Aşağılamanın ve aşağılanmayı benimsemenin ifadesi olarak çöp
“Çöp, bu metinde, toplumsal hafızanın karanlık odalarında biriken, yüzeye çıkması istenmeyen her şeyin mecazıdır. Geride bırakılan ya da değersiz görülen nesnelerin yanı sıra, dışlanan fikirleri, bastırılan duyguları, aşağılananları, toplumun dışarısına atılanları da kapsar.”
Gana, Akra’da atık toplama sahası. Fotoğraf: Sepp Friedhuber
Ömer Faruk’un Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp adlı kitabı, yüzeyde yalnızca “çöp” üzerineymiş gibi görünse de, modern dünyanın siyasi, felsefi, ekolojik ve kültürel damarlarına uzanan kapsamlı bir düşünce eleştirisi içerir. Çöp burada yalnızca maddi bir atık değil, aynı zamanda uygarlığın kendi kendine ürettiği fazlanın, savurganlığın, dışarıya atmanın, çürümenin ve aşağılamanın sembolüdür. Ömer Faruk çöpü salt belediye temizlik ekiplerinin konusu olmaktan çıkarıp bir düşünme biçimine, bir eleştiri aracına, hatta radikal bir uygarlık eleştirisinin merkezine yerleştirir.
Kitabın dikkat çeken yanlarından biri, çöpün yalnızca fiziksel boyutuna değil, aynı zamanda kültürel, siyasi ve ahlaki boyutlarına da odaklanmasıdır. Çöp, Ömer Faruk’un metninde, toplumsal hafızanın karanlık odalarında biriken, yüzeye çıkması istenmeyen her şeyin mecazı haline gelir. Bu anlamıyla çöp geride bırakılan ya da değersiz görülen nesnelerin yanı sıra, dışlanan fikirleri, bastırılan duyguları, aşağılananları, toplumun dışarısına atılanları da kapsar.
Ömer Faruk
Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp
Yeni İnsan Yayınevi
2022
256 s.
Ömer Faruk’un çalışması bu kavramı felsefi ve tarihsel bağlamlara yerleştirerek, çöpün bir iktidar dili, bir tahakküm yöntemi, bir aşağılama aracı olarak nasıl işlediğini gözler önüne serer. Burada aşağılama yalnızca bireyler arası bir ilişki biçimi olarak değil, devletlerin, ideolojilerin ve kültürel yapıların kendi meşruiyetlerini ve normalliklerini pekiştirmek için kullandıkları bir strateji olarak da ele alınır.[1]
Eser özellikle iki kavram etrafında şekillenir: Tanrı Devleti ve Dünya Devleti. Ömer Faruk bu kavramları yalnızca teolojik ya da siyasal teoriler olarak değil, uygarlığın yönelimlerini belirleyen iki tarihsel kutup olarak ele alır. Tanrı Devleti fikri, kökleri Augustinus’a kadar uzanan, adaletin ilahi düzende mümkün olduğuna inanan bir tahayyülken; Dünya Devleti kavramı modern imparatorlukların, küresel yönetim arayışlarının, uluslararası düzen söylemlerinin, piyasa ve kâr hükümranlığının ya da pan-kapitalizmin bir izdüşümüdür.
Bu iki kavram çöpün kavramsal evreninde önemli bir rol oynar. Çünkü her iki düzen tasavvuru da, kendi içerisinde, “dışarıda bırakılması gerekenler” üretir. Tanrı Devleti’nde dışlanan, ilahi düzene aykırı sayılan her şeydir. Dünya Devleti’nde ise pan-kapitalizmin çıkarlarına engel ya da tehdit olarak görülendir. Her ikisi de dışarıda bırakılanı, atılanı “çöp” olarak adlandırmakta hiç tereddüt etmez. Çöp hem Tanrı Devleti’nin hem de Dünya Devleti’nin ortaklığını, kirli ve kanlı içyüzünü açığa çıkarır. Ömer Faruk bu kutupları “çöp” üzerinden düşünerek hem tarihsel hem de güncel olmayı aynı anda beceren, az rastlanan bir iktidar eleştirisi yapar.
