Beliz Güçbilmez:
“Muhatabımız da, eşlikçimiz de kurmacadır.”
“Kurmacaların üzerimizdeki etkisi düşündüğümüzden fazladır... Gündelik hayatın en karıncaezmez insanı okur pozisyonuna geçtiğinde önce kralın, sonra ondan şüphelenecek herkesi öldüren Macbeth’in yanında saf tutar; hikâyeyi onun gözünden, onun arzularıyla, korkularıyla takip eder. Hiç bilmediği olma biçimlerine, hayat tarzlarına, siyasi ya da ahlaki görüşlere içinden bakma fırsatı demektir bu.”
Beliz Güçbilmez
Tiyatro ve edebiyatın iç içeliğiyle başlayalım isterseniz. Edebiyatın ve tiyatronun, yazının ve oyun sahnelemenin sizin şahsi yolculuğunuza, bu hayatla ilgili bir şeyleri anlatma yolculuğunuza bu derece katkı sağlayacağını tahayyül etmiş miydiniz?
Oyun metinleri de kurmaca evrenine dahildir ama tiyatro sanatı metinden ibaret değil elbette. Belli bir süre boyunca bir mekânı kaplayan bir olay tiyatro. Hayatında hiç tiyatro gösterimi izlememiş biri için de kısmen okunaklıdır oyun metinleri ama performans ânını bilen biri için metin bir katmanlılık imkânıdır. Katmanlılıktan kastım şu: Rolün arkasında oyuncu, hikâyenin geçtiği yerlerin hepsinin birden zemini olan somut ahşap tiyatro sahnesi, hikâyenin zamanının altından akan gerçek zaman olarak oyun süresi. Benim tiyatroyla teorik ve pratik ilişkim yıllar içinde imkân ve eylem arasında mekik dokuyan, aralarındaki diyalektiği derinleştiren, kendiliğinden bir düşünme yordamı da geliştirmiş olmalı.
Genellikle birbirini karşılayacak şekilde kullanılsa da, seyretmek ve izlemek fiillerinin zihnimdeki titreşimi başka başka. Seyretmek kurmacayla seyir halinde olmayı, akmayı ve eşzamanlılığı, izlemek birbirinde iz bırakmayı ve sonraya kalanı çağırıyor ve bu iki etkinin bir araya geldiği nadir anlarda kurmaca deneyimi boyutlanıyor bana kalırsa. Sinema ve tiyatrodan farklı olarak, anlatılanın karşımızda –bir perdede ya da sahnede– belirmediği edebiyat sanatında, yan yana dizilmiş harflerin zihinde hem seyirlik hem izlemelik bir sahne kurmasını sağlayan metaforları, mimetik bir unsur olarak tarif edebilecek noktaya, tiyatrodan öğrendiklerimle varmış olabilirim sahiden.
İnsan niçin anlatır? Sahne üstünde veya bir metinde veya bir resimde ya da müzik ya da heykelle? Ya da işyerinde çay-sigara molasında? “İmkânsıza” duyduğumuz arzudan dolayı mı tetiklenir anlatılarımız ya da –sizin de belirttiğiniz gibi– günlük hayatın nedenlerini, niçinlerini, bu sorularda cevabını bulamadığımız dağınıklıkları kurmacalarla bir bütünlüğe kavuşturduğumuz için mi?
