Arzu ve kaçış:
Salinger’ın yaşamında ve yazınında kadınlar
“Salinger’ın kadın masumiyetine olan takıntısı onun 'kadın'ı olduğu her haliyle kavrayabilmesinin önünde bir engel olarak durmaktadır. Onun metinlerinde okurla kadın karakterler arasında yazarın varlığı bir duvar gibi dikilir.”

Jerome David Salinger, 1952. Fotoğraf: Antony Di Gesu
Yazmak ne vakit senin mesleğin oldu ki? O sadece senin dinin oldu, asla başka bir şey değil. Asla… Gerçekten senin dinin olduğuna göre, öldüğünde sana ne sorulacağını biliyor musun? Ama ben sana önce, sana neler sorulmayacağını söyleyeyim. Öldüğünde harika, etkileyici bir yazı üzerinde mi çalışıyordun diye sorulmayacak. Uzun muydu kısa mıydı, hüzünlü ya da komik miydi, yayımlandı mı yayımlanmadı mı diye sorulmayacak. Onun üzerinde çalışırken formda mıydın formsuz muydun diye de sorulmayacak. Hatta bittiğinde senin de sürenin dolacağını bilseydin üzerinde çalışmak isteyeceğin yazı bu muydu diye bile sorulmayacak. Sana sadece iki soru sorulacağından eminim: Yıldızların ne zaman çıktı? Yüreğini harıl harıl satırlara döküyor muydun? Her iki soruya da cevap vermenin ne kadar kolay olduğunu bir bilsen! Bundan sonra yazı yazmaya her oturduğunda, henüz yazar olmadan çok önce bir okur olduğunu hatırlayabilsen.[1]
Evet, sevgili okur; J. D. Salinger’ın gözde karakteri Seymour’un, yazar kardeşi Buddy Glass’ı cesaretlendirmek için söylediği bu sözler, aslında yazarın edebiyatla kurduğu derinden ilişkiyi özetliyor. Bartleby Şürekası’nın belki de en sansasyonel isimlerinden biri olan Salinger’ın zihni de yazarlık yaşamı boyunca Seymour’un bu sorularıyla meşgul oldu. Nitekim bir gün yazınsal alandan elini eteğini çekip dağ başı yalnızlığını tercih ettiğinde, ardında okurunu uzun yıllar meşgul edecek bir yığın soru bıraktı. Enrique Vila Matas’ın deyimiyle Salinger, Bartleby sendromunun lanetli dolambacının denizlerinde seyrederken, basın ve edebiyat dünyası yazarın edebiyatı reddetmesinin nedenlerini irdeleyip durdu.
Hayatı göz önüne alındığında yazı ile meşhur olmak için çokça çaba sarf ettiğini görmek, münzevi yazarın küskünlüğünü daha da ilgi çekici kılıyor. Çünkü bu uğurda ailesini karşısına almıştı; her koşulda kendisini destekleyen annesine karşılık, Salinger’ın yazar olma arzusu, babasıyla ikircikli ilişkisinde daha da ciddi sorunlar yarattı. Öyküleri dergiler tarafından defalarca reddedildi. Öyle ki, hocası ve arkadaşı olan Whit Burnett’ın yönettiği Story’den dahi onlarca ret cevabı aldı. Buna rağmen yazmaktaki ısrarından vazgeçmedi. Çavdar Tarlasında Çocuklar, 16 Temmuz 1951’de yayınlanana kadar yazılarından gelecek şöhret Salinger’ı cezbediyordu. Çünkü ünlü oyun yazarı Eugene O’Neill’ın küçük kızı Oona’ya âşık olmuştu ve Oona’yı etkilemek için yazarlık kariyerinde gerçekleşecek o parlamaya ihtiyaç duyuyordu. Fakat Pearl Harbor saldırısının ardından orduya katılan Salinger, yazar olarak parlayamadığı gibi, Oona’yı da kaybetmişti. Babasıyla sancılı bir ilişkisi olan genç kadın bu iki erkeğin birbirine olan benzerliğini fark ettiğinde yazardan uzaklaştı. Oona O’Neill’ın hepimizin bildiği o isim, Charlie Chaplin ile birlikteliği askerdeki Salinger’ı oldukça sarstı. Bu unutulmaz aşkın buhranından Salinger hayatı boyunca yakasını kurtaramamış gibi görünüyor, çünkü ömrünün son yıllarını bir başka O’Neill kadınıyla geçirmesi tesadüf olamayacak kadar ilginç.
