Batuhan Saç’la Ödünç Deri üstüne
“Neden Ödünç Deri? Üstü kapalı bir şekilde söyleyebilirim: Şiiri emanet aldığımı düşündüğüm biri dolayısıyla bu ismi uygun gördüm. Ödünç aldım, geri teslim edecek miyim, geri istiyor mu, bilmiyorum ama şiiri ödünç aldım.”
Batuhan Saç
İlk şiir kitabın Ödünç Deri, 2023 Aralık’ta 160. Km tarafından yayımlandı. Sonrasında ilk karşılaşmamızda “Kitap nasıl gidiyor?” diye sormuştum, sen de “Okuyan herkes kendi seçtiği yerden kendine göre bir anlam çıkarıyor, bu da beni çok rahatlattı” diye yanıtlamıştın. O an, yakında ilk şiir kitabı çıkacak bir başka şair olarak bunu duymanın beni de çok rahatlattığını fark ettim. Şairin kendini gizlemek ve kendini açmak arasındaki gerilimini düşündüm sonra. Şair bu iki yönü bir tür “çelişki” olarak taşıyabilen biri olmakla şairdir, böyle diyebilir miyiz? Şiirin olası tanımlarından biri için şöyle bir önerim olabilir: “Şairin kendi ruhundan bir şey yapması.” Sonra da bu şeyi şiir kamusuna, okura sunması, bir tür alımlanma alanına bırakıp ayrılması. Ve yine de bir ölçüde gizemli kalması. Sen ne söylemek istersin bu süreçler üzerine; Ödünç Deri’yi nasıl yaptın, ondan nasıl ayrıldın?
Şiirin bu açma-kapama, çıplaklık ve örtünme oyunu şaire de oynanan bir oyun. Yani şair de yazdığına çoğunlukla kapalı esasında. Şiir “bilmek”le yazılmıyor. Yemek de öyle ölçüyle, tarifle yapılmaz. Biliriz, o yemeği, tarifini alsan da “öyle” yapamazsın.
Bazen Heidegger’in Sanat Eserinin Kökeni metninden aklımda kalan şiir kurgusunu çok severek hatırlarım. Şöyle diyor: Şiir, yani büyük bir şiir var, şair de ona aracı. Yani şairin de rolü kendisini teslim edebilmesiyle ilişkili. Heidegger şiir için değil, sanat için bunu söylüyor ama tercüme edebiliriz. Yani denebilir ki, kim kendisini bir şeye teslim ederse orada zaten şiir yazılır.
Dolayısıyla S. Freud’un Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri’nin ilk paragrafında söylediği şey kulağa küpedir. Şair o şiiri nasıl yazdığını anlatsa ve en derin bir içgörüyle onu alsak bile, bu bizi şair yapmaya yetmez. Çünkü şairin de kendi şiirine kapalı olduğu, şiirin onu aracı kıldığı şeyler var.
Burada şiirin şairi aracı kılmasını bilinçdışı süreçlerle ilişkili olarak okuyorum. Şiire – bilinçdışının diline teslim olursanız, saçmalama imkânı verirseniz kendinize, Freud’un ifadesiyle “eğitimin yükünden arındırırsanız”, alakasız gibi görünen şeyleri yan yana dizerseniz orada anlam üretilmiş oluyor. Buna da serbest çağrışım denmiyor mu?
Defalarca şöyle bir an oldu: Birkaç dize yazıyorum, duruyorum. Üç-dört gün sonra bir şey yazmak için tekrar sayfayı açıyorum. Önceki yazdığımı görmeden, ne gelirse yazıyorum. Bakıyorum ki yazdığım şey öncekinin devamı olmuş (duygu-düşünce ve kelime seçimleri anlamında). Şaşırtıcı bir an. İşte bu bir teslimiyet ilişkisi. Aklınıza geleni ne olursa olsun yazarsanız ve söylerseniz hikmet orada kuruluyor. Yani “şairin kendi ruhundan bir şey yapması” ama aynı zamanda şairin ruhunu şiire teslim etmesi diye düşünüyorum. Dikkat edersen bu düzlemde “Hangi dönemin şiiri?” diye sorma ihtiyacı bile olmuyor. Çünkü bilinçdışından bahsediyoruz. Lale Müldür’e “Şair olmak size nasıl bir yetki veriyor?” diye sormuştum. Çünkü bir yetkisi var gibi görünüyordu. O da “İstediğimi istediğim zaman yapabilme özgürlüğü” demişti. “Ama,” diye eklemişti, “zemini kurmak gerekir.” Bu zemin de oyunun güvenli alanı. Oyunu bu bağlamda “tehlikeli ama zararsız” bir ortam olarak tanımlıyorum.