Kurmacalar anlatı sanatına dahildir. Büyük küme anlatıdan, küçük küme kurmacayı çıkardığınızda aradaki farkı “gerçeklik iddiası” yaratır. Mesela anlatının yalan içermesi durumu değiştirmez. Çünkü yalan da gerçeklik evrenine aittir, gerçeğin tahrif edilmesiyle yapılmıştır. Diyelim ki yalan haber, gerçek haber kadar anlatıdır. Anlatı anlatma fiiliyle, kurmaca kurma fiiliyle işler. Ayrımlardan söz etmeden her şeye anlatı ya da performans dendiğinde kavramların çeperi o kadar genişliyor ki, bir zaman sonra içleri boşalıyor, işimize yaramaz hale geliyorlar. Bir insanın diğerine derdini, rüyasını, arzularını anlatmasıyla, kurmaca üretmesi arasındaki farka dikkat çekmekten yanayım. Ya da daha geniş bir ölçekten, evrim mesela, bir anlatıdır ama kurmaca değildir. O yüzden ikisini ayırt etmek önemli benim açımdan. Anlatma arzusunun saikleri eğer yazarın niyeti olarak nitelendireceklerimizse, –çok çeşitli ve bilinemez olduğundan– benim için bir kurmaca tamamlanıp okurun karşısına çıktığında niyet, denklemin dışında bırakılabilir. Ama neden kurmaca üretmeye ve okumaya ihtiyacımız var sorusu da zaten bütün bir kitap boyunca yanıt bulmaya çalıştığım hattı kuruyor. Evet, en temelde bir bütünlük kurma ve görme ihtiyacı, başka bir deyişle kaosun içinden bir kozmos yaratma gereksinimi ve hüneri diyebiliriz.
Arka arkaya yayımlanan Zaman/Zemin/Zuhur ve Anne Ben Düştüm mü?-Kurmacalara Neden Muhtacız? kitaplarınızla sizi daha yakından tanıma imkânı bulduk. Kitaplaştırma düşüncesi nasıl oluştu, bunu da konuşmak isterim fakat bu iki kitabınızın meseleleri, yazma sebepleriniz nelerdi?
Zaman/Zemin/Zuhur’un ilk versiyonu 2006 yılında yayımlanmıştı, çok uzun yıllardır da “baskısı yok” statüsündeydi. Bu yıl Kolektif Kitap’tan yeniden basılmadan önce gözden geçirip bölümler ekledim. İkinci kitap da akademik ve kuramsal çalışmaların yanı sıra atölyelerde üzerinde durduğumuz iki büyük çerçeveden biri olan “Kurmacalara Neden Muhtacız?” sorusuna ürettiğim yanıtlardan geliştirildi ve Anne Ben Düştüm mü?sorusunun altına yazıldı kapakta. Atölyelerin diğer temel meselesi –Manyetik Alan Metodu– yok bu kitapta; bir kitap formatında nasıl anlatılması gerektiği üzerine bir zaman daha düşünmek, çalışmak istiyorum çünkü.
Zaman/Zemin/Zuhur'da tiyatro sanatına ve geçmişin tiyatral temsiline baktım. Tiyatroyla geçmişin ve bellek temsilinin ilişkisini kurdum. Yeni kitapta ise tiyatroyu da kapsayacak bir genişleme var, artık baktığım yer bütün kurmacalar. İlk kitapta mesele geçmişin temsiliyken, burada gerçeğin temsiliyle ilgilendim. Fakat aralarındaki bağlantıdan da söz etmek isterim yeri gelmişken. Zaman/Zemin/Zuhur’da Doğu ve Batı tiyatro metinlerinde birbirinden ayrışan tutumları gösterebilmek için ilkinin analojisini minyatürlerden, ikincisininkini doğrusal perspektifli resimden çağırarak bir anlama modeli yaratmıştım. Batıda kurulan metinlere, perspektifli modelin terimleriyle baktığımda geçmiş-şimdi sürekliliğini bir neden-sonuç ilişkisiyle kuran “Geçmişte bir şey olur, gölgesi bugüne düşer” anlatı formülünü üretip diyelim ki bir Ibsen oyununda nasıl çalıştığını göstermiştim. Bu bir yandan da formülü ilk gördüğümüz Kral Oidipus’tan beri kurmacalarda üretilen, geçmişte yapılan hataların bedelinin şimdide ödeneceğinin garantisiyle çalışan adalet fikri üzerine kurulu, öyleyse kimsenin yaptığının yanına kâr kalmadığı adil bir dünya manzarasına bakmak demek. Yani içimize su serpen “Gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır” bilgisi gerçeğin “huyuna” değil, gerçeği ısrarla talep edip peşine düşenlerin huyuna işaret eder. Bunun talep edilebilmesini sağlayan bir hayat modelini, ne için mücadele verilebileceğinin modelini kurmacalarda görmüşüzdür. Anne Ben Düştüm mü? kitabında “Kurmacalar Yeryüzüne İnerken” bölümünde “Yeryüzünde itimat uyandıran ne varsa, modeli dünya dışı bir yerdedir” diye ifade ettiğim mesele bu. Kurmaca gerçekdışı bir evren kurar, o nedenle benim açımdan mitler gibi, cennet tasvirleri gibi “dünya dışı” sayılır. Ezcümle, şu adaletsiz dünya düzeninden edinemeyeceğimiz apaçık olan adalet hissimizi bile kurmacalara borçluyuz. Bu da sadece yeni kitapta değil, aslında yıllar önce, ta Zaman/Zemin/Zuhur’da da kurmacaların bize ne yaptıklarına, neden iyi geldiklerine ilişkin düşüncenin saatinin kurulmaya başladığını gösteriyor.
