“Beni ben yapan arkadaşlarıma…”
Feryal Saygılıgil'in derlediği, önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan Arkadaşlık Üzerine'nin önsözünü Tadımlık olarak yayımlıyoruz.
Kitap kapağından ayrıntı
Çocukluğum Kurtuluş (eski adıyla Tatavla) Şahin Sokak’ta bir apartman dairesinde geçti. Annem çalıştığı için babaannem, karşı dairede oturan Sârâ Teyze ve üst kattaki komşumuz Madam’dan oluşan orta yaşlarının üzerinde üç kadının dizinin dibinden ayrılmazdım. Madam ve Sârâ Teyze bana göre benim arkadaşlarımdı. Zira annem sokağa çıkmama, sokakta arkadaş bulup oynanamama izin vermiyordu. Ben de bu kadınları arkadaşım olarak görüyordum.
Bu kadınlar aralarında, çözemediğim ancak alışkın da olduğum ortak bir dil geliştirmişlerdi. Karşılıklı otururken uyuyabilme, hemen her konuda konuşabilme, konudan konuya atlayabilme, birbirlerinin evlerine teklifsizce gidip gelebilme rahatlıkları vardı. Benim terbiyem ve yetiştirilmem konusunda bir türlü fikir birliğine varamamalarına karşın, aralarında sessizce görev dağılımı yapmışlardı: Babaannem sert mizaçlı birisiydi; yüzü pek gülmezdi. Görevi benim zamanında yiyip içmemi, yuvaya gitmemi, ders çalışmamı sağlamaktı. Kurallara uyup uymadığımı denetliyordu. Akşamları günün raporunu anneme aktarıyordu. Sârâ Teyze’yle her ayın başında, emekli maaşını alma gününde birlikte bankaya gider, ardından ona eşlik ettiğim için bana ödül olarak sokağın köşesindeki Buket Pastanesi’nden çikolata, gofret, pasta türü şeyler alırdık. Benim için yalnızca aldığımız yiyecekler değil, yolda yürürken Sârâ Teyze’nin koluma girmesi, sokakta algıladığı değişiklikleri aktarması, küçük sırlarını paylaşması, dertleşmesi, benimle eşit bir ilişki kurması, hepsi ama hepsi tadına doyulmaz lezzetlerdi.
Sârâ Teyze yalnız yaşayan, ayda bir evinden dışarı çıkan, çıktığında çok şık giyinen, görmüş geçirmiş, çok kitap okuyan -özellikle aşk romanlarını çok seven-, güzel yemek tarifi veren –yemek yaptığını pek hatırlamıyorum–, haşmetli bir kadındı. Kadınlıkla ilgili küçük ipuçlarını ondan öğreniyordum.
Beş yaşımdayken beni kedisi Piçon ile evlendirmek isteyerek rüyalarımı kâbusa çeviren, evinde sokaktaki çocukların şerrinden kurtardığı birçok kedi köpekle yaşayan gerçek hayvansever çok sevgili Madamcığımın yeri ise diğerlerinden ayrıydı: O bir kere benim en iyi arkadaşımdı. Birlikte çok şey paylaşırdık. Evde geçireceğim zamanın büyük bir bölümünü, geceleri hariç, onun evinde, kedileri ve köpeği arasında geçirirdim. Hayvanların insanlardan daha iyi dost olabileceğinden söz ederdi bana. Hep konuşurduk, her şey hakkında, diğer insanlardan çekindiğim gibi ondan çekinmezdim. Sonsuz bir hoşgörüsü ve sabrı var gibi gelirdi... Tâ ki bir gün onu üzene kadar: Beş ya da altı yaşlarındaydım, yuvaya gidiyordum. Nereden duyduysam “süslü kokana” diye bir laf duymuştum; sanırım hoşuma da gitmişti bu laf. Uzatıp kısaltarak, türlü tonlamalarla evde tekrarlayıp duruyordum. Oyunuma onu da katmak için Madama gittiğimde tekerleme gibi “süslü, süslü, süslü kokana Madam”[*] deyiverdim. Yüzüme donuk donuk baktı ve birden bire ağlamaya başladı. Dünya başıma yıkılmış, ne olduğunu, nerede yanlış yaptığımı anlayamamıştım. Arkadaşlığımızın derinden zedelendiğini hissederek ancak ne yapacağımı