1917 tarihli Yas ve Melankoli metninde Freud önce yas ile melankolinin farklarını belirler, ardından yas tutan kişiden farklı olarak melankoliğin kaybı kaybetmekte neden bu denli zorlandığını, neden kendini kayıpta böylesine tükettiğini anlayamadığı için şaşkınlığını itiraf eder. Metni I. Dünya Savaşı sırasında, büyük kayıpların eşlik ettiği o sürecin klinik gözlemiyle yazmış olması daima çarpıcı gelir bana. Buraya gelişimin nedeni Ödünç Deri’den bir tür “yas günlüğü”nün nüanslı lezzetini almış olmam. Hatta Roland Barthes’ın annesini kaybettikten sonra yazdığı Yas Günlüğü’ne gitti elim.
Şöyle diyor Barthes: “Şimdi, beklenmedik bir anda, patlayan bir kabarcık gibi içimde bir şey iyice belirginleşiyor: O yok artık, o yok artık, sonsuza dek ve tamamen. Donuk bir şey bu, sıfatı yok – anlamsız olduğu (yorumlama olanağı bulunmadığı) için baş döndürücü. Yeni bir acı.”
Şiirin kayıp ve kaybı kaybetme süreci olarak yasla ilişkisi üzerine sözü sana bırakabilir miyim?
Bu kitabın daha önceki adı Matruşkadan Tabut idi. Yani esasında bir yas kitabı, doğru diyorsun. Ama şiirin zaten yasla iç içe olduğunu düşünüyorum. Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi’nde “imge” dediğimiz ilk örneklerin ölü maskeleri (imago) ya da mezara koyulan çeşitli figürler olduğunu söyler. Yani imge bir anlamda yitirilen şeyden pay alıyor, bu sayede de onu hatırlatıyor. İşaret ettiği “asıl” şeyi çağırıyor ama onun artık olmadığını söylüyor.
“Olmayacağını – yitip gideceğini” söyleyen tarafını da Rilke bize gösteriyor. Şair burada dünyaya sanki dürbünle bakıyor. Bahsettiğin metinden birkaç ay önce S. Freud “Geçicilik” adlı metnini yazar. Bu metinde bir şairden bahseder; Rilke olduğunu biliyor ya da tahmin ediyoruz. Freud şairle yaz çiçekleri manzarası eşliğinde yürür. Bu yürüyüş esnasında Freud “her şeyin geçiciliği”, şeylerin yitirilişi ve buna yazgılı olduğu hakkında konuşur. Çünkü Freud’un dikkatini bir şey çeker. Şair etrafındaki doğanın güzelliğinin farkındadır ve ona hayrandır ama bundan hiç keyif almaz. Çünkü tüm bu güzellikler bir gün yitirilecektir. Hatta orada nefis bir Almanca kelime kullanır Freud; “Vorgeschmack” (foretaste). “Ön tat” anlamına gelir. Mesela bir kebapçıya gittiğinde önden meze ya da salata getirirler ya, o işte Vorgeschmack’tır. Ana yemeğin tadını önceden düşünürsün. D. Leader bu konuyu da çalışıyor Depresyon, Yas ve Melankoli kitabında. Ama kelimenin güzelliğini görememiş, sadece “beklentisel yas/keder” demiş. Yani bir şeyin yiteceğini beklemek anlamında. Ama burada bir tat alma meselesi var. Tat alma deyince “acı, tatlı, ekşi…” bir sürü şeyi bu denkleme ekleyebiliriz.
