhangi bir radyonun, hatta programın “müdavimi” olmamıştım; o istasyondan bu istasyona, o frekanstan bu frekansa “sörf” yapıyordum genellikle. Açık Radyo adında bir radyonun kurulacağını ya da kurulup test yayınları yaptığını gazetede okumuştum. Yaşadığım ev zemin katta olduğundan, muhit de biraz çukurda kaldığından olmalı, 94.9 frekansından test yayını yapan bu radyoyu dinleyemiyordum. O sıralarda askere gittim, askerde çarşı iznine çıktığımda gazete bayiinde görüp aldığım Express’te Açık Radyo’yla ilgili haber ya da söyleşi okuduğumu iyi hatırlıyorum, belki de ilanını görmüştüm, emin değilim. Askerde olduğum için mahrum kaldığım bir dolu şeye bir de bu radyo katılmıştı. İstanbul’a döndüğümde Açık Radyo’nun yayını güçlendirilmiş olmalıydı, artık evde dinleyebiliyordum. Şöyle tashih edeyim, evdeyken sadece onu dinliyordum. Sabahları “Açık Gazete” müdavimliğimin başlangıcı da o zamanlar. Özellikle Bosna Savaşı sırasındaki zar zor yapılan bağlantıları ve gün gün gelişmeleri aktarmaları çok etkileyiciydi. Bu acımasız savaş başka hiçbir medyada bu denli yakından takip edilmiyordu.
“Benim Açık Radyo” böyle başladı. Yaklaşık 30 yıllık müdavimliğinden birkaç ayrıntı aktarmak istiyorum. Bir grup avukat Nisan 1997’de bir hukuk dergisi yayımlamaya başladılar. Açık Sayfa’nın yayın yönetmeni olan arkadaşım Ahmet Güngör benden dergi için yazı yazmamı istediğinde ilk olarak “Açık Bir Radyo: Açık Radyo” başlıklı bir yazı yazdım. Mayıs 1997 tarihli derginin 2. sayısında yayımlanan yazıda o günlerdeki radyo içeriğinden söz etmişim. Mario Levi ve Muammer Ketencoğlu’nun programlarına, klasik müzik programlarından edinilebilecek ilginç bilgilere, radyoda çalan müziklerin çeşitliliğine değinmişim. Sonra da şöyle yazmışım:
“Açık Radyo’nun çeşitliliği sadece çalan müziklerde de değil üstelik. Kadın hareketi, çevrecilik, eşcinsellik gibi başka radyolarda kolay kolay yer alamayacak konuların kendilerine özgü programları var.”
Peşinden denizcilik, yemek gibi merak programlarına da yer verildiğinden söz edip, “Açık Gazete”ye, “Öğlen Açık”a, “Açık Dergi”ye değinmişim. Yazının yayımlanacağı dergi avukatlara hitap edeceği için “Açık Gazete”nin içerisinde yer alan, İştar Gözaydın’ın “Haklarımız” programına ayrıca vurgu yapmışım. Bitirirken de birkaç programın ve Murat Belge, Uğur Yücel, Cem Sorguç ve Atilla Aksoy gibi programcıların adlarını anmışım.
Baştan belirttim, kişisel bir yazı bu. Devam ediyorum. Sonraki yıllarda bir-iki programa konuk olarak çıktım Açık Radyo’da. “Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor” projesi için gönderilen öykülerden birkaçının editörlüğünü yaptım; bunlardan galiba ikisi radyoda benim sesimle yayınlandı. Davet edildiğim ve dahil olduğum için mutlu olduğum, gurur duyduğum bu projedeki öyküler daha sonra kitap olarak da yayımlandı.
Yaklaşık otuz yıldır müdavimiyim Açık Radyo’nun; destekçisi de oldum. Güne birlikte başladığımdan söz ettim, hayatımda çok özel bir yeri var. Benim için dünyaya ve ülkeye açılan pencere. Birçok kritik olayı ilk olarak oradan haber aldım, öğrendim, takip ettim. Dağarcığımdaki yeri hiç az değildir. Açık Radyo bunun dışında benim pekâlâ arkadaşım ve yoldaşım da sayılabilir. Peki, başka? Bir ara Açık Radyo’yu “kuma” gibi hissettiğimi de itiraf edebilirim. Anlatayım...