bilemeden, Madamın benden kaçırdığı yaşlı gözlerini arkamda bırakarak usulca eve döndüm. Akşam anneme olanları anlattığımda bana hiç tepki vermeden, hemen sessizce yukarı çıktı. Aşağıya geldiğinde “Madamın o sözden alınmış olabileceğini, kendisine biraz süre tanımamı sonra da özür dilememi,” söyledi. Günler geçip gidiyor; Madam benimle konuşmuyordu. Sarâ Teyze’de ya da apartmanda karşılaştığımızda adeta beni yok sayıyor, soğuk davranıyor; sanki görmüyordu. Bir gün artık dayanamadım; nefesimi tutarak yukarı çıktım, kapısını çaldım. Kapıyı açıp da beni öyle kaskatı karşısında görünce bir an ne yapacağını bilmeden duraksadı. Uzun bir süre tek kelime etmeden bakıştık... Sarıldığımızı ve sessizce ağladığımızı hatırlıyorum. Sonra omuzlarımdan tutup sevecen gözleriyle uzun süre bana baktı. Ben kabahatimi öğrenmeye ve özür dilemeye hazırlanırken o yavaşça kulağıma yaklaşıp fısıldadı: “Benim adım Öjeni”. İsmini bilmediğimi, ne babaannemin ne Sârâ Teyze’nin ne de annemin ona ismiyle hitap etmediğini o an fark etmiştim. İsmi benim için Madam’dı. Sanki asıl ismiymiş gibi herkes ona öyle sesleniyordu. Niye “Öjeni Teyze” değil de “Madam” diye çağırdığımı anneme sorup sormadığımı anımsamıyorum. Ancak o günden sonra da kulağıma fısıldadığı ismini söylemedim ona seslenirken. O da ısrar etmedi. Ama ismini bilmemi istedi... Belki kullanmamı da... Ben kullanamadım; çekindim sanırım, belki de saklanması gereken bir şey gibi geldi. Bir insanın ismi olduğu halde kullanamamasının getirdiği ağırlığı, yok sayılmanın sancısını anlayamadım.
Bana yaşamla, kadın olmakla ilgili pek çok bilgi/deneyim aktaran bu üç bilge kadın arasından, sonraki yaşantımda en çok Madam Öjeni’yi özlediğimi, ondan izler taşıdığımı düşünüyorum. İlkokuldaki arkadaşım Ceni’ye ev dışında Canan demem gerektiğini; isimlerin ne kadar anlam yüklü olduğunu, işaretler taşıdığını, Madam Öjeni’yi hiç de yalnızca topikleri ya da mis kokulu paskalya çörekleri için değil; bana sevdiğim birisini, arkadaşımı kaybetme korkusunu yaşattığı; üzülmeyi, sevmeyi, kendi ismini kullanabilmenin ne büyük bir özgürlük olduğunu öğrettiği için çok sevdim.
Bu kitabı hazırlamaktaki hevesim de öncelikle bende çok güçlü izler bırakan çocukluğumun kadınları; ve çok sonrasında da farklılıklarımızın ve olduğu gibi kabul etmenin değerli olduğu, Aristoteles’in Nikomakhos Etiği’nde söz ettiği gibi dostlarının iyiliğini isteyenlerin gerçek dost olduğu bilgisini bizzat yaşayarak görmemi sağlayan arkadaşlarımla ilişkilerim üzerine düşünmemle oldu.
Edebi alanda ise mektuplarından yola çıkarak Leyla Erbil ve Tezer Özlü dostluğu beni derinden etkilemişti. Öncelikle arkadaşlık ve dostluğu kavramsal olarak düşünmeye ve araştırmaya başladım. İlk olarak Amargi dergisinin “Arkadaşlık” , Cogito ve Birikim dergilerinin “Dostluk” başlıklı dosyaları, Sandra M. Lynch’in Dostluk Üzerine, Mustafa Demirtaş’ın Dostluk ve bu kitapta da metni yer alan Seray Kumlu’nun Dostluk; Siyasal Bir İnceleme isimli kitabı, bu konuda zihnimi oldukça berraklaştırdı. İkinci kitap olarak yayımlanacak olan Edebiyatta ve Edebi İlişkilerde Arkadaşlık ise söz ettiğim gibi iki kadın yazarın derin dostluğu üzerine düşünmem ve edebiyatta da arkadaşlık/dostluk izinin sürülmesi gereğiyle ilgili merakımla başladı.