Şiir bu anlamda yitenler için de yitip gidecekler için de bir alan açar. Ayrılık, ölüm, vb. tecrübelerin eziciliği karşısında bazıları ancak oyunda nefes bulur. Şiir de bu alanı açar, yokluğa şerh düşer. Bu arada, Roland Barthes’ın kitabını ben de okudum. Ama onda şiire çalan ancak bir iki cümle gördüğümü hatırlıyorum. Aşırı bir yorumda bulunmak istemem ama kendisi şiir düzlemindeki anlatıma geçmemiş, kitap da bana kuru gelmişti.
Bir ek: “Geçicilik” metni Goethe Derneği vesilesiyle yazılıyor. Bunu unutmamak lazım, çünkü Freud, Faust’la da konuşuyor. Faust “Öğreneceklerim öğrendiklerimden farklı değil” diyor mesela. Heyecanını yitiren bir dünya var. “Hiç bitme! Öyle güzelsin ki! Diyebilsem içinde bulunduğum âna” dediği yer de var.
Harika bir dize vardı, hayran kalmıştım, Rilke’den: “Portakalı dans et!” yazıyordu. Yani yitip gitmesin, sürsün, kapıl ona, eri onda… Müthiş, değil mi? Konunun somut olarak portakalla artık ilişkisi kalmıyor. Böyle anlatılan bir portakal dünyadan da kopmuş görünür. Yani burada da konu yas.
Mephisto ile Faust’un üstüne bahse girdikleri sözdü alıntıladığın; yaptıkları sözleşmeye göre Faust hiç geçmemesini arzuladığı bir an gelip de bu sözü söylerse (ideal tadı alırsa da denebilir) bahsi kaybedecekti. Bahis, oyun. Hem de bir trajedinin içindeki oyun. Matruşka’nın oyuncak, tabutun trajedi olması gibi. Matruşkadan Tabut. Ama yas ile oyunu birleştiren şiirsel zemin üzerine şunu da söylemeliyim: Böylesi şiirde estetik bir denge gözetilmeli diye düşünüyorum, özellikle söz oyunları konusunda. Şiirin kendini –deyim yerindeyse– eğlenceye fazla kaptırdığı (ya da aksine şiirin kendini “tecrübenin eziciliği”ne dair duygulara fazla kaptırdığı) düzeyde şiir hafifleme (ya da ağırlaşma) tehlikesi taşıyor. Ödünç Deri’yi estetik duyarlılığı için de ayrıca sevdim.
Senin kitabında da “harika” dizeler var, bana en çarpıcı gelenlerden biri: “Selanı duydum, pencereyi kapadım.”
Konu oyunsa kurallar olacak tabii. Söz oyunları artınca “bu sadece bir oyun” düşüncesi artıyor belli ki. Winnicott kitabında sunduğu vakasını anlatarak şöyle diyor: “Çocukları olduğunu iddia ettiği birkaç oyuncak ayısı var. Kimse bunların oyuncak olduğunu söylemeye cesaret edemiyor.”
Yani herhalde şair de “bu sadece oyun ve bu kelimeler oyuncak” ifadesini abarttığında şiir okunmaz oluyor. Mesai harcatmıyor, şiiri bozan ve imha eden bir şey kuruyor.
Tecrübenin eziciliği kısmı da ilginç. Bazı şairlere “kendisini çok tekrar ediyor” derler. Okur herhalde “ilerleme” bekliyor, şairin ruhsallığına dair “yeni” bir hikâye bekliyor ya da en azından onunla farklı yerlerde de gezebilmek istiyor. Ağırlaşması dediğin bu mu acaba? Gözyaşı çoğunlukla oyunu bitirir.
Ödünç Deri’deki yas, ayrılık, ölüm ve benzeri temalar mı sana bunları düşündürdü? Yani her iki uçta da oyunbozan şeylerden bahsettin galiba.
Evet, her iki uçta da oyunbozan şeylerden bahsettim. Aynı zamanda temsil düzlemindeki komik ve trajik unsurlar arasındaki olası bir dengeden belki. (Dürtü kuramı da düşünülebilir burada, metin üzerindeki Thanatos ile Eros’un dengesi.) Afacan Bir Psikanalistin Düşünceleri’nde Antonino Ferro, Roberto Benigni’nin Hayat Güzeldir filmini örnek veriyordu. Hatırlarsın, toplama kampında yaşayan bir aile vardı ve baba oğluna orada olan her şeyi bir oyuna dönüştürerek başka şeylermiş gibi anlatıyordu; oyun sayesinde gerçeği, gerçeğin “eziciliğini” dönüştürüyordu. “Acının idealizasyonu” ifadesini kullanıyor Ferro; işte bu benim de çekindiğim uçlardan biri.