Anne Ben Düştüm mü?-Kurmacalara Neden Muhtacız?, daha kapakta iki soruyla karşılıyor bizleri. Köprüyü kurarken yalnız olmaktan bahsediyor, sonrasında bize eşlik edenlerin baş dönmesinin etkisini azaltıp “düşme korkumuzu” yatıştırdığını söylüyorsunuz. Anne ben düştüm mü? Bu sorunun sorulma nedenleriyle birlikte alt metnini konuşabilir miyiz? İlk bu soruyla karşılıyor kitap bizi aslında, kurmacayla ilgili olan sonra geliyor.
İnce bir yerden görmüşsünüz sahiden, kitabın adı olan anekdotun anahtar cümlesi ve önsöz niyetine “Kapağı Açarken” başlığı altına yazdığım “her performansın alt metni olarak düşme korkusu”nu. Sahne sanatlarında düşme korkusu hem gerçek anlamıyla –sahnede düşmek, sahneden düşmek, canlı gösterinin bağrında taşıdığı bütün skandal ihtimalleri– hem de metaforik anlamıyla orada. Düşmek ilksel korkulardan biri ve ağaçta uyurken aşağı düşmekten itibar kaybetmeye, cennetten düşmekten başarısızlık mitlerine kadar yaygın bir deneyim ve anlatı leitmotiv’i. Yeryüzündeki kısacık maceramız da düşmekle, düşe kalka başlıyor. İnsan türü için yürümeyi öğrenmek, düşmeyi öğrenmek demek. Kitapta, kanepede oturmuş çizgi film izlerken bastıran ağlama isteğinin fiziksel semptomlarının –burnun sızlaması, gözlerin dolması– kaynağını anlayamayan, sonucun nedenini bulamayan, o yüzden de annesine “Düştüm mü?” diye soran bir çocuk var. Kitap yazmak masanızdan bilmediğiniz bir boşluğa doğru köprü kurmak demek. Köprü karşıya ulaşmadığında hepimizin bildiği o çizgi film jesti gibi bir süre boşlukta yürür, sonra düşersiniz. Bir kitapla ortaya çıkmanın, geri dönüşsüzlüğüyle, kendini ve başkalarını hayal kırıklığına uğratma ihtimaliyle falan her zaman korkutucu bir yanı var tabii. Bunun ille de “rezil olma” korkusu diye tarif edilmesi gerekmiyor; bir birikime haksızlık etme, bir temsili etik açıdan yanlış kurma gibi saikleri de olabiliyor. Yazmak korkudan yapıldığı kadar cüretten de yapılıyor ama ikincisinin açığa çıkabilmesi için yazmanın korkularıyla baş etmeyi öğrenmek gerekiyor. Söz gibi uçup gitmeyecek, demek ki kalıcılığıyla itimat veren, dikkatli gözlerin yakın okumasına dayanabilecek, sağlam bir zemin kurmak istiyor insan.
Kitap üç bölümden oluşuyor. “Kurmacanın Zihni”, “Kurmacanın Belleği”, “Kurmacanın Hakikati”. Bu üç bölümün birbiriyle bağlantıları, oluşan bütünler ve üzerimizde oluşturduğu izleri kitabın son alt başlığı “Omurgamız Çatırdarken” üzerinden konuşmak istiyorum sizinle. Tüm bu konu başlıkları, bağlantılar, ekler, alt başlıklar düşünülerek “tutarlılık” mevzusundan bahsediyorsunuz. Omurga nerelerden çatırdıyor? Bir şeye aymanın, bir şeye pat diye uyanmanın bir bedeli mi omurgadaki çatırtılar?