Edebiyat tarihine damgasını Çavdar Tarlasında Çocuklar ile vuran Salinger’ın çocuk yaşta kızların masumiyetine olan ilgisi dikkat çekicidir. Hem özel hayatında hem edebi eserlerinde kadın karakterlerin varoluşu bu masumiyet arayışı üzerinden konumlanır. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın anlam arayışındaki ergen kahramanı Holden, eserdeki üç gününü yetişkin olma korkularına ve buna eşlik eden masumiyet yozlaşmasına yanıtlar bulmaya çalışarak geçirir. Ana karakter masumiyetin korunmasına takıntılı bir görüntü sergiler. Masumiyetin koruyucusu olmak ve aynı zamanda kendisi de masum kalmak istemektedir. Onun bu saplantısı nedeniyle cinselliğe olan ilgisi her girişimde kötü bir sonla test edilir.[2]

Salinger’ın yaşamöyküsünün ayrıntılarına odaklandığımızda, çoğunlukla çocuk yaşta kızlara âşık olduğunu görürüz. Kimilerince yazarın edebiyata küsmesinin sebebi olarak da gösterilen büyük aşkı O’Neill’ı belki de saplantı haline getirmesi, O’Neill’ın kız çocuğu masumiyetini yazarın gözünde daima koruması olabilir. Oona her ne kadar daha 18 yaşındayken kendisinden hayli büyük Chaplin için yazarı terk etse de, Salinger’ın onunla yaşamadığı cinsellik Oona’yı masum kılmak için yeterli gibi görünüyor. Çavdar Tarlasında Çocuklar’da Jane karakteri Stradlater ile birlikte olsa dahi Holden’ın gözündeki masumiyetini kaybetmez, ancak Holden’ın hayatına da giremez. Defalarca ulaşmak istese dahi Holden, Jane’i aramaktan uzak durur. Belki de Salinger’ın korkuları Holden’da tezahür etmiş ve kahramanın Jane’i aramasına engel olmuştur.

Salinger, O’Neill depreminin peşine, şaşırtıcı bir şekilde yaşıtı bir kadınla birlikte oldu ve onunla evlendi: 26 yaşındaki Slyvia Welter ile… Yazar, Slyvia’ya gönlünü askerî istihbaratta çalışırken kaptırdı, ancak önlerinde Slyvia’nın Alman olması gibi bir sorun vardı. Bunu gizlediler ve Salinger’ın ailesi Welter’ı tasvip etmemesine rağmen evlenerek New York’a yerleştiler. Ancak kısa süre sonra evliliğin üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başladı. Salinger o sırada istihbaratta görevli bir askerdi, Gestapo yakalamaya çalışıyordu ve çevresinde, eşi Slyvia’nın da Gestapo yanlılarından olduğu dedikodusu yayılmaya başlamıştı. Yazar bunu duyduğunda ilişkileri yıkıma uğradı. Ailesinin Slyvia’yı düşman olarak görmesi bu yıkımda ne kadar etkili oldu bilinmez fakat Slyvia bir sabah uyandığında kahvaltı tabağında tek yöne bir uçak biletiyle karşılaştı. Bir kadın için oldukça aşağılayıcı bir terk edilmeydi bu.

