Asuman Susam:
“Akın bir doğa, toprak insanı”
“Aslında yola çıktığımda zihnimde bir belgesel fikri hiç yoktu. Hem temkinli hem arzulu olmak zor. Birinin sizi bu açıdan uyandırması, yüreklendirmesi, hatta kışkırtması gerekiyor. Bu kişi filmin yönetmeni Sefa Sarı oldu. Ülkenin karanlık ve umutsuzlukla sınandığı bir döneminde böyle bir çalışmanın önemine ikna oldum. Hem çalışmak ve yapmak umuttu hem Gülten Akın gibi bir ismin temsil ettikleriyle ışıması.”

Gülten Akın. Fotoğraf: Selahattin Sevi
Şiiri ve şairleri eşsiz kılan, yaşamın kötülük sever güçlerine karşı bize verdikleri güç, her yere çakılışta, sürünerek bile olsa, bizi tekrar ayağa kalkacak “hadi, hadi ama” duygusu değil mi? Gülten Akın’ın eşsiz bir zirveyi imgeleyen poetikası, akışkanlığıyla Fırat ve Dicle’yi andıran tanımlama gücü her zaman ilgimi çekti. Onun şiir kitaplarının ilk baskılarını toplamaya çalışırken yakınlaştığım-uzaklaştığım, sonra tekrar yakınlaştığım çekim gücünün görsel bir bağlamı vardı: Seyran Destanı. Abidin Dino’nun resimlediği bu kitabı ne zaman elime alsam heyecanlanırdım. Ama Abidin ile Akın’ın yürümüş oldukları ortak yolları kavramakta zorlanırdım. Bu zorlukları aşmanın yolu, ilk şiir kitabı Bir Unutuş Olsun (1995) ile radarımda olan Asuman Susam’ın hazırlamış olduğu Gülten Akın biyografisi oldu. Daha çıkar çıkmaz edindiğim bu çalışma çantamdayken Gümüşlük Akademisi’nde Asuman Susam ile Sefa Sarı’nın Latife Tekin’le yaptıkları çekime tanıklık ettim. Ardından gelen sohbet bende sanki birbirimizi kırk yıldan beri tanıyormuşuz gibi bir his uyandırdı. Gülten Akın belgeselini mart ayında İstanbul’da izledikten sonra, kendi alanında son derece önemli bir çıkış olan bu kitap ve film hakkında Asuman’la yazılı bir görüşme fikri şekillendi.
Gülten Akın biyografisinin (Gülten, Livera Yayınları, 2024) yanı sıra yönetmenliğini Sefa Sarı’nın üstlendiği bir belgeselin de senaryosunu kaleme aldın. Merakla beklediğim filmi izlemeden önce kitabını okumuştum. Her iki çalışmanın da bana duyumsattığı ilk gerçek aslında Gülten Akın hakkında ne kadar az bilgiye sahip olduğumuzdu. Şiirlerini okuduk, okumaktayız ama onun kişiliğinin etrafında ördüğü kalın bir zırh olduğunu ve senin bunu koruyarak onun poetikasının içine girdiğini, hatta patikalarında yürüdüğünü duyumsadım. Seni kişisel olarak Gülten Akın’a yönlendiren öğelerden başlayalım mı konuşmaya?

Gülten
Livera Yayınevi
Şubat 2024
456 s.
Elbette, buradan başlayalım. İki yapıtın da biyografi olmasının, biyografilerin nesnesinin Gülten Akın olmasının benim için hem kişisel hem edebiyat içi önemli nedenleri var. Kültür, edebiyat, sanat insanları olarak çoğumuzun yakınarak saptadığı bir şey vardır: Bizde biyografi yok. Saptama doğrudur da yakınma ne kadar sahici? Türe ait yoksulluk hâlâ devam etmekte. Oysa biyografiler modern toplumlarda öznelik, birey olma, kimlik inşası gibi kavramlara –hatta buna meseleler de diyebiliriz– bakmaktan başlayarak ne çok şey söylerler! Hele sanatçı biyografileri… Biyografiler aynı zamanda odaklarında kişi olsa da bir dönem okumasına, tanıklığına olanak verir. Yazıyla kurduğum ilişkide çoğu şair-yazar gibi benim de takıntı düzeyinde bağlı olduğum konular var. Bunlardan biri de bellek. Bu arşivlerden, hatırlama ve unutmalardan oluşmuş anlatıları örmek, sökmek, yamamak, onarmak hem okumamda hem yazmamda hep var. Kendi tanıklıklarımdan başkalarınınkine vararak başka bir şey olarak anlamın ve anlatının peşine düşmek. Belgesel sinemanın ve edebiyatın dilinden ve olanaklarından yararlanarak bu anlamanın ve anlatının peşine düşmek için biyografi ideal bir açık alandı benim için. Bunu denemek arzusu bilinç düzeyinde değil ama sezgisel dünyamda ara ara bir denizin yükselmesi gibi yoklardı beni. Buna cesaret etmek uzun bir hazır oluşluk süresi gerektirdi. Sonunda cesaret ettim. Bunu sağlayan elbette Gülten Akın oldu.