Yetişkin hayatımızın çok önemli bir bölümü bir şeylere karar vermeye çalışmakla geçiyor. Muhtemelen verdiğimiz her karar bizi olduğumuz kişi yapıyor ve bir yandan da kendilik diye kodladığımız o kaynaktan besleniyor. Kendilik de bir kabuldür ve akışkandır. O nedenle de hayatta aldığımız bütün kararları alt alta dizsek orada bir bütünlükten nadiren söz edebiliriz. Bağlam sürekli değişir ve oradan bir dizge çıkarmak da, tutarlı kalmak da güçleşir. Karar vermenin psikolojimiz üzerindeki ağır baskısının nedenidir bu; gelgitler, boşa koyup dolduramamalar, kıvranmalar, emin olamayışlar bizi yorar.
“Nuh deyip peygamber dememek” tutarlılık değil, katılıktır esasen. Kendi bildiğinden, deneyimlediğinden ötesine kapalı olmak demektir.
Her kurmaca bir bağlamdır. Hikâye kendi özel sıkışmalarını, zorlayıcı dönemeçlerini yaratarak gelişir; karakterler karar verir, sonuçlarına katlanır. Bu mekanizmaya dışarıdan bakmak bizim karar alma gücümüzü artırır; kitapta “kişisel adalet” diye tanımladığım vicdanın esnetilerek çalıştırılması gereken bir kas olduğunu yazmıştım. Kurmacaları okumak o kası koltuğumuzdan kalkmadan çalıştırır, ona egzersiz yaptırır. Gündelik hayatta vicdanıma başvurmaya ihtiyaç duyduğum, kendi doğrumu kurmaya çalıştığım herhangi bir anda o kası çalışır vaziyette bulmak az şey değildir.
“HER KURMACA BİR BAĞLAMDIR. HİKÂYE KENDİ ÖZEL SIKIŞMALARINI, ZORLAYICI DÖNEMEÇLERİNİ YARATARAK GELİŞİR; KARAKTERLER KARAR VERİR, SONUÇLARINA KATLANIR. BU MEKANİZMAYA DIŞARIDAN BAKMAK BİZİM KARAR ALMA GÜCÜMÜZÜ ARTIRIR.”
Dolayısıyla, kurmacaların üzerimizdeki etkisi düşündüğümüzden fazladır. Onun bizi yerleştirdiği görme pozisyonundan çıkıp yer değiştiremeyiz. Gündelik hayatın en karıncaezmez insanı okur pozisyonuna geçtiğinde önce kralın, sonra ondan şüphelenecek herkesi öldüren Macbeth’in yanında saf tutar; hikâyeyi onun gözünden, onun arzularıyla, korkularıyla takip eder. Hiç bilmediği olma biçimlerine, hayat tarzlarına, siyasi ya da ahlaki görüşlere içinden bakma fırsatı demektir bu. Kısacası, kitapta da belirttiğim gibi:
“Ahlaki yargılarımız neredeyse omurgamızdır, en sert çekirdeğimizdir. Öfke, gurur ya da suçluluğun açığa çıkmasına bu yargılarımız neden olur. Birbirimizde tartışarak değiştiremeyeceğimiz, etkiye kapalı gibi görünen, sabahlara kadar birbirimize bin dereden su getirsek de karşılıklı milim kıpırdamadığımız bölgenin kapalı, esnemek nedir bilmez görünen, o nedenle de çabucak kırılan, can yakan, dünyayı herkese dar eden o çok sert çekirdeğine en doğrudan ve hızla müdahale eden gündelik, ahlaki ya da siyasi tartışmalar değil kurmacalardır.”