Salinger’ın üzerine çokça yazdığı Glass ailesinin parlak çocuğu Seymour, hayattaki son gününde sahilde bir kız çocuğu –Sybl– ile oyun oynar. “Muz balığı için harika bir gün”dür, fakat Seymour için öyle olacağı söylenemez, çünkü biraz sonra odasına gidip hayatına son verecektir. Kurgularındaki kadınlarla dağın ihtiyar adamının gerçek hayatındaki kadınlar arasındaki benzerlikler üzerinde yoğunlaşacak olursak… 30 yaşındaki Salinger 14 yaşındaki Jean Miller ile Daytona Beach’te tanıştı. Okyanus kenarında yapılan sohbetler ikisi için de oldukça etkileyici geçiyordu ve anlaşılan o günler muz balıkları için de harika günlerdi. Ancak bu defa Jean’in annesi bu ilişkiye karşı tepkiliydi. Her ne kadar Salinger, Holden’vari bir şekilde (Çavdar Tarlasında Çocuklar’da Holden’ın kız arkadaşı Sally’e kabulü mümkün görünmeyen evlilik teklifini hatırlayalım) müstakbel kayınvalidesine kızıyla evleneceğini söylese de, kadın, yazardan gelen mektupların bir kısmını kızı görmeden yok etti. Jean’e yazılan bu mektuplar sonrasında kurguya dönüştü ve Esme İçin öyküsü ortaya çıktı.
Salinger’ın Jean’le ilişkisi uzun yıllar mektupla devam etti, çünkü onun için bir kadına olan bağlılığın yegâne şartı masumiyetti ve kız çocukları da oldukça masumdu. Jean de öyle… Ancak küçük Jean büyüyüp 20’li yaşlara geldiğinde, Montreal’de tatilde oldukları bir sırada Salinger’dan cinsellik talep etti ve bu hareketiyle ünlü yazarın gözündeki masumiyetini yitirdi. Slyvia’nın uğradığı aşağılayıcı akıbet Jean’in de başına geldi. Hemen bir uçak bileti alındı ve Jean, Salinger’ın hayatının dışına atıldı. Çavdar Tarlasında Çocuklar’da Holden’ın otel odasına gelen hayat kadını Sunny ile birlikte olmayı reddetmesini, ayrıca eserde masumiyetin temsilcisi olan kız kardeş Phoebe’nin okul duvarına yazılan cinsel içerikli bir küfrü kız kardeşi görmeden silmeye çalışmasını yazarın Jean’e olan tavrıyla birlikte düşünürsek, acaba Salinger da cinselliğin bireyi kirleten bir eylem olduğunu mu düşünüyordu? Yoksa bu tavrın altında yazarın bilinmeyen başka bir korkusu mu yatıyordu?

Robert Vickrey’in J. D. Salinger portresi, 1961.
Fotoğraf: Ulusal Portre Galerisi, Londra.
Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın müellifi, Jean Miller ile ilişkisini mektupla sürdürdüğü o yıllarda katıldığı bir partide, ikinci eşi ve çocuklarının annesi olacak Claire Douglas ile karşılaştı. Claire tahmin edileceği üzere henüz 16 yaşındaydı ve Salinger’ı cezbetmişti; yazar hemen arkadaşlarından Claire’in adresini alıp ona etkileyici mektuplar yazmaya başladı. Claire, Salinger’ın gözündeki masumiyetini henüz koruyordu, çünkü Salinger’dan cinsel bir beklentisi yoktu ve yazarın da genç kıza yönelik bu yönde bir girişimi olmamıştı. Ancak yazarın hayatında halihazırda devam eden Jean ilişkisi nedeniyle Claire’e mesafeli davrandığı zannediliyor. Claire ise bu mesafeli duruştan olacak, Salinger’dan vazgeçip koyu Hıristiyan Dougles Mocker ile evlendi. Evlilik bir süre yolunda gitse de, Salinger bir gün yeniden Claire’in hayatına girdi. Claire, Mocker ile olan evliliğini bitirdi, 1955 yılında, o dönemde Vedanta uygulayan Salinger ile evlendi. Claire’in bu dinî arayışı Salinger’ın kadın kahramanlarından birine –Franny’ye– ilham oldu. Bu kısa romanda, Glass ailesinin kız çocuklarından biri olan Franny dinî arayışında bunalıma girdiği için rahatsızlanır ve sevgilisiyle sorun yaşar. Franny ayrıca yazarın kadın bakış açısıyla yazdığı tek eserdir. Ancak Faulkner’ın izinden giderek kahramanlarıyla arasında yabancı hiçbir ses duyulsun istemeyen Salinger’ın, Franny ile de bunu başaramadığını görüyoruz, çünkü onun eserlerinde kadın kahramanlar hep gölgededir. Franny’nin ağzından anlatılan bölümde, Franny’yi bir kadın olarak psikolojik varlığıyla görmekten ziyade, duygusal çöküntü yaşayan bir insanı cinsiyetsiz olarak görürüz. Bu çöküntüde Franny’nin kadın olmasının pozitif yahut negatif etkilerini okuyamayız. Zooey’nin ağzından anlatılan bölümde de yine Franny kadınlığıyla var olamaz; onu yalnızca Glass ailesinin erkek üyelerinin kız kardeşi olarak görürüz. Nihayetinde Franny’ye ve –genel olarak bütün kadın kahramanlarına– hep Salinger’ın gözünden bakmak durumunda kalırız. Okurla kadın karakterler arasında yazarın varlığı bir duvar gibi dikilir, çünkü Salinger’ın kadın masumiyetine olan takıntısı onun “kadın”ı olduğu her haliyle kavrayabilmesinin önünde bir engel olarak durmaktadır.

Yaşamöyküsüne dönecek olursak; Claire ile evliliği, birlikte yapılan meditasyonların huzuru altında devam ederken beklenen oldu ve çiftin ilk çocukları Margaret 1955’te dünyaya geldi. Baba olmak muhtemelen Salinger’ı mutlu ettiği kadar baskı altında da hissettirdi, çünkü Margaret’in doğumundan sonra ilişkileri sarsılmaya başladı. Yazar belki de işiyle arasında engel olarak gördüğü aşka mesafe koydu ve tekrar yazıya sarıldı; kendi ailesinden ziyade Glass ailesiyle meşgul olmaya başladı. Bütün sorunlarına rağmen devam eden evlilikte, ikinci çocukları Matthew doğduğunda Salinger evinin öte tarafındaki kulübesinde yaşıyordu ve Claire’i –eserlerindeki kadınlar gibi– gölgesinde tutuyordu. Çavdar Tarlasında Çocuklar’da idealize edilen Jane karakterini tekrar hatırlayalım: Jane “hikâyede hiçbir zaman kendi varlığıyla mevcut olmamıştır ve ona hiçbir zaman konuşan bir rol verilmemiştir.”[3] Ancak Claire artık gölgede yaşamaktan ve Salinger’ın kronik yokluğundan sıkılmıştı.
Claire ile yaşadığı bu sorunlar nedeniyle 1960’lar Salinger için oldukça sıkıntılı başladı ve öyle de devam etti. Çavdar Tarlasında Çocuklar ile yakalayana kadar arzuladığı o şöhret artık yazarın ruhunu sıkıyordu. Üstelik Franny ve Zooey’nin yayınlanmasının ardından evinin önünde beliriveren gazetecilere karşı sessiz kalışı, basının ve okurun daha da meraklanmasına sebep oluyordu. Salinger’ın ısrarlı sessizliği, hakkında asılsız teoriler üretilmesine, üretilen o asılsız teorilerse yazarın daha da sessizliğe gömülmesine neden oldu. Basının mahremiyet ihlali, özel hayatında sorunlar yaşayan yazarı usul usul toplumun dışına itmekteydi. Artık Çavdar Tarlasında Çocuklar’da Holden’ın salık verdiğinin aksine, okurlar sevdikleri o yazara, Salinger’a asla ulaşamayacaklardı.
1965’e gelindiğinde, münzevi yazarın yayınlanan son hikâyesi, “16 Hapwort 1924” eleştirmenler tarafından neredeyse görmezden gelindi. Daha evvel yoğun ilgiden bunalan Salinger, “16 Hapwort 1924”ün ardından karşılaştığı sessizliğin ardından eser yayınlama hevesini kaybetmiş olmalı. 1967’de ise fiilen zaten bitmiş olan evlilikleri, Claire’ın gölgeden çıkmak istemesinden mütevellit, açtığı boşanma davasıyla resmen bitti. Boşanma çiftin ve dolayısıyla çocukların hayatında hiçbir değişikliğe yol açmadı. Salinger, Claire’e komşu olmaya, çocuklarını görmeye ve onları basının mahremiyet ihlalinden korumaya devam etti. Aslında yazar bu yıllarda henüz tamamen sessizliğe gömülmemiş ve The New Yorker’dan arkadaşlarıyla görüşmeye devam etmişti. Ancak 1968’de yaşanan Ransom Olayı[4] yazarı dehşete düşürdü ve yakın çevresinde mektuplaştığı arkadaşlarından bütün belgeleri yok etmelerini istedi. Yazarın uzun yıllara yayılan bütün kaçma ve unutulma girişimleri ters tepti; büründüğü sessizlik daha çok konuşulmasına neden oldu. Ancak boşanmanın ardından hem özel hem edebi hayatındaki bu çalkantılar sürerken münzevi yazar başka bir masum ile karşılaştı.

1972’de, Salinger 53 yaşındayken, The New York Times’ta kendisi hakkında bir makale yayınlandı. Makalenin yazarı 18 yaşındaki Joyce Maynard’dı. Henüz çocuk sayılabilecek Joyce masumdu ve belki de korunmaya muhtaçtı. Salinger genç kıza bir mektup yazarak onu içinde bulunduğu camianın tehlikelerine karşı uyardı. Salinger’ın mektuplarının cazibesi, geçmiş ilişkilerine bakacak olursak su götürmez bir gerçek. Nitekim Joyce da Salinger’a âşık oldu ve birlikte yaşamaya başladılar. Ancak cinsel beklentileri birbirine uymuyordu. Joyce aile kurmak istiyordu, Salinger ise onun masumiyetini kirletmekten yana değildi. Çünkü ona göre Joyce’un istediği şekilde yaşanacak cinsel ilişki, büyümenin başlangıcı ve masumiyeti kaybetmenin geri dönülemez yoluydu. Bu uyuşmazlık aralarında şiddetli tartışmalara neden oldu ve tatilde oldukları bir gün genç kız, Salinger tarafından terk edildi. Joyce cinsel ilişki isteğiyle artık masumiyetini kaybettiğinden, yazarın gözünde aşağılık ve değersizdi. Bu aşağılanma karşısında Joyce’un, Salinger’dan ileriki yıllarda aldığı intikam, –her ne kadar yazara mahremiyetini koruyacağına söz vermiş olsa da– hakkında yazdıkları ve konuştuklarıyla acı oldu. İnternetteki sohbet odalarında bazı kızgın okurlar tarafından Salinger’ın pedofil olduğu söylenirken, bazı okurlar da Joyce’un Salinger’ı istismar ettiğini dile getiriyordu.
Aradan geçen yirmi yılda Salinger’ın hayatındaki kadınlar hakkında kayda değer bilgi alınamadı, ta ki bir gün Salinger’ın evi tutuşana kadar. O sırada 73 yaşında olan yazarın evinin yandığını ihbar eden, yazardan 40 yaş küçük sevgilisi Colleen O’Neill’den başkası değildi. O’Neill soyadını, yazarın Charlie Chaplin ile evlenen ilk ve büyük aşkı Oona O’Neill’den hatırlıyor olmalıyız. İki kadın arasında biyolojik bir bağ olmamasına rağmen, Salinger’ın aynı soyadına sahip bir kadını seçmiş olması, Colleen’in bir başkasıyla evliyken Salinger’ın ona mektup yazması, genç kadının eşinden ayrılıp Salinger ile birlikte yaşamaya başlaması, ünlü yazarın içine hapsolduğu bir kısır döngünün son halkasıydı.
James Wood, “Her roman kendi gerçekliğidir, kendi gerçekçiliğidir. Kendi kendisinin delili, kendi kendisinin mahkemesidir”[5] der. Bu açıdan düşünüldüğünde, Salinger’ın hayatına giren kadınların eserlerindeki kadınlara simetrik izdüşümü Wood’u doğruluyor gibi görünüyor. Peki, Salinger için kimi sohbet odalarında kızgın okurların dile getirdiği iddialar da dahil olmak üzere, yazarın hayatındaki bu hastalıklı inzivanın membaı neydi? Yine Wood’dan destek alarak söyleyecek olursak, “Bir gerçekliğin ardında daha derin, her daim yitirilen özel bir gerçeklik yatar”.[6] Anlaşılan o ki, kimilerince göklere çıkarılarak övülen, kimilerince şiddetle yerilen Çavdar Tarlasında Çocuklar başta olmak üzere, eserlerindeki kadınlar Salinger’ın yitirdiği özel ve derin bir gerçekliğe işaret ediyor.[7] Öte yandan Robert Burns, Salinger’a ilham veren Çavdar Tarlası şiirinde, “Bir beden diğerini öperse dünyanın bilmesine gerek var mı?” diye sorar. Söz konusu beden edebiyat tarihinde adından sıkça söz ettiren eserlerin yazarıysa ve bu beden kendisinden oldukça küçük kızları öpmüş bir gönülçelen ise, kim bilir, evvela okurolduğunu hatırlaması gereken bizlerin bunu bilmesine hususiyetle gerek vardır.
NOTLAR
[1] J. D. Salinger, Yükseltin Tavan Kirişlerini Ustalar-Seymour, çev. Sevin Okyay-Coşkun Yerli, YKY, İstanbul, 2022, s. 113.
[2] Fikret Güven, Rita Özcan, Innocence and Trauma in J. D. Salinger’s The Catcher in the Rye (170-179), RumeliDE Journal of Language Literature Studies, 2021, s. 9.
[3] Cameron Grier, Russel Aaronson, “Beauvoir’ın Fransız Feminist Teorisi Üzerinden Salinger’ın Kadın Karakterlerinin Değerlendirilmesi”, Journal of Student Research, Cilt 10, Sayı 1, 2021.
[4] Kenneth Slawenski, Üzüntü, Muz Kabuğu ve Salinger, çev. Hülda Öklem Süloş, Sel Yayınları, İstanbul, 2011, s. 354.
[5] James Wood, Parçalanmış Miras, çev. Yunus Çetin, Can Yayınları, İstanbul, 2024, s. 18.
[6] a.g.e, s. 16.
[7] Annalisa Quinn, “Did A Missing Testicle Make J.D. Salinger A Recluse?”, NPR
Önceki Yazı

“Sanatçı bundan sonra ne yapacak?”
Bir Muz Bazen Sadece Bir Muzdur ve Tersi de Aynı Şekilde Geçerlidir kitabı üzerine ve çağdaş sanata dair iki mektup...
Sonraki Yazı

Kaldırım kitapçısı ve şair Anastas Kozma Andosoğlu:
Bâbıâli’nin yitik bir siması
“En eski kaldırım kitapçılarından biri –belki de en eskisi– olan, Bâbıâli kaldırımlarında yağmur, çamur, rüzgâr dinlemeden bu mesleği icra eden Anastas Kozma Andosoğlu sadece kitapçı değil, bir şair aynı zamanda.”