Bu metnin amacı Ömer Faruk’un kitabını olabildiğince eksiksiz biçimde değerlendirmek; kavramları, tarihsel bağlamları, ekolojik boyutları ve kitabın düşünsel derinliğini gözden kaçırmadan, çöpün hem somut hem de mecazi anlamlarını ortaya koymak; böylece çöpün yalnızca bir atık olmayıp, bir uygarlık aynası olduğu fikrini ele almaya çalışmaktır.
Tarihsel çerçeve ve felsefi temeller
Çöp insanlık tarihinin en eski eşlikçilerinden biridir, – diğer üçü fahişelik, dilencilik ve cellatlıktır. İlk bakışta modern kent yaşamının bir yan ürünü gibi görünse de, aslında yerleşik hayatın, mülkiyetin ve üretim fazlasının ortaya çıkışıyla birlikte görünür olmuştur. Avcı-toplayıcı topluluklarda atık, doğaya kısa sürede karışan, kendi döngüsünü tamamlayan, organik bir fazlalıktı. Ne var ki, tarım, yerleşiklik ve artı ürünle birlikte çöp hem miktar hem de anlam bakımından değişti. Artık yalnızca biyolojik süreçlerin konusu olmaktan çıkıp, mülkiyet ilişkilerinde, tahakküm süreçlerinde, aşağılama mekanizmalarında, (kısaca) iktidar olma biçimlerinde belirleyici bir rol oynamaya başladı.
Metal çöplüğü
Fotoğraf: Pexels/Emmet
Çöpün tarihsel serüveni, aynı zamanda “dışarıda bırakma” ya da “dışarıya atma”nın tarihiyle de örtüşür. Uygarlık kendi kutsalını, merkezini ve normunu inşa ederken, onun dışında kalan her şeyi değersizleştirir. Bu değersizleştirme süreci kimi zaman “doğrudan imha” ile, kimi zaman da “görünmez kılma” ile işler. Çöp bu görünmezliğin maddi formudur: Yıkıntı, kırık, bozulmuş, eskimiş, harabe, işe yaramaz – bunlar yalnızca fiziksel atık kategorileri değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel hiyerarşilerin alt basamaklarına sıkıştırılmış yaşam biçimlerinin de adıdır.
Ömer Faruk’un kitabında Tanrı Devleti ile Dünya Devleti kavramlarının bu süreçteki rolü çok önemlidir. Tanrı Devleti, ilahi düzen adına dünyevi iktidarı şekillendiren ve “kutsal” ve “kutsal dışı” ayrımını keskinleştiren bir tasavvur sunar. Burada çöp günahın, sapkınlığın, din dışının, kutsalı reddedenin maddi ve simgesel karşılığıdır. Dünya Devleti ise küresel ölçekte piyasa ve daha çok kârın hüküm sürdüğü düzen ve yönetim iddiasının örgütlenmiş biçimidir; pan-kapitalizm de denebilir. Ancak bu düzen, farklılıkları ve uyumsuzlukları bir “atık yönetimi” meselesi olarak görür. “Uyum sağlamayan” unsurlar tıpkı evsel atıklar gibi sistemin dışına atılır.
Bu bakımdan çöp hem Tanrı Devleti’nin hem de Dünya Devleti’nin “dışarıya atma” özelliklerine işaret ederken, kirli ve kanlı içyüzlerini de ortaya çıkaran, sessiz bir tanıktır. İkisi de kendi “temiz içerisini” korumak için “kirli dışarıyı” tanımlar; bu dışarının tek malzemesi çöptür. Her ikisi de aşağılamanın ve aşağılanmayı benimsemenin en kitlesel, en etkili örgütlenmeleridir. Bu yüzden çöp hem maddi, hem de ideolojik bir kategoridir. Onu anlamak, uygarlığın kendi kendisini nasıl kurguladığını da anlamaktır.[2]
Bunun yanında, Ömer Faruk çöpün sadece kültürel veya siyasi değil, ekolojik bir felaket olduğunu da vurgular. Modern toplum atık üretiminde tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Plastik, elektronik atık, kimyasal kalıntılar ve radyoaktif maddeler binlerce yıl doğada kalacak şekilde dünyayı kaplar. Bu yalnızca bir temizlik sorunu değil, gezegenin geleceğini tehdit eden bir varoluş meselesidir. Çöp bu anlamda hem geçmişin hatalarını hem de geleceğin krizlerini görünür kılar.