Kurulduktan hemen sonra Kanat Kitap'ta birkaç kitabın editörlüğünü üstlenmiştim. Bir yandan da yeni bir öykü dosyası üzerinde çalışıyordum. Mustafa Arslantunalı yeni bir kitap üzerinde çalıştığımı öğrendiğinde yayımlamak istediklerini söyledi. İkiletmeden kabul ettim. Kitabımın, başkalarının kitaplarını yayıma hazırladığım yerden çıkması bana daha doğru göründü. Mustafa kitabın editörü olacaktı. Tam o sıralardaydı diye kalmış aklımda, bir sabah radyoyu açtığımda sanki onun sesini duydum. Açık Gazete başlarken, Saatli Maarif Takvimi’nin ardından duyurulmuşsa bile kaçırmıştım. Dinledikçe hiç kuşkum kalmadı, duyduğum Mustafa’nın sesiydi, ama buna bir anlam veremedim. Ömer Madra’yla beraber günün haberlerini aktarıyor, yorumluyordu. Meğer o sıralarda Ömer Madra yalnız kalmış Açık Gazete’de, Mustafa da başka bir vesileyle radyo için neler yapabileceğini sorduğunda Madra hemen Açık Gazete’ye programcı olmasını istemiş. Gayet güzel, insanın sabahları haberleri bir arkadaşından dinlemesi çok güzel bir şey değil midir? Hele aşina olduğu mizahına sabah uyku mahmuru tanık olup gülümsemek… Öyledir, bir buçuk yıl kadar bir süre hafta içi hemen her sabah dünyada ve memlekette (elbette kâinatta da) neler olup bittiğini Madra’nın yanı sıra ondan dinledim.
Öykü dosyasını da bu arada tamamlayıp teslim ettim, ancak bir yıldır sabahları o zamanlar hiç alışık olmadığı biçimde erkenden radyoya gitmesi gerektiği için (Zoom icat edilmemişti!) günlük rutini altüst olan Mustafa öykü dosyasına benim beklediğim hızla zaman ayıramıyor ve kitabın yayımı için belirlediğimiz tarih geçiyordu. İşte, o sıralarda Açık Radyo’yu “kuma” gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim. Belki de benim telaşımdı böyle hissetmeme neden olan, bilmiyorum, neyse ki çok daha fazla uzamadı bekleyişim ve Düğün Birahanesi 2004 Temmuz’unda yayımlandı.
Gelelim başka ifşalara. Kişisel bir yazı olacağını baştan söylediğim için bu kadar çok kendimden (hele ki yazdıklarımdan) söz etmemin mazur görüleceğini umarak devam ediyorum. 2008’de yayımlanan Gün Ortasında Arzu’da yer alan “Dolunayda Doğum Günü” öyküsünde açık biçimde Açık Radyo’dan intihal yaptım. Öykünün içerisinde de intihali itiraf ettiğim için büyük bir günah saymıyorum bunu. Öyküde biri orta yaşlı, öbürü daha genç iki adam bir doğum günü partisinde kalabalığın coşkusundan ve gürültüsünden kaçıp terasta sohbet ederlerken, yaşlı olan öbürüne, “Benim kadar sakil olan bir siz vardınız masada” der. Bunun üzerine sohbet sakil kelimesi ve bu iki kişinin hayatları üzerine devam eder. Genç adam sohbetin bir yerinde kadehini kaldırıp, “Kâinatın bütün sakillerine” der.
Açık bir hırsızlıktı bu cümlem. Buna çok benzeyen bir cümleyi her sabah radyoda duyuyordum. Gülümsedi. Hırsızlığımı fark etmişse de önemsememişti. Anlaşılan içinde “sakil” geçen her kelime onun için kutsaldı.