Kısacası arkadaşlığın çeşitli veçheleri, boyutları, dinamikleri, imkânları ve imkânsızlıkları, aşamaları, sınırları, geçirgenlikleri, çatışmaları olduğunu, duygudan daha fazla bilgiyle olan ilgisini fark ettim. Karşısındakini ve kendini bilmekle, bilmeye çalışmakla, kabul etmekle; değiştirmekle değil değişmekle; öğretmekle değil öğrenmekle; konuşmaktan çok dinlemekle olan ilgisini. Yani arkadaşlığın çaba, emek harcamak gerektirdiğini. Rebeca Solnit’in kavramsallaştırdığı aynalama çok iyi karşılıyor demek istediğimi: “Aynalama, başkalarının eylem ve duygularıyla bağ kurmak için zihnimizde onların davranışlarını tekrar canlandırmamız anlamına geliyor. Bazen aynalama yapmadığımız da oluyor, o zaman diğer insanla aramızda bir bağ oluşmuyor. Aynalama, duygusal olduğu kadar bilişsel bir süreç. İçgüdüsel olabileceği gibi, tekrarlaya tekrarlaya öğrendiğimiz bir süreçle de deneyimleyebiliriz aynalama faaliyetini. Ya da boş verir, kimseyle bağ filan bağ kurmakla uğraşmayız” (s.42). Buradan devam edersek “başkalarının hayatlarını tanımadan kendimizi tanımak imkânsız. Ve eğer bizden farklı hayatlarla karşılaşmayı becerebilirsek, hiç kimsenin yok hükmünde olmadığını anlayacağız” (Solnit, s.43). Bitki ve hayvanları da kapsayarak elbette.
Kitapta yer alan yazılarında yazarlar arkadaşlığı, dostluğu pek çok farklı açıdan, farklı kavramlarla ele aldılar.
Seray Kumlu, “Dostluk ve Siyasal Olanı Yeniden Düşünmek” isimli çerçeve metninde, neden liberalizmin bir arada yaşama etiğinden daha fazlası olduğunu ve günümüzde siyasal biraradalıkların neden bu kadar kapalı ve dışlayıcı olduğunu anlamak için siyasal aidiyeti kuran ve sürdüren dostlukların nasıl dönüştüğünü ve dostluğun değişen ilke ve özelliklerini ele aldı.
Fatmagül Berktay, “Bir Kere Bile Selamlaşmamışların Dostluğu: Hannah Arendth-Simone Weil” isimli metninde, Arendth’le Weil’in sadece aralarındaki “dostluğun” temeli olarak gördüğü şeye, ikisinde de ortak olan bağımsız düşünme cesaretine ve düşünme ile eylem arasında kurdukları sıkı ilişkiye dikkat çekmek istedi. Berktay’a göre bu ilişki, dünya açısından düşünmenin ve onu sevmenin vazgeçilmezidir zira.
Ali Çakmak “Ya Üçüncü Reich Ya Ben!” isimli yazısında, adil bir dostluğun ya da dostlukta adaletin imkânı, niteliği üzerine düşünmenin, mutlaka dostluğu idealize etmek anlamına gelmediğinden; sınırları kesin olarak bilinemeyen, çizilemeyen bir ilişki türünün her koşulda bazı soyutlamaları zorunlu kılmasına rağmen, zihni bir düşman öğesiyle işgal olmamış herhangi biri için dostluğun her zaman somut eylemlerle, jestlerle belirdiğini ifade etmekte. Çakmak yazısında dostluk hakkındaki kavrayışın çoğunlukla somut deneyimlerle işlemeye, derinleşmeye başladığını vurgulayarak Üçüncü Reich’ın koşulları altında bir Alman ile bir Yahudi arasındaki dostlukta, yıllardır süregelen İsrail’in işgali ve ablukası altındaki Filistinli ile İsrailli arasındaki dostluğun imkânını ya da imkânsızlığını tartıştı.
Hatice Çoban Keneş, “Öteki ile Arkadaşlığın Koşulu Olarak Fark’ın/Kimliğin İnkârı”nda, arkadaşlık olgusunu Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un eşdeğerlik ve fark mantığından yararlanarak “öteki”yle ilişki çerçevesinde ele aldığı yazısında “biz” ve “onlar” dikotomisinde hâkim çoğunluktan, hâkim kimliklerden olana işaret eden “biz” ile biz’in dışında bırakılan, azınlıklaştırılan “onlar”, “öteki”ler arasında gündelik yaşamda kurduğumuz arkadaşlık, dostluk ilişkisinin mümkünlük koşullarını irdelemekte.