Eserin tarihsel-felsefi çerçevesi çöpü salt maddi fazlalık olarak değil, iktidarın, ideolojinin ve uygarlığın eksi toplamı olarak ele alır. Böylece okur, atığın çöplüklerde olduğu kadar, kavramlarda, ideallerde, yasalar ve inanç sistemlerinde de biriktiğini fark eder.
Çöpün iktidar dili ve aşağılama mekanizmaları
Çöp yalnızca fiziksel bir fazlalık değil, iktidarın dilinde ve gündelik hayatın sembolik düzeninde de işleyen bir aşağılama aracıdır. Bu anlamıyla çöp maddi olandan çok daha fazlasını temsil eder; o bir kimliği, bir varoluşu, bir düşünceyi “değersiz” kılmanın, “yok” saymanın maddi metaforudur. İnsanlar, gruplar, fikirler ya da yaşam biçimleri –herhangi bir iktidar düzeni tarafından istenmediğinde– dil aracılığıyla çöp kategorisine taşınır. “Çerçöp”, “at gitsin”, “çek sifonu”, “kemik düşkünü” gibi ifadeler yalnızca mekânsal bir aşağılamayı değil, varoluşun bütünüyle değersizleştirilmesini ima eder.
Ömer Faruk’un analizinde iktidar diliyle çöpün kesiştiği yer, aşağılama mekanizmalarının toplumsal hiyerarşilerdeki işlevini de görünür kılar. Bu mekanizmalar hem otoritenin hem de toplumun geniş kesimlerinin rızasını üreterek işler. Çöp burada bir sınır çizme aracıdır: “Biz”in tanımı, “onlar”ın çöpe atılmasıyla pekişir. Böylece çöp yalnızca bir dışarıya atma nesnesi değil, toplumsal aidiyetin de negatif tanımına dönüşür.
Yakılan plastik atıklar.
Fotoğraf: Times of India
Aşağılama, bazen açık şiddet biçiminde, bazen de sinsi bir “dilsel dışlama” formunda ortaya çıkar. Bu ikinci form en tehlikelisidir, çünkü olağanlaşır, fark edilmez ve hatta sıradan nezaket cümleleriyle bile pekiştirilebilir. Bir birey ya da grup sürekli olarak “fazlalık”, “gereksiz”, “değmez”, “beş para etmez”, “adam olmaz” ya da “siktir et” kategorisine yerleştirildiğinde, kendi varoluşunu savunma kapasitesini yitirir.[3] Bu, modern iktidar biçimlerinin en sofistike zaferidir: Yok etmeden, görünmez kılmak.
Çöpün iktidar dili içindeki esas işlevi yalnızca dışlama değil, aynı zamanda meşrulaştırma ya da normalleştirmedir. Bir şey “çöp” ilan edildiğinde, ona yönelik her türlü müdahale –aşağılama, dışlama, tecavüz etme, yakma, yargısız infaz, işkence yapma, yok etme– meşrulaşır ya da normalleşir: Toplumsal vicdanda kabul edilebilir hale gelir.
Çöp, iktidarın kendisini meşrulaştırmasının, tahkim etmesinin ve vazgeçilmez kılmasının en etkin araçlarından biridir.
Çöp, seçime katılan hemen her siyasi partinin buluştuğu tek ortak kesendir.
Bu nedenle çöp yalnızca maddi atık olmanın ötesinde, ideolojik bir silah olarak da incelenmelidir. Ömer Faruk’un çalışması bu silahın nasıl işlediğini, hangi kelimelerle, hangi imgelerle, hangi gündelik alışkanlıklarla güç kazandığını ayrıntılı biçimde ortaya koyar. Okur bu noktada şunu fark eder: Çöp yalnızca şehrin kenarlarında değil, dilin içinde, tapınaklarda, kahvelerde, futbol maçlarında, kutsal aile sohbetlerinde, haber bültenlerinde, ders kitaplarında, parlamento kürsülerinde ve miting meydanlarında atılan nutuklarda da birikir.
Çöpün ekonomi-politik yüzü ve küresel kriz
Çöp modern dünyanın en çok saklanan, en görünmez olan ama en yaygın üretim biçimlerinden biridir. Sanayi Devrimi’nden bu yana üretim-tüketim döngüsü yalnızca mal ve hizmet değil, aynı zamanda muazzam miktarda atık da üretir. Kapitalist ekonomi bu atığın varlığını sistemin doğal bir yan ürünü gibi sunar; oysa çöp ekonominin yapısal bir bileşenidir. Üretim zincirleri baştan itibaren “kullan-at” mantığıyla tasarlanır ve bu, çöpün hem maddi hem de sembolik düzeyde sürekli yeniden üretilmesine yol açar.
Bik başka önemli nokta, çöpün aynı zamanda küresel bir ekolojik felaket olmasıdır. Plastik atıklar, elektronik hurdalar, kimyasal çöpler okyanuslarda, toprağın derinliklerinde, hatta atmosferde kalıcı izler bırakır. Bu felaket “görünmez kılınma” stratejileriyle yönetilir: Çöplerin toplanıp şehir dışındaki devasa depolama alanlarına gönderilmesi, gerçekte yalnızca sorunun gözden uzaklaştırılmasıdır. Çöpün mekânsal olarak “dışarı” atılması, zihinsel olarak da onu unutmamıza neden olur.
Malezya, 2020.
Fotoğraf: Thomas Wright
Oysa çöp ekonomik şiddetin de bir ölçütüdür. En yoksul ülkeler en kirli ülkelerin atık deposudur. Küresel Güney, küresel Kuzey’in çöpünü –hem maddi hem de sembolik anlamda– almak zorunda kalır. Bir ülkenin başka bir ülkeye “atık ihraç etmesi” ticari bir işlem olmanın ötesinde, aynı zamanda egemenlik ilişkilerinin bir yansımasıdır. Çöp burada tıpkı kolonyal dönemin hammadde akışları gibi, küresel güç dengesizliklerini yeniden ve yeniden üretir.
Ömer Faruk “çöp ekonomisi” kavramını yalnızca endüstriyel üretim açısından değil, kültürel ve politik alanlarda da tartışır. Tüketim kültürü modası geçmiş olanı, işlevini yitirmiş görüneni “atılabilir” kılar. Aynı mantık insanlara ve toplumlara da uygulanır: Engelliler, göçmenler, işsizler, yaşlılar ya da “verimsiz” görülenler, tıpkı kullanılıp atılmış eşyalar gibi kenara itilir. Bu benzetme yalnızca mecazi değildir; zira modern kentlerde bu insanların yaşadığı mahalleler bile birer “sosyal çöplük” olarak etiketlenir.
Ekolojik boyut ise bu sürecin en sarsıcı kısmıdır. Çöp hem geçmişin kalıntısıdır, hem de geleceğin tehdidi. Her bir plastik poşet, her bir elektronik atık yalnızca bugünün değil, gelecek yüzyılların ekosistemine müdahaledir. Çöp bu anlamda “geleceği de zehirleyen” bir unsurdur. Bu yüzden, bu durumu sorun olarak gündeme almak, yalnızca fiziksel bir temizleme işi değil, aynı zamanda geleceğin de kurtarılması anlamına gelir.
Sonuç olarak, çöpün ekonomi-politik yüzü hem sınıfsal hem de ekolojik açıdan derin bir yarılmayı ortaya koyar. Modern dünya kendi atığını yönetemeyen ama onu sürekli üreten bir düzenin içinde debelenmektedir. Kitap bu dehşet verici paradoksu görünür kılar: Çöp kapitalizmin hem yan ürünü hem de gizli motorudur; hem gözden uzaklaştırılan hem de bütün sistemi ayakta tutan, inkâr edilemez bir gerçekliktir.
Çöp ve toplumsal hafıza
Çöp toplumsal hafızanın, değer hiyerarşilerinin ve kültürel kodların da aynasıdır. Ömer Faruk’un yaklaşımında çöp insanlık tarihinin en eski metaforlarından biri olan “dışarı atma” pratiğiyle iç içe geçer. Toplumlar hem maddi hem de sembolik olarak “istenmeyen” olanı tanımlar, işaretler ve sınırlarının dışına çıkarır. Bu dışlama yalnızca hijyen gerekçesiyle değil, ahlaki, politik ve kültürel düzenin korunması amacıyla da yapılır.
Bu metinde dikkat çekici olan, çöpün yalnızca atılmış nesnelerden ibaret olmadığı, aynı zamanda “atılmış fikirler, unutulmuş anlatılar, bastırılmış deneyimler” olduğu fikridir. Çöp burada geçmişle hesaplaşmanın, hafızanın hangi parçalarının saklanacağına ve hangilerinin unutulacağına karar veren iktidar mekanizmalarının da bir ürünüdür.
Dubai, 2019.
Fotoğraf: Tom Fisk/Pexels
Kültürel olarak bakıldığında, çöp “değerin ters yüzü”dür. Bir nesnenin çöp haline gelmesi, onun maddi niteliklerinden çok, toplumsal anlamının dönüşmesiyle ilgilidir. Dün kutsal sayılan bir eşya, bugün işlevini yitirdiğinde değersizleşebilir; modası geçen bir giysi, bozulmamış olsa bile çöpe gider. Böylece çöp, estetik, tüketim ve moda döngülerinin görünmeyen ama belirleyici öğesi olur.
Ömer Faruk bu noktada çöpün bir “kültürel arkeoloji” imkânı sunduğunu da öne sürer. Arkeologlar geçmiş uygarlıkların çöplüklerinden yola çıkarak toplumsal yapılar hakkında bilgi edinir; aynı şekilde bugünün çöplüğü de geleceğin araştırmacılarına kim olduğumuz hakkında çok şey söyleyecektir. Ancak burada paradoksal bir durum vardır: Geleceğe en çok iz bırakan şeyler, doğada en yavaş çözünenlerdir – plastikler, metaller, toksik maddeler. Yani bugünün kültürel hafızası, yarının ekolojik yüküdür.
Çöpün toplumsal hafızadaki rolü yalnızca maddi kültürle sınırlı değildir. Dil, sanat ve edebiyat da kendi “çöp”lerini üretir. Bir dilde kullanılmayan kelimeler unutulur, yasaklanan ya da itibarsızlaştırılan sözlerse kolektif belleğin “atık alanı”na düşer. Ömer Faruk bu süreci özellikle edebiyat üzerinden tartışır: Sansürlenmiş metinler, basılmamış kitaplar, yok edilmiş arşivler – bunların hepsi kültürel çöp kategorisine girer. Bu yalnızca bir kayıp değil, aynı zamanda iktidarın hafızayı biçimlendirme gücünün kanıtıdır.
Elias Canetti’yi hatırlatmanın yeridir:
“Dışkı, aleyhimizdeki bütün delillerin sıkıştırılmış toplamıdır.”[4]
Düşünsel merkez olarak perine
Çöp varoluşsal anlamda bir sınır nesnesidir. Ömer Faruk’un kavramsal analizinde çöp hem “var olan” hem “var olmayan” arasındaki ara mekânı temsil eder. Felsefi terimlerle söylemek gerekirse, çöp ontolojik bir belirsizliğin, bir “aralık” veya “eşik” halinin göstergesidir. O, içinde bulunduğu sistemin kendisini tanımlamak için oluşturduğu “dışarı” kategorisinin somut biçimidir. Bu nedenle, çöp varlıkla yokluk arasında salınan bir nesne olarak düşünceyi ve algıyı zorlar, sarsar, hırpalar ve çatlatır.
Ömer Faruk’un bu ontolojik perspektifi özellikle Tanrı Devleti ve Dünya Devleti kavramları üzerinden anlam kazanır. Tanrı Devleti kutsallığın mutlak otoritesini temsil ederken, Dünya Devleti modernitenin, pan-kapitalizmin, devletlerin ve uluslararası düzenin piyasa ve kâra göre biçimlenmiş siyasi ve ekonomik yapısını simgeler. Bu iki devlet biçimi insanlığın tarih boyunca deneyimlediği iki baskın egemenlik formudur ve her biri “dışlama” süreçlerinde farklı ama aynı sonuca yönelik farklı mekanizmalar kullanır. İlki tapınaktan söz alır; ikincisi okul, karakol ve bankadan.
Kanada'dan ithal edilen kâğıt atıkları balyaları Hindistan, Muzaffarnagar’da,
Fotoğraf: Pratyush Dayal/CBC
Tanrı Devleti’nin ontolojisi, varoluşu ilahi bir düzen içinde şekillendirir; kutsal ve kutsal olmayan, iyilik ve kötülük, ahlak ve ahlaksızlık keskin çizgilerle ayrılır. Bu ayrım bir “temizlik” ve “arındırma” politikası gerektirir. Burada çöp günahın, sapkınlığın ve düzen dışının maddi izdüşümüdür. O, kutsalın sınırlarını koruyan bir dışlayıcıdır.
Dünya Devleti ise küreselleşmenin ve kapitalizmin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan, ulus-devletlerin ötesine taşan bir egemenlik alanıdır. Niall Ferguson’un İmparatorluk: Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi, Wendy Brown’ın Neo-liberalizmin Harabelerinde: Batı’da Antidemokratik Siyasetin Yükselişi, Pierre Dardot ve Christian Laval’ın Dünyanın Yeni Aklı: Neo-liberal Toplum Üzerine Deneme ve Zygmunt’un Bauman’ın Iskarta Hayatlar: Modernite ve Safraları adlı eserleri, Dünya Devleti kavramının tarihsel gelişimini ve küresel güç dengelerindeki rolünü anlamak için önemli kaynaklardır. Ferguson imparatorlukların modern dünyayı nasıl şekillendirdiğini, sermaye akışlarını ve kültürel etkileşimleri etraflıca ele alır. Dünya Devleti bu bağlamda ekonomik, siyasi ve kültürel normları belirleyen ve farklılıkları “uyum” adına dışlayan bir yapıyı ifade eder.
Ömer Faruk’un analizinde Tanrı Devleti ile Dünya Devleti arasındaki çatışma ve iş birliği modernliğin en temel ikilemidir. Donald Trump’ın yeniden seçilmesi ve onun küresel siyasette yarattığı yıkıcı etki, Tanrı Devleti’nin politik sahnedeki kofluğunu ve Dünya Devleti’nin pan-kapitalizmle birlikte nasıl güç kazandığını da gösterir. Bu süreçte Tanrı Devleti bir alternatif olmaktan çıkar ve pan-kapitalizmin sessiz ve itaatkâr noterine dönüşür.
Metal çöplüğü
Fotoğraf: Frank ve Helena / Science Photo Library
Tanrı Devleti ile Dünya Devleti arasındaki bu tarihsel çatışma her zaman iki merkez arasında şekillendi: Biri aşkınlığı, diğeri ise seküler rasyonalizmi temsil etti. Ancak her ikisi de üretim, paylaşım ve tüketim üzerinden kurgulanan bir düzenin aktörleriydi. Bu çatışmanın dışında, radikal bir üçüncü düşünce üretilemedi. Sol/sosyalist düşünce bu ikilinin dışında özgürleştirici bir çıkış yolu vaat etse de, çoğu zaman onların kurduğu oyun alanının dışına çıkmayı başaramadı.
Üretim araçlarının mülkiyeti ve paylaşımın adaletli olmaması elbette çok önemliydi. Fakat sorun sadece ekonomik ya da sınıfsal değildi. Sorun düşüncenin ve tahayyülün sınırlarıydı. Sol, Tanrı Devleti’nin metafizik buyurganlığını, Dünya Devleti’nin piyasa ve kâr odaklı zalimliğini teşhir etti; fakat onların kurduğu dil ile söylem’in ötesine geçemedi, eleştirel olarak kaldı.
Ömer Faruk’un Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp adlı kitabı bu sessizliğe son verir. Çünkü bu kitap solun üzerinde az düşündüğü bir boyuta işaret eder: Attıklarımızdan düşünmeye başlamak. Ne devrim söylemiyle kutsanmış bir gelecek tahayyülü sunar, ne de reformist bir iyileştirme projesine kapı aralar. Kitabın önerisi daha derindir: Attıklarımıza, dışladıklarımıza, susturduklarımıza ve çöpleştirdiklerimize bakarak düşünmek.
Bu yaklaşım sadece siyasi değil, aynı zamanda ontolojik bir çağrıdır. Çünkü çöp hem Tanrı Devleti’nin kutsallığından hem Dünya Devleti’nin rasyonelliğinden arta kalandır. Çöp her iki sistemin dışarı attığıdır ve tam da bu yüzden düşünce için özgürleştirici bir alan açar. Sol/sosyalist düşüncenin çöpü yalnızca üretim ilişkilerinin sonundaki atık olarak görmesi ama düşüncenin başlangıcı olarak görmek istememesi, onun tarihsel açmazına işaret eder.
Ömer Faruk sol/sosyalist düşüncenin bu “tarihsel açmaz”ına işaret eder. Üretimin ve paylaşımın adil biçimde düzenlenmesi üzerine yoğunlaşan sol tahayyül, “çöpleşen” unsurların, sistemin dışına atılmışların hakikatiyle yüzleşmekte çoğu zaman yetersiz kalmıştır. Kitap, tam da bu noktada, “attıklarımıza, aşağıladıklarımıza, çöpleştirdiklerimize bakmadan” kurulacak hiçbir siyasal tahayyülün özgürleştirici olamayacağını vurgular.
Ömer Faruk’un önerdiği “perine” kavramıysa, bu karmaşık iktidar ve kültür ilişkisine müdahale etmeyi amaçlayan, yaratıcı ve yenilikçi bir müdahaledir. Perine anatomik olarak insan bedeninde vajina veya penisle anüs arasındaki bölgeyi tanımlamak için kullanılır; ancak Ömer Faruk bu kavramı düşünsel bir “merkez” olarak yeniden üretir. Böylece perine, Tanrı Devleti’nin kutsallığı ve Dünya Devleti’nin iktisadi rasyonalitesi içinde yer almadan her ikisini de geçersiz kılan, entelektüel bir hamleye dönüşür. Bu hamle yeni düşünce biçimlerinin, farklı bakış açılarının, alternatif varoluş pratiklerinin olabileceğinin örneği ve öncüsüdür.
Mauritius 'un güneydoğu kıyılarında petrol sızıntısı, Afrika, 2020.
Fotoğraf: Gwendoline Defente
Bu öneri, New York’un Dünya Ticaret Merkezi, Mekke’nin Kâbe’si, Moskova’nın Kızıl Meydan’ı ya da Ankara’nın Anıtkabir’i gibi kültürel ve politik merkezlerin dışarısına çıkan yaratıcı bir müdahaledir. Bu müdahaleyle birlikte perine, iç ve dış, kutsal ve dünyevi, temiz ve kirli, üretim ve tüketim, doğum ve ölüm, başlangıç ve son arasında yer alan, geniş ufuklu bir bakış açısının mekânına dönüşür. Bu mekânın başkası, dışarısı ve kutsalı yoktur. Uzakta değil, yakındadır.
Ömer Faruk’un düşüncesinde perine Türkiye’nin ve genel olarak Türkçe düşünce dünyasının sürekli kendisini tekrar etmesine de bir tür meydan okuma ve yeni bir “merkez” önerisidir: Ankara’da devletin, İstanbul’da piyasanın, Diyarbakır’da kimliğin hüküm sürdüğü bir düşünce iklimine yönelik entelektüel bir müdahale.
Bu bağlamda, perine kavramı tarihsel ve kültürel kodları kıran, yeniden anlamlandıran bir metafor haline gelir. Yazarın çabası böylece düşüncenin ve toplumsal yapının derinliklerine inen, ontolojik ve politik bir eleştiriye dönüşür.
Sonuç
Ömer Faruk’un Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp adlı eseri yalnızca atıkların ve atılanların ötesinde, çağımızın en önemli kavramsal krizlerinden birine ışık tutar. Kitap çöpü iktidarın, kültürün ve tarihsel süreçlerin karmaşık kesişim noktasında konumlandırarak, onun nasıl bir aşağılama, dışlama ve görünmez kılma aracı olarak işlediğini ustalıkla ortaya koyar.
Kitapta öne çıkan “perine” kavramıysa, Türkçe düşünce dünyasının durağanlığına karşı yaratıcı, dinamik bir öneridir. Perine, düşünsel merkezlerin sabitlik, katılık ve dikeyliğine karşı hareketli, sınırları belirsiz ve yatay bir eşik olarak, yeni epistemolojilerin ve varoluş biçimlerinin doğuşuna zemin hazırlar.
Perine’nin merkezi, kutsal kitabı ve peygamberi yoktur. Perine dikey değil, yataydır. Perine her kişide mevcuttur. Perine her yerdedir. Perine üretim ve tüketime, temize ve kirliye, doğuma ve ölüme, başlangıcave sona aynı anda vâkıf olan tek yerdir.
Ömer Faruk, çöpü birikmiş maddi artıklar olmanın ötesinde, ideolojik, kültürel ve ekolojik krizlerin odağı olarak ele alır. Bu yaklaşım Türkiye entelektüel yaşamında nadir bulunan bir derinlik ve ufuk genişliği sunar. Eser çöpün aynı zamanda bir ekolojik felaket biriktirdiğini vurgulayarak, çağımızın en acil sorunlarından biri olan çevre krizine de duyarlı bir bakış açısı getirir.
Dolayısıyla kitap hem entelektüel tarihimizde önemli bir boşluğu doldurur hem de sosyal adalet, çevre bilinci ve kültürel eleştiri alanlarında yeni tartışmalara kapı aralar. Bu çalışma Türkçe düşünce hayatına taze bir soluk getirmekle kalmaz, aynı zamanda dünya düşünce literatüründe de dikkate değer bir katkı olarak yerini alır.
Son olarak, eserin Besim Dellaloğlu tarafından kaleme alınan sunuş yazısı (“İfşa ve inşa: Çöplüğün sosyolojisi”), bu karmaşık ve çok katmanlı yapının anlaşılmasında önemli bir rehber işlevi görür. Dellaloğlu’nun analitik ve yorumlayıcı metni Ömer Faruk’un radikal düşüncelerini farklı açılardan zenginleştirir; okuyucuyu daha derinlemesine bir kavrayışa yönlendirir. Radikalliğin –Marx’ın kullandığı biçimiyle– sorunların temeline inme anlamına geldiğine ve önemine işaret eder. (s. 16)
Özetle, Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp, çağımızın entelektüel ihtiyaçlarına yanıt veren, cesur, eleştirel ve yenilikçi bir çalışma olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.
NOTLAR
[1] Esin verici bir okuma için bkz.: Scanlan, J., Çöp Üzerine: Çöpün Sanat, Siyaset, Edebiyat ve Felsefedeki Yeri, çev. Billur Karayalçın, Sub Basın Yayım, İstanbul, 2018.
[2] Esin verici okumalar için bkz.: Julia Kristeva, Korkunun Güçleri: İğrençlik Üzerine Deneme, çev. Nilgün Tutal Cheviron, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014; Mary Douglas, Saflık ve Tehlike-Kirlilik ve Tabu Kavramlarının Bir Çözümlemesi, çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul, 2021.
[3] Gündelik dildeki aşağılamanın geçmişi ve kapsamı için bkz.: Melissa Mohr, Küfür Etmenin Kısa Tarihi, çev. Zeynep D. Abacı, Aylak Kitap, İstanbul, 2016.
[4] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2023, s. 213.