Öykünün sonuna doğru şunlar geçer genç adamın içinden.
Kelimeler üzerine sohbet fena değildi, adama da ısınmıştım, ama dünyadaki savaşlar, iklim değişiklikleri, birkaç on yıl sonra kaçınılmaz olduğu söylenene susuzluk gibi küresel konular hiç cazip değildi dolunaya bakarken.
Soluk Bir An’da da Açık Radyo’ya örtük bir göndermem var, bu kez “Açık Dergi”ye:
Radyoda her akşam dinlediği istasyonda bu saatlerde müzik çalınmadığı için (gitmeyi aklından geçirmese bile şehirde o akşam kimin nerede ne yaptığını, ne çalıp ne söylediğini anlatan adamlarla kadınların sohbetine kulak vermeyi –nedense– çok severdi, ama bu akşamüzeri böyle şeyler dinlemek hakaretti, küfürdü; ihanetin, dinden çıkmanın katmerlisiydi) ruh haline uygun şarkılar çalan istasyon aradı bir süre. Bilmediği bir frekansta, çok eski zamanlardan şarkılar çıktı karşısına. “Sensiz ellerim üşür.” Bu da mı işaret değil?
Ömer Madra sıklıkla Açık Radyo’nun bir topluluk radyosu olduğunun altını çizer. Bu topluluk birbirinin tıpatıp aynısı insanlardan oluşmuyor ve büyük bir çeşitlilik içerdiği kesin; bununla beraber ortak paydamız Açık Radyoyu dinlememiz, onun ilkelerini yakın hissetmemiz elbette. Öyküde ve romanda Açık Radyo’ya gönderme yapma nedenim oyun olsun, hoşluk olsun diye değildi. Öykü ve roman kişisinin nasıl biri olduğuna dair bir şeyleri ifade etmenin aracı olarak gördüm Açık Radyo’yu. Tam anlamıyla bu topluluğun içinde, merkezinde yer almayan, çeperine yakın bir yerlerde duran kişiler olduğunu düşündüm ikisinin de – ya da bir zamanlar daha merkezdelerse bile zamanla uzaklaşmışlardı. Onların aralarda bir yerde durmalarının, kendilerini bir yere ait hissetmekle hissetmemek arasındaki sakil pozisyonlarının bir görünümüne de radyonun zemin olacağını düşünmüştüm – “benim Açık Radyo”nun.
Temmuz ayında RTÜK, Açık Radyo’nun lisansını iptal ettiğinde aklımdan Açık Radyo’yla ilgili bir yazı yazmak geçti; bu kişisel yazıyı yazmak. Bu topluluğun bir üyesi olarak benim hayatımdaki yerini anlatmak istedim. Bir yanıyla da geçen otuz yıl boyunca sürmüş arkadaşlığımızdan ötürü “benim Açık Radyo”ya teşekkür etmeyi arzuladım. Bir not düşmek istedim; bütünüyle kişisel bir not. Ancak o günlerde İdare Mahkemesi’nin verdiği yürütmeyi durdurma kararı nedeniyle gerek kalmadığını düşünüp yazmadım. (İtiraf ediyorum, bu yazıdaki gibi kişisel bir şeyleri anlatmak da benim için pek kolay değildi; hemen vazgeçmemde bu da etkili oldu.)
Ne var ki, geçtiğimiz günlerde yeniden Açık Radyo’nun karasal yayın lisansının iptali kararı verildiğini, daha doğrusu yürütmeyi durdurma talebinin reddi kararı verildiğini ve önceki iptal kararının yeniden radyoya tebliğ edildiğini duyunca bu kez geçtim bilgisayarın başına. Alınan bu kararlar belli ki tutsak yakınlarının eyleminin kitlelerden saklandığı zamanlardaki yönetim biçiminin benzerine niyet edildiğinin yeni bir göstergesi.