Bu arada kitabını okurken şöyle bir not düşmüşüm: “Diyalektiğin anlamlandıramadıklarıyla derdi olan bir şiirsel özne görüyoruz Ödünç Deri’de.” Bir şiir parçasıyla devam edelim: “Kısılıyor ışığım her dokunuşta / Tek renk mi dünya, tek kitapta mı toplanmış akıllar / neden aynı sayfada iyilik de kötülük de: / Ölüm haberi bu, ve de doğum / ağaçlar büyüdükçe hürdür topraktan.”
Eliot epigrafınla da birlikte düşünerek açalım mı biraz burayı?
Bu ikilikleri tanımaya çalışıyorum. Bir şeyi söylerken tam tersinin de söylenmesi tuhaf, komik, üzücü ve öfkelendirici geliyor. Başlangıcın bitiş olması, bitişin başlangıç olması… Bergson’cu manada bir komiğin bahsini açmak yersiz olur ama, ilgisi olan Gülme’nin dalgınlık ile alakalı bölümünü okuyabilir. Bilincin ruhsallığa denk olmaması büyük bir çaresizlik. Bu, insanın narsistik incinmesi işte. “Psikanalizin Bir Güçlüğü” makalesinde Freud dünyanın, türün ve insanın iç dünyasının yaşadığı bu sarsıntıyı anlatır. İnsanın kendi evinin sahibi olmaması sebebiyle hissettiği sarsıntı için Bergson’dan feyz alan bir soru sorabilirim: İnsan her seferinde büyük geniş bir kapıdan eğilerek geçmek durumunda mı? Yanıt maalesef evet. İkilikler de bunun bir türevi.
İkilikleri tanırken itiraz etmek isteyen bir tarafım da var. İnsan insan düşünen bir yerden, Kartezyen bir yerden söylüyorum, hakaret telakki ediyorum, karşı çıkıyorum iki farklı şeyin aynı şey olabileceğine. Sanki nesneyi bütünüyle kontrol edebilecekmişim gibi. Descartes şüpheyi kesin bilgiye ulaşmak için kullanıyordu, onun gibi. Bu iki apayrı şeyin ikiz olmasına, “aynı madalyonun iki farklı yüzü” olmasına nafile bir itiraz ediyorum. Freud buna çifte değerlilik demişti.
“Gözyaşı oyunu bitirir” de bir harika dize olurdu bu arada. Senden aldığım bu “harika dize” ifadesiyle stilize, tereddütsüz, hedefi doğrudan vuran ve zihinde bir tür aydınlanma yaratan dizeleri kastettim. “Ama aradım gidişine / Yama aradım gidişine” dizelerindeki gibi. Bu bağlamda etkilenişlerini merak ediyorum; ustaların kimler, hangi şairlerden el aldın?
Gözyaşı hem oyunu bitirir hem de oyunun bittiğinin sinyali gibi. Primatlarda da böyle. Ama genelleyen konuşmama itiraz edeyim güzel bir çalışmayla: Rose-Lynn Fisher’ın gözyaşlarıyla alakalı nefis bir çalışması var: The Topography of Tears. Kitabı edinmeyenler de en azından hakkındaki blog sayfalarına bakabilir.
Bahsettiğin dizelerde şık bir netlik var. Ben Sunay Akın’ın dizelerindeki sadeliği, açıklığı, çocuksuluğu severim. Ama ondaki tozpembelikten rahatsız olurum. Onun yerine bıçkın, argo, kesici, parçalayıcı, yıkıcı şeyleri tercih ederim. Hem net hem yıkıcı. Hermann Nitsch’in resimleri de örnek olarak aklımdadır. Kan ve bokla çalışır. Esasında bu anlamda Aykut Akgül ilk önemli örneğimdi. Keskin şeylerden bahsetmeyi şiirlerinde gördüm diyebilirim. Onunla en çok okuduğumuz da küçük İskender tabii. küçük İskender bana kelimelerle nasıl oyun oynanacağını öğretti. Lale Müldür’den şiir-rüya yarenliğini öğrendim. Muhammed Ali’nin şiirleri hoş gelir. Dövüştüğü gibi de yazar, alay etme dozu güzeldir. Benim için olmazsa olmazlar bunlar. Ama dünyayı sahici anlatan, insanın hakikati dediğimiz mefhumlardan uzaklaştırmayan her şairi okurum.