Okur olmak. Başkalarının hikâyelerini kendi algımızla okumak. Kurmacalara olan muhtaçlığımızla beraber bir de işin bu boyutunu konuşabilir miyiz? Çünkü kurmaca, bir yandan da herkesin kendi bakış açısından, algısı neyse o yönde okumasına imkân sağlayan bir yapı; ne dersiniz? Bu kurmacalar için bir sorun mudur yoksa bir gereklilik mi?
Kitapta okuma, izleme ânını üç zihnin karşılaştığı kavşak diye tarif ettim. Yazanın, kurmacanın ve okurun/izleyicinin zihni. Yazarın zihni bence okur karşılaşmasında en az işlevsel olanı. Mesela o zihne niyetler de dahil ve yazarın niyetini bilmek genellikle erişimimiz dışında kalıyor. Çünkü kurmacadan yola çıkarak ama kurmacaya ellerimizi basıp üstünden aşarak geriye doğru yazarın niyetine ulaşamayacağımızı düşünüyorum. Yazarını uzun uzadıya sorguya çekmeyeceksek o karşılaşmanın iki başrol oyuncusu var. Benim oyun yazarlığından iyi bildiğim bir yokluk –ya da daha hafif bir nitelendirmeyle figürasyon– pozisyonu bu. Çünkü oyun yazarlığı çoğu insana zorlayıcı gelebilecek, muhatapsız bir diyalog olarak işler. Bir okura doğru yazmak sahneleme ânında boşa düşer. Oyunumuzun sahnelenişini görmeye bayılırız ama artık okur değil, seyirci vardır ve seyirci sahnenin ve oyuncuların muhatabıdır, diyalog onların arasında gelişir.
Bir yazıda, seyir yerindeki oyun yazarını, sırf adam sevgilisine benziyor diye giyinip süslenip bir çiftin randevusuna üçüncü olarak gitmeye benzetmiştim. Buradaki sertlikte değilse de buna benzer bir yerden düşünebiliriz yazarın okuma/izleme ânındaki eksik varlığını. Sahnede değişip dönüşen, metninden bağımsızlaşarak kendi başına bir varlık kazanan gösterim gibi tahayyül edilebilecek bir kurmaca zihni tarif etmeye çalışıyorum. Çünkü bana kalırsa her kurmaca, yazarın o kurmacaya yerleştirdiği unsurların toplamından çok daha fazlasıdır. Neredeyse bir yapay zekâdır. Yapay zekânın ardında insan tasarımcıların olması, bir kez yaratıldıktan sonra onun veri işlemesinin, öngörülemezlikler üretmeye devam ederek Harari’nin deyimiyle “inorganik bir varlık”a dönüşmesinin önünde bir engel yaratmaz. Yazar masa başında işini hakkıyla yapabildiyse, ortaya anlam üretmeye hazır bir sistem çıkmıştır. Sistemi çalıştıracak olan, okuma ve izleme eylemini üstlenecek kişidir. Artık bir yüzeye nakşolmuş, sabitlenmiş, hareketsizleşmiş yapıt, biri ona baktığında harekete geçer, canlanır ve işlemeye başlar. Bu durumda yapıt ve okur/izleyici birbirini hareket ettiren iki dişli gibi çalışır. Dolayısıyla bana kalırsa ortada tarif ettiğiniz yerden bir sorun yok; ben bu ilişki biçiminin işin kaçınılmaz doğası, giderek yapıtın canlılığının, canlı kalmasının yegâne garantörü olduğunu düşünüyorum. Muhatabımız da, eşlikçimiz de kurmacadır.
Derslerinizde anlattığınız ve geliştirdiğiniz “Manyetik Alan Metodu”ndan bahsetmenizi isterim. Sanki bir tür mühendislik metodu gibi. (Bana “Edebiyatçılar bozar, mühendisler yapar” sözünü de hatırlattı.) Derslerinizde anlattığınız metot kapsamında ihtiyaç hissettiğiniz yeni tanımlar, alanlar var mı?