Şairi çok sevmek, ona kendini yakın hissetmek, duygusal-düşünsel ortaklaşalık hissi, hayranlık… Bunlar şairle bağımı anlatmak için çok yeterli ifadeler değil, biraz da basmakalıplar; ama onlar da elbette motivasyonumun içinde varlar. Biyografiler, biliyorsunuz, yeni bir tarih yazımı için de elzem yapıtlar. Bu ülkede, onun gerçekleriyle savaşa savaşa şair oluşun, kadın oluşun anlamlarını politik bir bilinçle kavradığınızda, oraya bedellerini ödeyerek vardığınızda bu tarihi yeniden yazmak itkisi bir zorunluluğa dönüşebiliyor. Bunu birinin yapması lazım, başlamak lazım(dı)… Gülten Akın bu anlamda, feminist tarihyazımı açısından bizim modern şiirdeki sıfırıncı noktamız. O bir şeyi, büyük bir şeyi başlatmış. Onlar ne, ne pahasına, nasıl… bilmek zorunluluktu. Upuzun bir ömürden şiirle topluma, ülke tarihine tanıklık, kendini yıkarak yeniden yaparak tümleme… Buralara yakından bakmak, şairle yakınlaşmak, kendi sıkı örgülü zarına, zırhına, kabuğuna ihtimamı elden bırakmadan susmaların, suskunlukların izini de sürerek bir hayatı kendi bakış açımla, kendi yolumca örmek, kendi anlatıma teyellemek hayatla, şiirle aramdaki kişisel de bir meseleydi aynı zamanda. Ona borç ödemek olarak değil, onunla güçlenmek gibi… Biyografiyi okuyan herkesin bunu kendinde de duymasını çok istedim, isterim. Dilerim duyuluyordur.
Bir de tabii 100 yılını geride bırakmış bir Cumhuriyet. 101. yılına böyle bir biyografiyi bırakmanın toplumsal açıdan da bir anlamı var. Her iki metni yazarken de aklımda 1933’ten 2015’e bir kadının, şairin, sevgilinin, annenin, insan hakları savunucusunun adımladığı, çarptığı, aştığı ülke gerçekleri hep vardı. Yitirilen değerleri, kaybedilenleri anımsamak, geri çağırmak; olanları olamayanları, oldurulamayanları farkına varmak için bir değerler anıtıydı Akın. Çok sevdiği Gevaş’tan seyrettiği Artos Dağı gibi bir Gülten Akın Dağı vardı. Bilinmek için. Ben onu da yazmak istedim.
Toplumsal tarihte dile getirilemeyenlerin sözcüsü olan bir şair üzerine çalışırken nasıl bir ruh dünyasındaydın? Kendisiyle fazla yakınlaşmadan bu çalışmaları üstlendiğin için bence dilimizde çok az yapılan biyografik araştırmalarda kendine özgü bir şerit açtığını düşünüyorum.
Çok teşekkür ederim, Gülten bunu sana böyle duyurduysa bu çok değerli. “Mesafe” sanıyorum tüm yaratma süreçlerimiz için gerekli. Yaratma, yazma, yapma süreçlerindeki çok yakınlık kaynaklı duygusal aşırılıklar yapıta iyi gelen bir şey değil. Bu düşünce hep yanımdaydı ve sanıyorum duygusallaştığım, yakınlaşmamı kontrol edemediğim yerlerde bu bilgi, süreci yönetmemi sağladı. Bir de tabii nasıl bir dille nasıl bir yapı kurmalıyım sorusuna çok çaba harcadım. Bölümlerin başında yer alan “siz” dilinden seslenişler, şair şaire bir dertleşmenin, hemhal oluşun, birbirine karışmış mırıltılarımızın, fısıltılarımızın yeriydi. Akın’ın ketumluğunu sorularla aşındırmaya çalıştığım bölümler. Burada “siz” hitabı bir mesafe koyucuydu elbette; ama buradaki seslenişler hiyerarşik bir söylemi göz hizasına indirmeyi de amaçlıyordu. Üçüncü tekil anlatımla devam eden gövde metinlerde de arşivler, tanıklıklar kendiliğinden o mesafeyi sağladılar benim için. Hem serin kalmak hem gerçeğe sadakat ve ihtimam hem öznelerin birbiri içinde erimemesine gösterdiğim dikkat sanırım bu kendine özgülüğü sağladı.
Sorunun ilk bölümüne gelirsem… Akın’ın poetik seslenişinde en başından beri duyulan, ama şiddeti zaman zaman değişen şey toplumsalın, kolektif olanın sesi. Neredeyse şiirden bir ütopya. Toplumun tüm görünmezleri, incitilmeye, kırılganlığa açık olanları o şiirde bir “kırklar meclisi” oluşturur sanki. Akın’ın şiir çekirdeği buradan yeşerir. Hele şimdi, bu çağda tam ihtiyacımız olan, şefkati derininde saklı bir sestir bu. Dünyayı buradan görme, yeryüzünü böyle bilme ortaklığımız var şairle. Biyografiyi çalışırken buradan kurduğum yakınlık, yeniden bir uyanış, yeni bir güçlenme hali yarattı elbette. Bu şiirler ve yaşamıyla Gülten Akın, varlığımız ve var kalmak için dilden müthiş bir ağ ile bizi kuşatmış çünkü.

Nasıl bir arşivle karşılaştın, merak ediyorum doğrusu. Fark ettiğim kadarıyla çok güzel bir el yazısı var Akın’ın. Bulduğun malzemeler arasında en çok heyecanlandıkların neler oldu?
Benim için çok sarsıcı, şaşırtıcı ve mahremiyet duygusunu durmadan işleten bir deneyimdi. İlk kez bir kişisel tarihle bu kadar iç içe oldum. Tabii ki mektuplar çok etkileyiciydi. Gülten Akın ile eşi Yaşar Cankoçak arasında okul arkadaşlıklarıyla başlayan mektuplaşmaları arkadaşlıklarına, tutkulu aşklarına, sıkı dostluklarına ve türlü özel duyguya tanıklık etmek açısından çok değerliydi. Akın’ı başka yönleriyle çok yakından görmekse tuhaf bir mahcubiyet duygusu da yarattı çalışma boyunca. Sonra fotoğraflar… Aile dışında pek kimsenin gözüne değmemiş fotoğraflara ilk bakış… Yazmaya başlamadan uzun uzun baktım onlara; oradan da bir hayat okuması yapmaya çalıştım. Ve tabii edebiyat arşivi. Çok dağınık, tekrarlı bir arşivdi. Ayıklamak biraz zaman aldı onları, fakat Akın’ın ilk kitabından bu yana basında yer alış biçimi, şair personasına yaklaşımlar, özellikle‘60’lı, ‘70’li yılların döneme ilişkin ifade biçimleri, fütursuz bir eril dil, yöntemsiz eleştiriler… Şairin her bakımdan dayanıklılığını, gücünü, edebiyatta da nerelerden nerelere geldiğimizi, kimi noktalarda da gelemediğimizi göstermeleri açısından dikkat çekiciydi.
Belgeselde gördüğün el yazısı Gülten Akın’ın şiir defterlerinden. Onlarla da ilk temas benim için paha biçilmezdi. El yazısı kadar kişisel ne kadar az şey var! Belgeselde görünen o el yazıları eşi Yaşar Bey’e ait. Çoğu zaman o temize çekermiş şiirlerini Akın’ın. El yazısı Akın için önemli. Travmatik anıları var bununla ilgili. Solak olduğu için hem okulda hem evde sağlaklığa epey zorlanmış. Başarmış başarmasına ama mesela bir yeme bozukluğu kalmış o baskılardan hatırasında. Onun yazısı gevşek, akışkan, zor okunan ama karakteristiği olan bir el yazısı. Hatta öyle ki, bazı notlarında kendinden başka kimse okumasın diye yazılmış gibilerdi.
Arşiv malzemesini filme taşımadığını, dolayısıyla kitapla belgesel arasındaki birlikteliği çok odaklı bir şekilde kurguladığını gördüm. Benim bildiğim kadarıyla daha önce başka bir edebiyat insanı için biyografi ve belgesel film çalışması aynı anda yapılmadı. Bu hem yeni hem de güzel bir kuşatma biçimi. Buna nasıl karar verdin? Süreçler hakkında ayrıntılı bilgi verir misin?

Yönetmen: Sefa Sarı
Senaryo: Asuman Susam
Livera Yayınevi
Şubat 2024
Benim bildiğim de böyle birbirine bakan ama ayrı ayrı da var olan eşzamanlı bir çalışma yok. Şimdi yaptığımıza bakınca fazla cesurca bir atak diyorum ama iyi ki de… Evet, çok doğru, iki yapıtı da kendi özerklikleri içinde düşünmek istedim. Burada ne yaptığımı çok iyi bilerek iki metni ayrı ayrı kurdum. İki yapıtın araçları, dilleri, alımlanma süreçleriyle ilgili dinamikleri çok farklı. Ortak malzemeyi, aynı yaşamöyküsünü anlatının farklı özelliklerinden yararlanarak kurmayı amaçladım. Belgesel görsel gücüyle dönemlere, toplumun siyasal, ekonomik, kültürel süreçlerine de baktırsın, onları düşündürsün, hatırlatsın istedim. Tarihsel akışın içinden kuşbakışı o hayata odaklandım. Söz kurgusunun, metnin görsel malzemeyle örtüşmesi başka türlü bir düşünme ve matematik işi sinemada. O bilgimi orada işlettim. Orada şair Asuman Susam’dan görsel, duyusal izler olmasın diye de çalıştım. Elbette metin yazarının bakışı vardı; eledikleri, dahil ettikleri, vs. Ama şairden şaire bir sarmaşma halinden kaçtım. Biyografide ise orada kaçtıklarıma açıldım. Dolayısıyla birbirinden bağımsız, ayrı yapılar ortaya çıktı.
Aslında yola çıktığımda zihnimde bir belgesel fikri hiç yoktu. Ama hayat boyu bir belgesel yapma fikrim hep oldu. Kurgu masasında kalmış bir çalışmam da olmuştu. Hem temkinli hem arzulu olmak zor. Birinin sizi bu açıdan uyandırması, yüreklendirmesi, hatta kışkırtması gerekiyor. Bu kişi filmin yönetmeni Sefa Sarı oldu. Tanıklarla ilgili görsel-duyusal verilerin toplanması sürecinde birlikte çalışıyorduk zaten. Ülkenin karanlık ve umutsuzlukla sınandığı bir döneminde böyle bir çalışmanın önemine ikna oldum. Hem çalışmak ve yapmak umuttu hem Gülten Akın gibi bir ismin temsil ettikleriyle ışıması. Benjamin’in “yangın alarmı”, Akın’ın kendi dediği “sis çanı” gibi.
Ekonomik olarak da tıkandığımız yerde Livera Yayınevi sürece ortak oldu.
Belgeselin İstanbul’daki gösteriminden sonra yapılan konuşmalarda Akın’ın akışkan bir imgeselliği geliştirerek insan, toprak, çocuk izlerinde gelişen bir şiiri kurguladığı gündeme geldi. Bu akışkanlığı nasıl tanımlamak gerekiyor?
Necmiye Alpay’ın K24’te Akın ile ilgili değerli bir yazısı var: “Gülten Akın’ın Yeri ve Zamanı” başlıklı. O metni şöyle bitiriyor Alpay:
Gülten A. ile ilgili bir önceki yazım, son kitabı Beni Sorarsan ile ilgiliydi. Başlığında “Yazdıkça büyüyen” demiştim. Şimdi şöyle diyorum:
Okundukça büyüyen.

Bence biz Akın’ı daha çok okudukça onda değişen, geçen zamana dayanıklı, nasıl güçlü bir çekirdek olduğunu daha iyi anlayacağız. Bu şiirde henüz yakından bakılmamış derin konuşulmamış meseleler var. Gösterim sonrası sohbette senin değerli katkın ve işaretin de bunlardan biriydi aslında. Bu şiirdeki erotik öğeler meselesi.
Soruna dönersek, Akın bir doğa, toprak insanı. Yozgat’tan Ankara’ya göç etmek, çocukluğundan koparılmak onda anayurdundan sökülmekle eşdeğer bir etki yaratmış. Hep o söküldüğü, koparıldığı yerin hayaliyle yaşamış ve Burhaniye’yi nihayet yeni bir yurtluk yapmış kendine yıllar sonra. Hayatı boyunca o toprağa, doğaya ayarlı hayat görgüsünü, sezgili bilgiyi iç cebinde taşımış. Öyle bakmış, oradan anlamış dışarıyı. Sözünü ettiğim şey kent yaşamı ve kentliliğin karşısına konacak bir köy yaşamı değil ama. Başka bir şey. Derin bir yeryüzü sevgisi, varlıklarla hemzeminde bir hemhal oluş arzusu. Yabancı ve yabancılaşma kavramlarını da belki bir daha düşünmek gerek bu şiir üzerinden. Akın’ın sahte olan karşısındaki yabanlığını da başka bir açıdan bir daha… Akışkanlık ve açıklık onda tarihten dışarı atılmaya çalışılan, ya da zapt edilip biçimlendirilmek istenen tüm kırılgan varoluşlarla birlikte bir devinme vaadi, farkındalığı, tefekkürü olarak var. Yaşama tutunma, var kalma stratejileri gibi düşünebiliriz bunu. Bir sabitliğin içinden değil de sürekli bir yer değiştirme içinde oluş. Yaşamında somut bir gerçeklik olan bu taşınma hali onda duyguların, duyumların da sürekli birbirine göç etmesini sağlamış sanki.
Belgeselde beni çok etkileyen bir nokta vardı: Gülten Akın’ın kırk yıl aynı paltoyu giydiği… Bunun Akın ailesinin üstlenmek zorunda olduğu maddi sıkıntıların yanı sıra bir tür tavır olduğunu düşünmeye başladım. Giderek Gülten Akın’ın paltosu ayrı bir anlam kazanmaya başladı kafamda. Akın’ın ülkemizdeki kadın hareketindeki konumuyla bu palto arasında nasıl bir bağ kurulabilir?
Ne değerli bir bağ önermesi! Kesinlikle kurulabilir. Akın tüm yaşamını yapmak, üretmek, korumak, onarmak ve yenilemek üzerine kurmuş. Özel de bir inadı almış yanına; diklenmeyi, dik duruşu. Kırk yıl aynı palto, bir alamamazlığın işareti değil burada hakikatte. Kendini öncelememenin de değil. Akın öyle biri değil, kendine her yerde ve her koşulda şair yazar kimliğiyle yer açmayı bilmiş biri o. Bu tutmayı dediğin gibi bir tavır olarak okumak lazım. Kişisel olanın politikliğine dair. Dünyayla, tüketmekle, şeylere dair önceliklerle kurulan ilişkiyle, anlayışla ilgili. Yeryüzüne, dünyaya, şeylere duyulan ihtimam ve bağ bu paltoyla korunmuş olabilir.
Bu aralar elimdeki İyi Hikâye-Hakikat, Kurmaca, Psikoterapi Üzerine Yazışmalar (J. M Coetzee, Arabella Kurtz, Can Yayınları, 2023) kitabında anı-izi kavramına takılmıştı aklım. Sorunu bir de buradan düşündüm biyografi üzerinden yeni hatırlamalarla. Bu döngüsellik hiç bitmiyor. Anlatı yeniden ve yeniden kuruyor kendini. Anı-izi bir yaşantının, olayın, olgunun geçmişten bizde kalan tortusu. Deniz Cankoçak’ta bu kalmış: Gülten Akın’ın paltosu. Diğer kardeşlerde vurgulanan, öne çıkan bir nesne değeri yok paltonun. Bu Akın’dan çok sanki kızı Deniz’le ilgili bir duygusal kalıt ve elbette Akın’a dair de bir şey söylüyor ama Deniz’in anı-izinden söylüyor bunu. Biyografileri özellikle tanıklar üzerinden düşünmek bu anı-izleriyle anlatıyı da, anlamı da çoğullaştırıyor.
Önceki Yazı

“Daha fazla ütopik karaktere ihtiyacımız var...”
Sıradan bir hayatın sıradışı cazibesi
“Wim Wenders’in 16 günde çektiği Perfect Days, Batıdan bakan birinin Doğuya yönelik incelikli kavrayışları dolayısıyla insanı sarıp sarmalayan zarafetlerle kuşatılmış durumda. Wenders ve Japon yazar Takuma Takasaki tarafından yazılan senaryo sıradan bir hayatın, sıradan bir işin diğer sıradanlıklarla kıyas kabul edilemez bir biçimde manevi bir iklimde serpilebileceğini gözler önüne seriyor çünkü.”
Sonraki Yazı

Parçalanmayı Bekleyen'e dair:
Duvarların ardındaki Metin Turan’a mektup
“Köyün davarlarını gütmek üzere ilkokul dörtten çekilip alınan Rıza’nın yolunu Miguel de Cervantes’e çıkarışınızdaki ısrarı neye yormalıyız sevgili Metin? Ben romanın sonundaki vurguya yüklüyorum o ısrardaki hikmeti: Yaşasın edebiyat! ‘Etrafınızda örülen duvarları bir çırpıda aşmanızı ve zamansız kutunun yalnızlığını parçalamanızı’ mümkün kılan edebiyat aşkına yoruyorum – büyülü düşünceye.”