küçük İskender şiir derslerinde bana “Sesini çıkart – Biraz daha sesli oku” derdi. Ben şiirleri(mi) sessiz ya da içimden okurum. O sebeple Nâzım Hikmet’inkiler gibi gür bir sesle okunacak az şiirim var. Bazen takılırsınız okurken. Çünkü rüya da öyledir, oradan oraya, kafiyesiz.
Hayat Güzeldir filmindeki oyunsu tavır önemli. Gerçeğin tazyiki karşısına oyunu koymaya çalışan bir baba var orada. Yadsıyor çoğunlukla. Ama görüyoruz ki nefes oluyor çocuk için, devam edebilmesinin önünü açıyor. İskender Savaşır çocuğun ilk yıllarında hayatta kalabilmesi için bir masala kanması gerektiğini söyler. Pek çok kişi bunu farklı versiyonlarla anlatır ama İskender Bey bunu masal üzerinden düşünür. Bebeğin doğduğunda bir masalı yutması gerektiğini söyler; hatta bazı bebeklerin annesinin sütünü yutmadığı için, gargara ettiği için öldüğünden örnek verir. Yani bebek tam manasıyla “yutmaz” der. Baba burada yutturmaya çalışıyor, sindirilebilir kılmaya da çalışıyor. Şiirin böyle bir yanı var. Istırabın onulmasına bir alan açıyor. Freud’un deyişiyle “bilindik malzemenin yeniden düzenlenmesi” imkânını sağlıyor.
“İnsanın her seferinde büyük geniş bir kapıdan eğilerek geçmek durumundalığı” çok söz bırakmıyor geriye, şiirin sessizliği iyi geliyor. Yazdıklarını dinlerken eşlikçilerimden ilki Bilgin Saydam’ın “insanın malul olduğu eksiklikleri” temel alarak yazdığı Arafdalıklarmetni, diğeri de Klein çizgisinden gelen psikanalist Bion’un “olumsuzluk yetisi” ile kapsayan/kapsanan düşünceleri oldu. Freud’un metnindeki genç, karamsar şair de geçiciliğe karşı zarif isyanıyla bırakmadı bizi, o da anlatılan mizansende çift-değerliliği taşımakta zorlanıyor gibi.
Şiiri bir tür kap/konteynır gibi düşündüm bunun üzerine. Sadece “düşlemin beşiği” değil, çift-değerliliği de, belirsizliği de, varlık karşısındaki yokluğu da taşımasına yardım ediyor şairinin. “Anlatacaklarım Vardı” şiirindeki gibi, “Yılbaşında apartman boşluğu”nu da taşıyor, “yılbaşında apartman hoşluğu”nu da.
Buraya gelmişken “deri”ye de değinelim isterim. Neyi sarıyor, neyi saramıyor, neden Ödünç Deri?
Büyük depremin yıldönümündeyken, elbette şiiri “konteynır” olarak düşünmek de ilginç. A. Phillips şairi “paçasını kurtarabilen kişi” olarak tanımlar şiir hakkında yazdığı denemesinde, Hep Vaat Hep Vaat kitabında. “Contain” işlevi tutmak, kapsamak, ihtiva etmek manasına gelir. Bu kapsama işlevi de dönüştürmeyi mümkün kılıyor. Yara, derinin ihlali. Buradan deriye geçmek daha kolay olabilir.
Neden Ödünç Deri? Üstü kapalı bir şekilde söyleyebilirim: Şiiri emanet aldığımı düşündüğüm biri dolayısıyla bu ismi uygun gördüm. Ödünç aldım, geri teslim edecek miyim, geri istiyor mu, bilmiyorum ama şiiri ödünç aldım.
Sadece oyunun bitişinden bahsetmeyelim. Başlangıçlar önemlidir ya, hatırladığın ilk şiir anların, şiire nasıl başladığın üzerine ne söylemek istersin?
Yazdığım ilk şiirin adı 5 TL idi. 14 yıl olmuştur o şiiri yazalı; hayal kurmanın neyle başladığıyla alakalı bir konusu vardı. Şiiri bir muhabirlik olarak da düşünüyorum. Kendi savaş muhabirliğini kurmak. Rimbaud’ya Akıl Notları’nda küçük İskender öyle der. Benim için şiirin konusu önemli dönüm noktaları. Zorlu yaşantılar yani. Senin dizelerinde de vardı işareti, şurada: “İçimde hiç susmayan bir lir gibi lirik, / ölmek bilmeyen bir hortlak.”
Bu bahsi açayım. Freud'un Küçük Hans’ında çok iyi bir travma tanımı verilir. Bir “hortlak” konusu vardır. Türkçe çeviride “iflah olmaz bir ruh” demişler (çev. Ahmet Fırat), Almancası unerlöster Geist, İngilizcesi de unlaid ghost (SE versiyon).
Travma bağlamında düşünürken ruh, hayalet ya da hortlak demek arasında farklar var. Bu çeviri tartışması da çok verimli olabilir. Burada sindirilemeyenin ve unutulamayanın iflah olmaz bir ruh-hortlak gibi huzursuz edebileceğini söylüyor. İşlenene kadar bu sürer. Yani travmatik olan bu anlamda “musallat” olur, dadanır. Stephen Frosh’un psikanalitik manada travmayı tartıştığı iyi bir makalesi var bu konuda, “Ghostly Psychoanalysis”. Psikanaliz bu anlamda “musallat olanlarla çalışır” diye bir iddiası var. Şiir de bunun dönüştürülmesinde araç, yani konteynır.
Dün gece “geçen yıl bugün saat dörtte deprem oldu” diye düşünerek uykuya yattım. Bu sabah, depremin ilk yıldönümüne uyandığımda, o tarifsiz çaresizliği ve getirdiği felaket-sonrası berbat günleri anımsarken buldum kendimi. Sagopa Kajmer’in “Kötü İnsanları Tanıma Senesi” diye bir albümü vardır; benzer şekilde kötü’nün, teşkilatlı kötülüğün özelliğini belirlediği bir yıl oldu maalesef 2023. İşte bu sabah da depremi bir görselle anmak istedim sosyal medyada, bir tür yas ritüeli. Hatırlarsın, depremden hemen sonra, 26 Şubat’ta Beşiktaş ile Antalyaspor’un maçı olmuştu, Beşiktaşlı taraftarlar sahaya oyuncaklar yağdırmıştı depremzede çocuklar için. Kocaman ayılar, bebekler, hayvanlar; hepsi pelüşten ve rengârenk... Ve biz tribünlerden yağan oyuncakların sahayı dolduruşuna öylece bakmıştık, içimizde –neredeyse literal anlamıyla söylüyorum– kanayan boşlukla. Kaybın telafisizliği duygusunun çok keskin olduğu günlerdi (“Bazı yaralar zamanla iyileşmez”/iflah olmaz?) ve Beşiktaş taraftarının jesti bir şiirdi elbette. Çok kıymetliydi, sağaltıcıydı. “Yara, derinin ihlali.” Bu jestin yanıt olduğu soru şuydu sanki: Böylesine ihlal edilmiş olana, dokunulamaz-olan-yaraya nasıl dokunulur?
Pelüşle.
İşte bir oyun/oyuncak sahnesi daha.
Şahane bir görsel. Yıkıntıyı gören gözlere umut oluyor. İnsanların alanı-sahası o kadar yıkıntıyla dolmuş ki, nefes almak bu denli oyuncak ile mümkün. Çocuk dışarıdan verildiği sanılan şeyle oynamaz tabii. Ama ne olursa olsun, oradaki insanlar, senin de alıntıladığın üzere naif bir çözüm önermişti herhalde. Diğer taraftan, ekleyebiliriz: Verdiğin örnekte futbol sahası olması mühim. Futbol sahası “saha dışı” oyunu bol olan bir yer, şiddetin binbir türlüsü mevcut. Yani politikayla alakalı. Afetler de öyle.
Hep şair tarafından baktık, bir de okur tarafından sormak istiyorum. Neden şiire gideriz biz okurlar, şiir ne verir bize?
Heyecanlı bir soru. Winnicott Oyun ve Gerçeklik'te (çev. Tuncay Birkan) tekrar tekrar ve ısrarla şunu söylüyor: “… anlaşmaya göre bebeğe şu soruyu asla sormayacağızdır: ‘Bunu sen mi tasarladın, yoksa dışarıdan mı sunuldu sana?’”
Yani şair “Sendin kendisinden çıkıp dünyayı dolaştığım… Öksüz bir çocuğun kalbini kanatan bakışsızlık sendin...” diyorsa, kendisine sorabileceğimiz hiçbir soru yok. Öyle dediyse öyledir. Onun oyunu içerisinden konuşabiliriz. O tencere kapağı çocuğun elinde artık direksiyon olur. O hulahopu geri dönecek şekilde atarken, hulahop çocuğun elinde gidip gelen bakım vereni olur. Aktarım dediğimiz şey de bu zeminde kurulur. Analiste konuşursunuz ama o kim? Sureti oyun hamurundan yapılmış bir şey.
Winnicott’u alıntıladım ama Freud’un söylediğinin aynısını farklı kelimelerle yazmış. Freud da tam şöyle diyor, Haz İlkesinin Ötesinde II. Bölüm’de: “Oyunun etkili doğasını belirleme açısından çocuğun bunu kendisinin mi uydurduğu yoksa bazı dış telkinlerle mi üstlendiği önemli değildir.”
Şiirin büyüsü bu işte, hareket imkânı; tarihin değiştirilemez bir şey olmamasıyla ilişkili. “Geçmiş geçmişte kaldı” değil yani. 52. Mektup’tan bahsediyorum, Lacan da Seminer 1’de geçmişin mahiyeti meselesini önemser, Freud’da döndüğü yerlerdendir. Freud şöyle diyor (çev. Şahin Ateş):
“… mevcut olan malzeme zaman zaman yeni durumlara binaen bir yeniden düzenlemeye –yeniden yazıma– tabi tutulur. Dolayısıyla benim teorimde esasen yeni olan şey hafızanın yalnızca bir değil, birden fazla kez mevcudiyete gelişi, her seferinde çeşitli türden göstergelerle ortaya konuluşu tezidir.”
Yeniden yazmak, yeniden yazmayı denemek, yeniden yazmayı deneyenlerle buluşmak için şiire gidiyoruz.
Diyaloğun sonuna yaklaşırken bozuk paranın diğer yüzünü de gündeme getireceğim: Hatırlarsın, “Slavya Kahvesinde Şair Dostum Tavfer’le Yarenlik” şiirinde Nâzım Hikmet şöyle der: “Biz de aynı loncadanız biliriz Tavfer / Zanaatların en kanlısı şairlik / Sırların sırrını öğrenmek için / Yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.” İlhan Berk’in sayısız kez “yazmak cehennemdir” dediğine rastlamışımdır; hatta 1979 tarihli bir röportajda şairin yaşamını “sürekli cehennem” diye tanımlar. Şunu söylemek istiyorum: Yahu sen ferahlık diyorsun ama bu iş çok zor! Yeri gelmişken yukarıda söz ettiğim “olumsuzluk yetisi” (negative capability) kavramına da değinelim; Bion bu kavramı 25 yaşında ölen İngiliz şair Keats’in mektuplarından almış. Nilüfer E. Güngörmüş çevirisiyle: “İnsanın huzursuzca gerçeğin ve mantığın peşinden koşmadan belirsizlikler, gizemler ve şüpheler içinde kalabilme becerisi.” Başta Shakespeare, tüm büyük şairlerin bu yetiye sahip olduğunu gözlemlemiş Keats. Yani üzerine gelen cehennem dalgalarına karşı şairin bir negatif yeteneği olmalı. Bir de şiir yazmak cehennemi/şiir yazamamak cehennemi aynı zamanda; yıkım ve inşa iç içe. İşin bu tarafına ne demeli?
Olumsuzu taşıma meselesi önemli. Çünkü benim bahsettiğim oyun paragrafını böyle tamamlayabiliriz. Eksik kalma ihtimali vardı. Bu oyun öylesine neşe dolu değil. Oyunu, şiiri ve rüyayı hep psikanalizin icra edildiği mekânda düşünüyorum. Ses tonu, zamanlama, görüp acele davranmamak, yutkunmak, görüp taşımak, neyin ne zaman iyi geleceğini düşünmek gibi bir sürü meşguliyetimiz var. Mesele orada da cehennemi kurabilmek mi acaba? Çünkü kurma üslubunuza göre kişinin cehennemde kalabilme ihtimali değişiyor. Fena olan sadece cenneti kurmak olurdu. Hiçbir oyun güle oynaya başlamıyor. Oradaki oyun hevesini cennetle karıştırmamak elzem. Çocuğun bir meselesi var. Anne oluyor oyunda, itfaiye oluyor, doktor oluyor, ihmal edilen oluyor, ok atıyor, topa öyle vuruyor ki herkes duyuyor… Bazen de oyuna başlayamıyor. Tabii ki çok zor.
Düşünsene, “Ce-e” oyunu bile çok zor bir oyun değil mi? Dehşet verici. Nesne birden yok oluyor. Mesela bazı çocuklar yüzünü kapayan kişinin ellerine yapışır hemen, görmek ister.
İlhan Berk’in üretim sürecini tarif ettiği “Yazmak Öldürmektir” gibi metinler de var. Ama günün sonunda şunu diyebiliriz: Ağır olanı bırakabildiğinizde ferahlarsınız zaten, uzun vadede şiddeti azalabilir. Sizin için kıymeti harbiyesi olmayan bir şeyi bırakırsanız ferahlık da olmaz. Yeniden yatırım yapma imkânı da burada, yas süreci işte.
Ve “hissedilen sıcaklık” diye bir şey var. Bunun değişkenleri analitik çalışmanın kendisinde. Belki tüm bunlar da bir hafıza işi için. İskender Savaşır’ın “unutmak” hakkındaki söyledikleri nefistir. Kelimelerin Ana Yurdu ve Tarihi’ndeki en uzun bölümlerden biridir bu. “Unutmak” der, “un”dan gelir; un ufak etmekten. Yaşantıyı un ufak etmek, sindirmek ve bir besin olarak kendine katmak. “Unutmayacağız – Unutturmayacağız!” sloganlarına da mesafeliyimdir o sebeple. Unutabilmek büyük bir lütuf. Şiir, rüya ve oyun da araçlarından birkaçı.
Son olarak, Ömer Şişman’a ve 160. Kilometre’ye kitaba dair tüm süreçlerdeki ilkeli, programlı ve örnek yayıncılık tavırları için teşekkürlerimi iletmiş olayım.
Önceki Yazı
Orhan Koçak ile söyleşi:
“Aynadaki kitap / kitaptaki ayna”
“Önüme ne çıkarsa okuduğumu söylemek en doğrusu olur, edebi ve edepsiz metin ayrımı da pek yapmadan. Kerime Nadir veya Nihal Atsız’dan Michel Zevaco veya Turgenyev’e kadar. Bir 'strateji' izlemedim; kendimi edilgin biçimde teslim ettim kitaplara, metinlere, seslere, ışığa ve renklere. Başlarken beni 'yontacaklarına' dair en ufak bir inanç, hatta bilinç var mıydı içimde? Hiç hatırlamıyorum. Zaten sonuç da ortada.”
Sonraki Yazı
Tekel'di Özel Oldu kitabının yazarı Kerim Yanık:
“Özelleştirme değil, Cumhuriyet döneminin en önemli kuruluşunun imhası...”
Tekel’in Nesi Kaldı, Damaklarda Tadı Kaldı, Rakıların Başı Dönüyor gibi içki kültürü serisini yeni kitabı Tekel’di Özel Oldu kitabıyla sürdüren, Tekel’de çeşitli kademelerde yıllarca emek vermiş olan Kerim Yanık’la Tekel’in özelleştirme sürecini, bu süreç sonunda oluşan ekonomik ve toplumsal olarak kayıplarımızı konuştuk.