Metot üretmek her zaman yeni bir terminoloji yaratmayı gerektirir. Halihazırda kullanılan el altındaki kavramlar ve tanımlar kaçınılmaz olarak ait oldukları düşünce sistematiğinin DNA’sını taşırlar ve oluşturmaya çalıştığınız metodu kendilerine doğru çeker, kompaktlığını gevşetirler. Manyetik Alan Metodu zihnin çalışma prensibi üzerine kurulu. Zihin, bilmediği yeniyi anlamak için bildiklerine benzeterek ilerler. Aynı stratejiye anlatırken de başvurur. Dolayısıyla anlatma edimiyle varolan anlatı sınıfına dahil kurmacalar da aynı prensiple çalışır.
“SANSÜR HER ZAMAN KURMACAYI GERÇEK ZANNETMEKLE, GERÇEĞİ HAYATIN TA KENDİSİYLE KARIŞTIRMAKLA İLGİLİDİR. O NEDENLE KİTAPTA JOYCE’UN ULYSSES’İNE AÇILMIŞ MÜSTEHCENLİK DAVASINDAKİ YARGICIN KARARINDAN ALINTI YAPMIŞTIM: ‘BUGÜNE DEK HİÇ KİMSE BİR KİTABIN TECAVÜZÜNE UĞRAMAMIŞTIR.’”
Bir şeyi başka bir şeye benzetmek metafor kurmak demektir. Metafor kurmak zihnin temel hünerlerinden. Benzerlik her zaman bir zihin, bir göz tarafından üretilir ve türümüzün ilksel zamanlardan bu yana hayatta kalmasını bile bu hünere borçluyuz. Tehlikeliyi tehlikesizden, zehirli otu yenebilir olandan bu hünerimiz sayesinde ayırt etmiş olmalıyız. Bu nedenle de esasen bir metafor teorisi üzerine inşa edildi Manyetik Alan Metodu. Metot genelgeçer metafor tanımlarındaki “benzerlik”e farkı da ekleyerek çalışıyor. Çünkü iki şeyi birbirine benzetmek aynı zamanda farklı olduklarını da kabul etmek demek. O nedenle bir şeyi başka bir şeye benzettiğimizde “benziyor ama o değil, tıpkısı değil, aynısı değil” de demiş oluyoruz. Manyetik Alan Metodu kurmacayı gerçeğin metaforu olarak adlandırırken, “Kurmaca gerçeğe benzer ama gerçek değildir” mottosunu da güçlendiriyor. Yani metot bir kurmacaya yerleştirilecek unsurları –atom modelindeki gibi– bir çekirdeğin çekim alanına kapılmış metaforlar olarak görmeyi öneriyor. Yüzlerce, binlerce unsurdan yapılmış bir kurmacayı bu çokparçalılığa rağmen bütün kılan niteliğin, o unsurların çekirdeğin yarattığı manyetik alanda her birinin aynı maddeden yapılması sayesinde dağılmadan yörüngede kalmalarıyla sağlandığını ispatlamak gibi teknik ve kurmacanın yapısına ait bir okuma, izleme, yapıyı görmekten zevk alma ve nihayet tabii ki bir yazma yordamı üretiyor. Ama metodun işlevi bununla sınırlı değil. Sansür gibi, meselenin etik yanları hakkında da bir yorum alanı yaratıyor. Çünkü sansür her zaman kurmacayı gerçek zannetmekle, gerçeği hayatın ta kendisiyle karıştırmakla ilgilidir. O nedenle kitapta Joyce’un Ulysses’ine açılmış müstehcenlik davasındaki yargıcın kararından alıntı yapmıştım: “Bugüne dek hiç kimse bir kitabın tecavüzüne uğramamıştır.”
Klasik, modern, çağdaş edebiyat dönemleri düşünüldüğünde hangi dönem sıklıkla ele aldığınız, başvurduğunuz dönemler arasında? Kurmaca yenileniyor mu, insan yaşadığı çağa mı benzeyip kurguluyor, ne dersiniz?