Kuşkusuz 1982’de değiliz. Çok farklı bir dünyada yaşıyoruz, haberlere ulaşmanın yeni yolları var, ancak bu imkânlar bizi şöylesi bir sinik pozisyona götürmemeli: “Aman canım, internet çağında karasal yayın da neymiş! Sene olmuş 2024; neyi, nasıl yasaklayabilirler?” Her şeyden önce Açık Radyo’nun lisansının iptali bir ifade özgürlüğü meselesi. Sene olmuş 2024, evet ama halen bazı kelimelerin ağza alınması yasaklanabiliyor. Asıl şaşırmamız gereken bu. (Memlekette ne olup bitse ilk iş, “Şaşırdık mı?” diyenlerden değilsek!) Açık Radyo’yu savunmak bu nedenle en önce ifade özgürlüğünü savunmak, ama bazılarımız için gündelik hayatımızı, bizi biz yapan sesleri, bu seslerin kulaklarımızı doldurmasının devam etmesini, dünyaya ve kâinata açık penceremizin kapanmamasını savunmak. Hiç kuşkusuz radyoda katılmadığımız bir şeyler duyduğumuzda içimizde kabaran kızgınlığın sürmesini de savunmak dahildir buna; farklı düşüncelerin bir arada, kavga dövüş çıkmaksızın ifade edilebilmesini savunmak da… Ayrıca internet imkânı olmayanları, mesela cezaevindeki Açık Radyo dinleyicilerini unutmayalım!
Açık Radyo çok yakında otuzuncu yaşını kutlayacak, birlikte kutlayacağız. İlk yayına başladığında doğmamış birçok kişi bugün Açık Radyo’da program yapıyor. Kâinatın seslerinin, renklerinin ve titreşimlerinin işitilebileceği programlar kuşaklardan kuşaklara devredildi, devrediliyor. Henüz doğmamış programcıları olduğundan eminim Açık Radyo’nun. Yine henüz doğmamış dinleyici konumundaki arkadaşları, ahbapları için okuyacaklar, araştıracaklar, konuşacak, anlatacaklar; sevdikleri, önemsedikleri müzikleri, şiirleri, romanları, haberleri, havadisleri paylaşacaklar. Güne Açık Radyo’yu dinleyerek başlayanlar, geceyi Açık Radyo müzikleriyle kapatanlar olacak. Aralarından birileri, o günün iletişim araçları neyse onlar aracılığıyla radyoya ulaşıp projelerini anlatacaklar; “Ben de programcı olmak istiyorum” diyecekler ve olacaklar. Bugün, 22 yıl önce Bukowski’nin bir öyküsü nedeniyle Açık Radyo’nun yayınının on beş gün süreyle geçici olarak durdurulmasını hatırladığımızda içimizden geçenler, o gün 2024 yılındaki lisans iptali davasını öğrendiklerinde onların içlerinden geçecek. “Nereden nereye!” diyecekler. RTÜK’ün ne olduğunu öğrenmek için araştıracaklar ya da “Amaaan, ne gerek var” deyip işlerine bakacaklar. “O şarkının ardından şunu çalarsam güzel bir geçiş olur.”
Erken bir otuzuncu yaş kutlaması sayılmasını isterim bu çok kişisel yazının.
Açık Radyo açık kalmalı!
Önceki Yazı
Mesele sadece Açık Radyo değil,
ama bu çok mühim bir mesele!
Açık Radyo'ya emek vermiş, radyonun programcısı ve dinleyicisi 33 kişiye şu üç soruyu sorduk: Açık Radyo’nun hayatınızdaki yeri nedir? / Açık Radyo’nun susturulma girişimini nasıl yorumluyorsunuz? / Açık Radyo neden açık kalmalı?
Sonraki Yazı
Açık Radyo’ya dair…
“Açık Radyo, evlerinde ve iş yerlerinde radyolarını her daim açık tutan ve radyodaki sesleri aile bireyleri gibi kabul eden, çok adanmış bir dinleyici kitlesine sahip. Onlar gibi başka bir dinleyici kitlesinin dünyanın başka herhangi bir köşesinde var olduğunu sanmıyorum.”