Lal Hitay ise The Banshees of Inisherin filminden yola çıkarak arkadaşsızlığın savunusu üzerine bizi düşündürmekte.
İlkay Özküralpli “Kıllı Tüylü Bir Felsefe ile Ağırbaşlı Bir Sosyal Bilimin Dostluk İmkânı Üzerine” isimli yazısında; Deleuze ve Guattari'nin, felsefeyi bilgelik aşkı yerine bilgelik dostluğu olarak okuma önerisinden hareket ederek dostluğun imkânlarının, felsefe ve sosyal bilimler arasında var olan uygulamadaki uçurumun ve yaklaşımdaki kibrin üstesinden gelip gelemeyeceğini masaya yatırıyor.
Sibel Yardımcı ise “Bir Yaşam Biçimi Olarak Dostluk” isimli yazısında Foucault’nun “Bir Yaşam Biçimi Olarak Dostluk” (1997) ve “Şen Bilim” (2011) başlıklı söyleşilerinden yola çıkarak “dostluk” kavramında ve deneyiminde yatan politik imkânlar üzerine tartışıyor.
Tülin Ural “Arkadaşlığın Faydası” isimli yazısında Montaigne ile LaBoétie arasındaki arkadaşlıktan yola çıkarak arkadaşlığın veçhelerine değiniyor.
“Birbirimize Yurt Olmak” isimli yazısında Aksu Bora, feminist arkadaşlığı tarihsel bağlamıyla birlikte tartışıp sorularımızı arttırmakta.
Gültan Kışanak, “Umudun Koynunda Demlenen Arkadaşlık” isimli yazısında hapishane arkadaşlığını, hapishanede bakım emeğinin önemini ve zorluğunu tartışmakta.
Sare Öztürk ise yoldaş türler olarak ağaçlarla, otlarla, sebzelerle kurduğumuz ilişkiye biraz daha farklı bir yerden baktığı “Köklü ve Dallı Budaklı Bir İlişki: Yoldaş Türler Olarak Bitkiler, Kadınlar ve Bostan Deneyimi” isimli yazısında bir arada dünyalar kurarken arkadaşlığın, dostluğun, yoldaşlığın insandan ibaret olmadığına dikkat çekiyor. Marulun, zeytinin bir bitki olarak nasıl bir eyleyiciğili olduğuna odaklanarak, insandan ibaret olmayan dünyalara kapı aralamaya çalışıyor.
Behçet Çelik yazısında arkadaşlıkla oyun arasındaki bağ üzerine bizi düşündürmekte. Ona göre arkadaşlığın en hakikisi ya da uyumlusu, iki arkadaşın aralarında kararlaştırmamış, sözleşmemişken aynı anda paralel evrene geçmelerinde görülendir.
Gülüm Şener, sosyal medyadaki iletişimin, insan ilişkilerinde önemli bir yeri olan arkadaşlıklar özelinde yarattığı değişimleri eleştirel bir perspektiften değerlendirmeyi amaçlıyor. Temel savı, sosyal medya platformlarının dijital kapitalizmin üzerinde yükseldiği Büyük Veri endüstrilerinin üretimini sağlamak için ‘arkadaşlık’ kavramını sömürdüğü ve arkadaşlarımızı takipçilerimize dönüştürerek ilişkileri araçsallaştırdığı yönündedir.
Başak Tuğ, “Resimli Ay Ailesi”nin, yani Sabiha Sertel’in seçilmiş ailesi ile kendi çekirdek ailesinin karışımından müteşekkil ailenin, Serteller ve çevresindekiler için ne anlam ifade ettiği ve Sertellerin 1920’li ve 1930’lu yıllarına damgasını vuran bu “aşktan öte dostluk”ların bu dönemdeki yazın dünyası için manasını ve ehemmiyetini biraz olsun anlamaya çalışmakta. Burada amacını, Sertellerin özel hayatını didiklemekten ziyade, bu zamana kadar pek fazla üzerinde durulmamış olan Yıldız Sertel’in sarih bir biçimde tanımladığı şekliyle “Resimli Ay ailesi”nin izlerini yayın faaliyetleri ve anılar üzerinden sürerek, bu çevrenin muhabbetine 1920’ler ve 1930’lar Türkiye’si çerçevesinden bakabilmek olarak ifade etmekte.
Başak Deniz Özdoğan ise “Arkadaşlık Düşmanlıkla Yan Yana: 12 Mart’tan 12 Eylül’e Popüler Kültürde Arkadaşlığın Dönüşümü” isimli yazısında, 70’li yılların popüler şarkıları üzerinden, ancak arkadaşlıkla mümkün olan yarın arzusunun 12 Eylül 1980’e gelinceye dek ne türden bir dönüşüm geçirdiğine odaklanıyor ve iki darbe arasındaki toplumsal dönüşümü arkadaşlığın değişen anlamları üzerinden tarihselleştirmeye çalışıyor.
Delal Yatçı, “sinemanın arkadaşlığı tahayyül etmemizde bize pek çok yol sunduğundan” söz ederken hem arkadaşlığı sinemayla hem de sinemayı arkadaşlıkla beraber düşünüyor. Filmin içeriğinden filmle kurduğumuz ilişkilere, film biçimine, üretim koşullarına, izleme deneyimlerimize ve salonlara kadar sinemanın her bileşenini arkadaşlık tahayyülü içerisinde yani arkadaşça yeniden biçimlendirebildiğini dile getiriyor ve bütün bunların izini sürüyor.
R. Aslı Koruyucu ve Lara Özlen tarafından kaleme alınan “Kuir Dostluk Üzerine Bir Diyalog” ise, Aslı ve Lara’nın Almanya ve Türkiye arası ulusötesi bir boyut kazanan dostluklarından hareketle ortaya çıkan, seslerini kaydettikleri, notlar alıp okumalar yaptıkları ve dostluklarının çuvallamalarla dolu akışında kayboldukları saatler, günler süren diyaloglarından esinle yazdıkları kuir dostluğun ihtimallerine katkı sunan bir metin.
İlkan İpekçi, Türk askerlik kurumu çerçevesinde erkekler arası arkadaşlığın ve dayanışmanın, toplumsal cinsiyet rejimleri ve cinsellik hiyerarşileri içerisinde belirli grupların, bireylerin ve temsillerin aleyhine bir şekilde nasıl kurgulandığı ve militarist erkeklik söylemlerinin bu dostluk bağlarını nasıl şekillendirdiğini alan araştırmasına dayanarak irdeliyor.
Rıdvan Akar ise yazısında kendinden yola çıkarak taraftarlık meselesini masaya yatırıyor.
“Arkadaşlık üzerine” konuşmak, yazmak meşakkatli bir iş. Her yazar kendi bulunduğu yerden, kendi meşrebince yazısını kaleme aldı. Dolayısıyla kimi yazılar akademik kimileri serbest metinler olarak yazıldı. Yazım sürecinde beni de konuyla ilgili meselelerine dâhil ettiler. Birlikte düşünmüş olduk. Sağ olsunlar. Kitaba katkı sunan bütün yazar arkadaşlarıma en içten minnet ve şükran duygularımı sunmak istiyorum.
Seval Şahin kitabı fikir aşamasından itibaren destekledi. Müteşekkirim.
Bilge Sönmez metinleri son okumada son derece titiz ve özenle gözden geçirdi, çok teşekkür ederim.
Arkadaşlığın/dostluğun, birlikte yol almanın, hayal kurmanın, durmanın, susmanın, düşünmenin tadını yaşatan, hep önümü açan, her zaman yanımda olan, beni ben yapan arkadaşlarıma bağlılıkla ve sevgiyle…
Feryal Saygılıgil
Nisan 2025, Teşvikiye
Hazırlayan: Feryal Saygılıgil
Katkılar: Seray Kumlu, Fatmagül Berktay, Ali Çakmak, Hatice Çoban Keneş, Lal Hitay, İlkay Özküralpli, Sibel Yardımcı, Tülin Ural, Aksu Bora, Gültan Kışanak, Sare Öztürk, Behçet Çelik, Gülüm Şener, Başak Tuğ, Başak Deniz Özdoğan, Delal Yatçi, R. Aslı Koyuncu, Lara Özlen, İlkan İpekçi, Rıdvan Akar
Sanat Kritik Yayınları
Eylül 2025
418 s.
[*] Kokona : 1) Hıristiyan kadınlarına Müslüman Türklerce verilen ad. 2) Süse püse düşkün kadın, çok süslenen kadın. Kokona gibi: Çok süslenmiş yaşlı kadın için kullanılır. Kaynak: Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, Doğan Kitap, Ekim 1999.