İyi kitapların raf ömrü sonsuzdur. Calvino bunu Klasikleri Niçin Okumalı?’da çok güzel anlatır. Benim galiba hep döndüğüm yer romanın kaynağından köpürerek fışkırdığı yer. Cervantesler, Diderotlar Gargantua, Pantagruel, Tristram Shandy gibi deli işi metinler. İyi bir kurmacada günüyle saatiyle zamanı, kapı adresine kadar mekânı yazsanız da o yine de bütün yerler ve bütün zamanlarla konuşur, geçerliliğini yitirmez. Ya da sırf siz bunları belirginleştirmekten kaçındınız diye, kendiliğinden bütün zamanlarla ve yerlerle konuşabilen bir metin üretmiş olmazsınız. Yaşadığımız çağla bağımız sınırlarını belirleyemeyeceğimiz kadar yaygındır. Bir karakterin akıl yürütmesinden bir manzaranın tasvirine, bir ânı hatırlama biçimlerine kadar her şeye, her yere sirayet eder. Kaçamayacağımız bir şeyden kaçmaya çalışmak nefesimizi tutarak kendimizi öldürmek gibi gülünç bir pespayelik yaratır. Kurmaca yenileniyor mu, çok kuşkuluyum. Bugün bize en çarpıcı görünen yeniliklerin bile benzerleri tarihin bir yerinde bulunuyor olmalı. Çünkü hiçbir şey büsbütün yeni değildir; her şey biraz kendinden öncekilere de benziyorsa, hangi aşamada yenilik sıfatının hak edildiğini kim, neye dayanarak söyleyecek ki? Yenilik sıfatına verilen kıymet, yüklenen değer bile hem ideolojik hem tarihseldir.
Bazı insanlar gerçekten öğretmek, yorumlamak, anlatmak, ele aldığı şey neyse o şeyi parçalamak, bütünlemek ve yeni yapılarla yeniden inşa etmek için yeryüzündeki yerlerini alıyorlar. Fakat merak ediyorum, hiç kurgu bir metin yazmak gibi bir düşünceniz var mı?
Yıllar boyu oyunlar yazdım, sahnelendiler ve basıldılar. Manyetik Alan Metodu’na okurken ve izlerken ikna olmuş olanlarla uygulama sınıflarında birebir çalışırken ben de aşka gelip öyküler yazıyorum bazen. Ama evet, sanırım söylediğiniz pozisyona, öğretmeye daha yakınım. Bin yıldır hocalık yapıyor olmanın bu pozisyonu güçlendirdiği muhakkak. Ben okurluğun tıpkı yazarlık gibi üretken bir faaliyet olduğunu düşündüğümden, yazmadığımda bir şey kaçırıyormuşum gibi hissetmiyorum hiç. Yazmak bazen beni çok yükseltir, bazen de küstürür; ikincisi olduğunda “Dünya da benim başyapıtımdan mahrum kalıversin, ne olacak?” deyip okumaya, üretilmişlerdeki üretkenliği görmeye çeviriyorum bakışımı. Okurlukla yazarlık benim zihnimde bir kâğıdın iki yüzü gibi; sayfayı çevirip öbür tarafa geçebilir, bir yüzdeyken diğer yüze de işleyebiliriz.
“KURMACA YENİLENİYOR MU, ÇOK KUŞKULUYUM. ÇÜNKÜ HİÇBİR ŞEY BÜSBÜTÜN YENİ DEĞİLDİR; HER ŞEY BİRAZ KENDİNDEN ÖNCEKİLERE DE BENZİYORSA, HANGİ AŞAMADA YENİLİK SIFATININ HAK EDİLDİĞİNİ KİM, NEYE DAYANARAK SÖYLEYECEK Kİ? YENİLİK SIFATINA VERİLEN KIYMET, YÜKLENEN DEĞER BİLE HEM İDEOLOJİK HEM TARİHSELDİR.”
2019’un sonuyla birlikte dünya ölçeğinde yaşanan krizler, felaketler üst üste geldi. Pandemi, büyük kapanma, şiddetli sıcak savaşlar, derin ekonomik krizler, iklim felaketinin boyutlarının önlenemez hale gelmesi, depremler, göçler, saymakla bitmiyor. Umudunuz var mı? Ve tüm bu yaşananlar kurmacaya nasıl yansıyacak ya da kurmaca gerçeğe nasıl dönüşecek?
Ben sanatın gerçeklikle ilişkisinde iki kutup arasında bir sarkaç gibi gidip geldiğini düşünüyorum. Bir uçta ancak teorik olarak mümkün olsa da içinde hiç temsil fikri olmayan saf performans, diğer kutupta aynı biçimde imkânsız saf temsil var diye hayal edin. Performans dediğim uç, niyet düzeyinde, karnal gerçeğe –etiyle, kanıyla gündeliğe– ondan ayırt edilemeyecek kadar çok benzetiyor kendini, gerçekten neredeyse ayırt edilemez hale geliyor; diğer uçta ise gerçeklikten hiçbir şey sızmıyor içine. Tekrar edeyim, uçlardaki pozisyonlar farazi ama bu iki karşıt uç arasında sonsuz sayıda pozisyon var. Sanat yapıtı, biz ne yaparsak yapalım bu pozisyonlardan birinde konumlanır. İnsan kardeşlerimizin bu dünyada tarih boyunca tasasız olduğu, yarın endişesi duymadığı bir dönem yok aslında ama her kuşak galiba kendi acılarını görülmedik sayıyor, öyle tanımlıyor. Fakat evren bilimin bize gösterdiği gibi genişlerken tuhaf bir biçimde dünyanın küçüldüğünü hissediyoruz. Son yüzyılda tek bir dakikada bize çarpan enformasyon miktarı dehşet verici ölçüde yüksek. Sadece parmağımızı kıpırdatarak, bir ekranı aşağı doğru kaydırabildiğimiz için hem de. Hepimiz birilerinden, bir yerlerden gelecek kehanetlere açtık kulağımızı.
Neler olacak? Dünya nereye gidiyor? Bize ne olacak? Soru bizim icadımız değil, insanlık kadar eski olmalı. Ama sanata ne olur, sezgimi söyleyeyim: O sarkaç salınımında saf performans kutbuna yakındık epeydir, şimdi öbür uca doğru, kurmacanın gerçekdışılığını vurgulayan, sahiciliği değil de yapaylığı öne çıkaran tarafa doğru bence önümüzdeki hareket. Dışarıdaki gerçeklik dayanılamaz hale geldikçe, zihnin o acıyla baş etmesi güçleştikçe, gündelik hayatta inkâr başlıyor. Kitapta da yazdığım gibi bu delirmek demek; gündelik hayatta gerçekliği inkâr etmek, yokmuş gibi davranmak. Gerçeği kâbusla karıştırmak. Hep her an uyanacağını, bütün bunların hiç olmadığını fark edip “oh” çekeceğin bir sabaha başlayacağını, kan ter içinde kaldığın yataktan kalkıp lekesiz bir kar manzarası karşısında kahve içeceğini sanmak. Delirmek dediğim bu. Böyle zamanlarda neyin gerçek olduğunu anlamak için gerçekdışı olduğundan emin olduğumuz bir karşılaştırma kategorisine ihtiyacımız da artıyor. Kurmacaların gerçekdışı kimliği işte o zaman bize can simidi uzatıyor.
Önceki Yazı
İki konferans bir kitap vesilesiyle
Darülfünun’dan Boğaziçi’ne üniversitelerarası göç
“1930'larda Türkiye'ye gelen akademisyenlerin büyük çoğunluğu Nazi iktidarından kaçan Yahudi asıllılar, fakat aralarında Yahudi olmayan siyasi muhalifler de var. Haliyle, günümüz Türkiye’sinden bu döneme tekrar ve yakından bakmak ayrı bir anlam taşıyor. Zira faşist bir rejim altında hallaç pamuğu gibi atılan üniversitelerden çil yavrusu misali yurtdışına dağılma olgusunun bir benzerine ülkemizde de tanık oluyoruz.”
Sonraki Yazı
Böyle Görsün Görmek İsteyen'den:
“Batı ve Doğu’nun ruhumuzu kazanmak için verdiği amansız savaş”
Macar şair, yazar ve siyasetçi Sándor Csoóri'nin Böyle Görsün Görmek İsteyen adlı kitabı önümüzdeki günlerde Telemak tarafından yayımlanıyor. Kitapta yer alan, yazarın Macar kültüründe halk, folklör ve modernleşme meselesini ele aldığı “Deniz ve Ceviz Yaprağı” denemesinden bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz.