Angela Carter'ın Kanlı Oda'sı:
Folklorun membaında
kalıpları tersyüz eden öyküler
“Kanlı Oda karanlık bir kitap. Çoğu öyküde tepenizde dolunay ya da elinizde mum ışığıyla geziyorsunuz. Ormanda cadılarla, kurtadamlarla karşılaşıyorsunuz. Bir şatoda gotik atmosferi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Yanı başında köylülerin toprak sahipleri hakkında yaydığı korku salan söylentiler kulağınıza çalınıyor. Carter’ın öykülerinde şato sahibi efendilerin canavarsı bir kimliği var. Geceleri vampirlere, kurtadamlara dönüşüyorlar.”
Angela Carter
İyi kitaplarla bazen tesadüfen karşılaşıyorum. Kanlı Oda da bir rastlantı sonucu dünyama girdi. Kitapçıda dünya edebiyatı bölümüne bakıyordum, elim gitti, arka kapak yazısını okur okumaz beni mıknatıs gibi çekti. Belki de kitap perileri var, sihirli ipleriyle bizi yakalayıp seveceğimizi bildikleri kitaplara çekiyorlar.
Kapağı açtığınızda gerçekliğin askıya alındığı bir dünyaya giriyorsunuz. Ormanda doğaüstü canavarların yaşadığı, insanların kurtlara dönüştüğü, mezarlıklarda vampirlerin dolaştığı o eski çağlara geri dönüyorsunuz. Geceleri eve vampirler gelmesin diye kapı pencereye sarımsak asan Transilvanyalı bir köylüye dönüşüyorsunuz.
Cadılar ve Şeytan
Öyküleri okurken aşinalık hissini çok yaşadım. Ayrıntılardaki inançları ve olayları biliyordum. Bunları daha önce araştırma kitaplarında okumuştum. Angela Carter adeta edebiyat hamurunun üstüne mitoloji, halkbilim ve antropolojiyi baharat diye serpmiş. Öyküler büsbütün hayal ürünü değil. İnsanlığın kültür tarihi var içlerinde. Halkların binlerce yıl boyunca inandığı ve korktuğu folklorik figürlerle dolu kitap. “Kurtadam”öyküsünde karşımıza cadılar çıkıyor:
Geceyarısı, hele bir de Walpurgisnacht ise Şeytan piknik yapar mezarlıklarda ve cadıları da davet eder; hep birlikte mezarları kazıp taze gömülmüş cesetleri yerler. Kime sorsanız anlatır size bunları.
Kapılara asılan sarımsak hevenkleri vampirleri uzak tutar. Aziz Yuhanna Yortusu’ndan önceki gece doğan çocuklar arasında ters gelen ve mavi gözlü olanları geleceği görür. Olur da bir cadı bulurlarsa –komşularındaki daha mayalanmamışken peynirleri oluveren bir ihtiyar kadın yani, yahut kara kedisi, ah o uğursuz yok mu! Nereye gitse peşinden ayrılmayan bir başka ihtiyar– hemen çırılçıplak soyarlar kocakarıyı, alametleri ararlar, yoldaşı iblisi emzirdiği fazlalık memeyi. Çok geçmeden bulurlar da. Ve oracıkta taşlaya taşlaya öldürürler ihtiyarı.
Öyküde Şeytan’dan eğlence daveti alan cadılar var. Cadı davalarının tüm Avrupa’yı ele geçirdiği Ortaçağ’da ve sonrasında bu çok yaygın bir inançtı. Issız ve yaban yerler Şeytan ile cadıların buluşma noktasıydı. Cadılar burada Şeytan’la dans eder ve cinsel ilişkiye girerdi. 1615 yılında Estonya’daki bir davada iki kişi cadıların tepedeki toplantılarına katılmakla ve Şeytan’ın aşçısı olmakla suçlandı. 1619’daki bir başka davada ise Elsa isimli bir kadın cadılarla bir tepede toplandığını itiraf etti. Mahkemenin ardından cadı olduğuna hükmedilerek yakıldı. Cadıların ve Şeytan’ın buluşma yerleri olduğuna inanılan bu tepelere daha sonra Kilise kocaman haçlar dikti. Her ne kadar bu davalarda bir mahkeme olsa da sanıkların çok ağır işkencelerden sonra cadılık suçlamalarını kabul etmek zorunda kaldıklarını unutmamalıyız.
Öyküde ikinci önemli detay, peynirleri komşularınkinden daha güzel mayalanan kadının cadılıkla suçlanması. Fin tarihçi Marko Nenonen bir halk şiirinden aktarıyor: “Kıskançtır bütün insanlar, her kapının ardında cadılar var.” Herkesin birbirini tanıdığı köy toplumunun dar yapısı içinde kıskançlık kurtlanıyor, birisi başarılı olmayagörsün, haset yuvalanıyordu. Kırsal kesimde komşuları cadılıkla suçlamak çok yaygındı. İneği sütten kesilen bir köylünün gözünde komşusu kem gözlü bir canavara dönüşebiliyordu. Sırf bireysel sıkıntılar değil, tüm köyü etkileyen kıtlık ve kötü hava koşulları gibi olumsuz gelişmeler de cadılık suçlamalarına zemin hazırlıyordu. Bu köylüler için ekinler ve hayvanlar her şeydi. Kötü hasat, hayvanları kırıp geçiren salgın köylüler için açlık ve ölüm demekti. Doğanın gücü karşısında çaresiz kalan bu insanlar öfkeyle bir suçlu arıyordu. Şamanlar ve Cadılar kitabında Sırp etnolog T.P. Vukanović 1685’te yaşanan bir olayı anlatır:
“Tabii kadınların hiçbir yasal sürece tabi tutulmadan, cadı oldukları için yargısız infaz edildikleri durumlar da olmuştur. 1685’te kalabalıklar, cadıların neden olduğu ciddi bir mahsul kıtlığına inanıyordu. O dönem, cadı olduğu ihbar edilen herhangi bir kadın, dinî yahut dünyevi herhangi bir yargılama olmadan tutuklanır, köylülerin öfkesiyle acımasızca yakılırdı. Bununla beraber ertesi sene köylüler yasayı kendi ellerine aldıkları için cezalandırıldılar...”
Carter’ın cadı kurgusunda dikkatimi çeken üçüncü detaysa, cadılıkla suçlanan kadının çırılçıplak soyulup vücudunda “alametler” aranması. Derideki leke, et beni, vücuttaki başka bir anormallik yeri geldiğinde bir suçlamaya dönüşebiliyordu. Bu tip inançların kökeni çok eskidir. Cadılık suçlamaları Hıristiyanlıktan çok önce vardı ve her zaman olumsuz bir nitelikte değildi. Antikçağda epilepsi hastalarında Tanrısal bir işaret görülüyordu. Kriz ânında içlerine bir tanrının girdiğine inanılıyordu. Şamanizm’de vücuttaki bir gariplik şaman olabilmek için iyi bir işaretti. Mihály Hoppál Avrasya’da Şamanlar kitabında bir Buryat şamanıyla yaptığı görüşmeyi anlatır: “Kendisinin şaman olduğunu kesin olarak nereden bildiğini sorduğumda bana sağ elinin iki tane olan başparmağını gösterdi. Yani şamanların fazla kemiklerinin bulunması onların şaman olduklarına dair bir işaretti. Bunun dışında, eski bir şaman ailesinden geliyordu, dolayısıyla kuşaktan kuşağa aktarılan şamanlık gücü (utha) onda da mevcuttu.” Kuşaktan kuşağa aktarılan şamanlık gücü cadı inançlarında da yaşamaya devam etti. Daha önce cadılık suçlamasıyla yakılan kadının ailesinden gelen bir kadın da kolaylıkla aynı suçlamaya maruz kalabiliyordu. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir lanet.
Kurtadam
Kurtadam çok eski bir inanç. Antik Yunan’da, Roma’da, Germenlerde de vardı. Romalılar ona “kürk değiştiren” diyordu. Germenlerin inancına göre, sihirli kemer takan kişi dokuz gün içinde kurda dönüşüyordu. Kanlı Oda’nın “Kurtlar Arasında” öyküsünde kadim inançların izlerine rastlıyoruz yine:
Derler ki Şeytan’ın verdiği bir merhem vardır, sürdüğünüz anda kurda dönüşürsünüz… ama insanken giydiği elbiseleri yakarsanız ömür boyu kurt kalmaya mahkûm edersiniz onu… Kurtadam, kurda dönüşmeden önce çırılçıplak soyunur. Çam ağaçları arasında anadan üryan bir adam çarparsa gözünüze, Şeytan görmüş gibi kaçmalısınız.
Cadılar gibi kurtadamlar da Ortaçağ folklorunun temel taşlarından biriydi. Cadılar uçabilmek için vücutlarına özel bir merhem sürermiş. İnanca göre bu merhemi öldürdükleri masum bebeklerden yaparlarmış. Bu büyülü merheme kurtadam inancında da rastlarız. Merhem sürüldükten sonra cadılar çeşitli hayvanlara dönüşürmüş, en çok da yırtıcı kurda. İnsanları ve hayvanları parçalarlarmış. Bazen de sevimli hayvanlara dönüşüp bebeklere yaklaşır ve onları öldürürlermiş. Cadı sözcüğü zamanla kadınla özdeşleşmiş olsa da, geçmişte erkekler de cadılıkla suçlanmıştı. Tarihçi Haydar Akın Ortaçağ Avrupası’nda Cadılar ve Cadı Avı kitabında 1589 yılındaki bir kurtadam davasından bahseder:
“Erptrahtlı (Köln) bir çiftçi olan Peter Stump, beline taktığı bir kemer sayesinde (beline taktığı bu kemer muhtemelen bir cadı veya büyücü tarafından hazırlanmıştır) kurtadama dönüşmekte, etrafına saldırarak insanları ve hayvanları parçalamaktadır. Kemeri belinden çıkardığında normal bir insan haline gelen Stump, yirmi beş yıl boyunca, aralarında kendi oğlunun da bulunduğu, altı-yedi yaşlarında on üç çocuğu parçalayarak beyinlerini yemiştir.”
Suçlu bulunan Stump ağır işkencelerle idam edilmiş. Çıplak halde bir tekere bağlanmış, vücudundan kızgın kerpetenlerle parçalar koparılmış, baltayla kolları ve bacakları doğranmış, en sonunda da kafası kesilerek öldürülmüş.
Orman
İngilizce temple (tapınak) sözcüğü Yunanca temenos’tan geliyor. “Ayrım, koparma” anlamında. Kutsal bir alanın ayrılmasıyla, örneğin ormanda ağaçların kesilmesiyle oluşturulan boş alan. Açılan bu alan kutsallığa ve tabuya işaret ediyor. Buraya girmeden önce birtakım ritüeller düzenlemek gerekiyor. Eskiden avcılar ve oduncular ormana saygıyla girermiş. Ağaç diplerine ormanın koruyucusu tanrı/ruh için hediye bırakırlarmış. Avcılar yüksek sesle konuşmaz, küfür etmezmiş. Ormanda bir hayvanı öldürmek, ağacı kesmek inanç gereği tehlikeli bir andı. Çünkü ormanın ilahi bir sahibi vardı. Köyün dışındaki bu yaban başka bir boyuta açılıyordu.
Kanlı Oda’da çoğu öyküde orman baskın ortam. Carter sizi masallardaki gibi ormanın içine çekiyor. Ama ormanın tekinsiz bir yer olduğunu hatırlatarak:
Kimselerin olmadığı ormanda daima tehlike içindesinizdir. Ulu çamların kapısından geçip de ormana adımınızı atarken, darmadağınık ağaç dalları dört bir yandan kuşatır sizi, adeta bitki örtüsü de orada yaşayan kurtlarla birlikte kumpas kurmuş, ihtiyatsız yolcuyu ağına düşürmeye çalışmaktadır, kötü ruhlu ağaçlar kurt dostları için olta atmış avlanıyordur adeta; korkuların en büyüğünü aklınızdan çıkarmadan ve sonsuz sayıda önlem alarak geçin ormanın kapısından, çünkü bir an yoldan çıkacak olursanız kurtlar sizi yer.
Yunan mitolojisinde Hermes yolcuların koruyucu tanrısıydı. Eskiden gezgin olmak tehlikeliydi. Folklorda orman tanrılarla, ruhlarla, periler ve diğer doğaüstü yaratıklarla doluydu. Tabiatın gücünden korkan atalarımız, Tanrısal güçler kazandırdıkları çeşitli doğa unsurları için ritüeller ve inançlar geliştirdi. İnsanlar kurt ve ayı gibi hayvanların da cirit attığı ormana girmek zorundaydı. Isınmak için odunu oradan aldılar. Mantar gibi yiyecekler, ilaç niyetine kullanılan bitkiler oradaydı. İhtiyaçlarını marketten karşılayan bizlerin anlayamayacağı bir dünya. Yabani ve ürkütücü orman aynı zamanda bir bereket kaynağıydı. Kaynakların tükeneceği endişesini ve kıtlık korkusunu hep enselerinde hissetmiş köylüler için orman bu nedenle karmaşık duygular uyandıran bir yerdi. Bilinçsiz avlanma orman ruhunu kızdırabilirdi. Ormandaki tüm hayvanlar orman ruhunun gözetimi altındaydı, insandan gelebilecek saygısızca bir davranışı hayvanlardan biri aracılığıyla cezalandırabilirdi. Antropolog Philippe Descola Amazon ormanındaki yerlileri araştırırken bu inancın bir örneğine şahit olmuştu. Yerli bir erkek geleneksel av aleti ok yerine modern tüfekle ava çıkmış, silahın gücü karşısında büyülenip rasgele ateş açmış ve ihtiyacından fazla hayvan öldürmüştü. Ertesi gün eşini zehirli bir yılan sokmuştu. Yerlilere göre bu kazanın nedeni belliydi: Beyaz adama ait tüfekle ölüm saçmasına ormanın efendisi kızmış ve cezasını vermişti.
Ormana girmek bir katedrale girmeye benziyor; katedralde çalan ilahiler, duvarlardaki resimler sizi başka bir ruh haline sokuyor. Orada şarap bile artık İsa’nın kanı oluyor. Orman da üstünüze kapanıyor. Psikolog Marie-Louise von Franz’a bakılırsa masallardaki “orman” motifi bilinçdışının bir sembolü. Ormanda dış dünyadan, uyaranlardan kopan kahraman, bilinçdışının arketiplerine geri dönüyor. Hermann Hesse ağaçlara biraz daha dikkatli bakınca grotesk yüzler görmeye başladığını söylüyordu. Carter da öykülerinde sıkça arka plana aldığı orman peyzajıyla bilinçdışımızdaki derin korkuyu yeniden yüzeye çıkarıyor. Paganizmin orman tanrıları zamanla perilere, cücelere, trollere dönüştü. Bugün bile bazı kırsal kesimlerde, iyileşemeyen hasta çocuk için söylenen “perilerin yuvasına basmış” sözünün dayandığı inanç yaşamaya devam ediyor.
Dolunay ve gotik karanlık
Carter “Kurt Alice” öyküsünde kurtlar arasında yetişen bir kızın hikâyesini anlatıyor. Sonraları insanlar tarafından evlatlık edinilmiş olsa da Alice “arada” bir form olarak kalmış. Ne tam insan ne de eskisi gibi kurt olabiliyor. Alice öykünün bir yerinde ilk kanamasını geçirirken karmaşık duygular yaşıyor ve günün birinde tepedeki ay ile biyoloji saati arasında bir paralellik olduğunu fark ediyor:
Ay gözden kaybolmuştu; ama sonra ufak ufak yine belirdi. Mutfağı yeniden tüm ışığıyla doldurduğunda Kurt Alice yine kanamasının başladığını gördü hayretle ve bu, ondaki belirli belirsiz zaman kavramını dönüşüme uğratan bir şaşmazlıkla böyle sürüp gitti. Bu kanamaları beklemeyi, bezlerini önceden hazır etmeyi ve sonrasında da kirli bezleri güzelce gömmeyi öğrendi. Ardışıklık beraberinde alışkanlığı getirip dayattı ve böylece Kurt Alice çevrimsellik ilkesini kusursuz biçimde kavradı.
Bu bana okuduğum paleoantropoloji kitaplarını hatırlattı. Gökyüzüne bakıp bir takvim fikrini ortaya çıkarmak, ayın döngüselliğini keşfetmek, kadının biyolojisi ile ay arasında bir bağlantı olduğuna uyanmak... Bunlar insan zihninin evrimi açısından çok önemli eşiklerdi. Kurt Alice’in yaşadığı şaşkınlığın yerini bir öğrenme sürecine bırakması beni tarihöncesine ışınladı.
Amerikalı arkeologlar Florida’da 10.000 yıl öncesine ait bir rengeyiği boynuzu parçası buldu. Boynuzun üzerinde yirmi dokuz tane çizgi var. Araştırmacılar bunun ay döngüsündeki günleri temsil ediyor olabileceği kanısında. Atalarımız büyük olasılıkla ayı takip etmeyi 10.000 yıldan çok daha önce öğrenmişlerdi. Onlar da Kurt Alice gibi aya bakıyorlardı. Belki o çizgileri dolunayı daha iyi takip edebilmek için atmışlardı. Parlak dolunay ışığı altında av hayvanlarını daha iyi görmek istiyorlardı. Romalı Tacitus Germenlerin zamanı geceye göre ölçtüğünü söylüyor. Ay bizim kadim zamanlardaki takvimimizdi. Kurt Alice de ay sayesinde kadınlık döngüsünü anladı. Yunanlar dolunay ışığı dağdaki ormanlara vurduğunda Artemis’in yeryüzünde ava çıktığına inanırlarmış. Ay ile kadın arasında tarihöncesinden beri mistik bir bağ var. Angela Carter’ın öykülerinde zaten kahramanların çoğu kadın. Dünyaya onların gözünden bakıyoruz. Kaslı Herakles’in canavarları patakladığı, kahraman şövalyelerin masum güzelleri kurtardığı hikâyelerdeki edilgen kadınlar yok.
Kanlı Oda karanlık bir kitap. Çoğu öyküde tepenizde dolunay ya da elinizde mum ışığıyla geziyorsunuz. Ormanda cadılarla, kurtadamlarla karşılaşıyorsunuz. Bir şatoda gotik atmosferi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Yanı başında köylülerin toprak sahipleri hakkında yaydığı korku salan söylentiler kulağınıza çalınıyor. Geçmişte soyluların baskısı altında ezilen köylüler efendileri için efsaneler uydurmuş, onları fantezi karakterlere benzetmişler. Carter’ın öykülerinde şato sahibi efendilerin canavarsı bir kimliği var. Geceleri vampirlere, kurtadamlara dönüşüyorlar.
Kitabı bu sebeple bir yerden sonra akşamları okumaya başladım. O gotik karanlığa daha yakın olmak istedim. Carter’ın mürekkebinden çıkan cin beni sarıp sarmaladı. Odamdaki ışık gözlerimden değilse bile ruhumdan, dışardan gelen araba sesleri de kulaklarımdan silindi. Artık ormandan yükselen kurt ulumalarını işitiyordum. Angela Carter tarihî gerçeklerden derip çattığı gemisini, kaynağını halk masallarından alan dip akıntılarla suları gitgide koyulaşan bir ırmakta yüzdürüyor. Kadim korkularımızı, fantezilerimizi, masalları, söylenceleri yeniden hatırlatıyor.
KAYNAKÇA
- Akın, Haydar, Ortaçağ Avrupası’nda Cadılar ve Cadı Avı, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2011.
- Carter, Angela, Kanlı Oda, çev. Özden Arıkan, Pınar Savaş, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2022.
- Descola, Philippe, Doğa ve Kültürün Ötesinde, çev. İsmail Yerguz, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013.
- Eliade, Mircea, Dinler Tarihine Giriş, çev. Lale Arslan, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2009.
- Everett, Caleb, Sayılar ve Türümüze Katkıları, çev. Can Evren Topaktaş, İstanbul: Kolektif Kitap, 2021.
- Ginzburg, Carlo, Sibirya’dan Balkanlara Şamanlar ve Cadılar, 2 cilt, ed. Ceren Sungur, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2022.
- Öksüz, Gamze, Rus Mitolojisi, İstanbul: Çeviribilim Yayınları, 2014.
Önceki Yazı
Julian Barnes:
“Yaratıcısını da şaşırtıp memnun edebilen güçlü bir illüzyon...”
“Sanatın tüm biçimlerinin temel işlevi bize bir yönüyle hakikati göstermektir; biçime özgü olarak bazen daha soyut, bazen daha yavan – ancak başka bir biçimde de ifade edilemez şekilde. İşte bu da neden iyi sanatın zamanı aşabildiğini, başka bir diyarda ve dilde, yüzyıllar önce gerçekleşmiş ve aslında hiç var olmamış birinin başına gelen şeylere duygulanabilmemizi sağladığını açıklar. Bu bence sihirdir, sihrin başarısıdır.”
Sonraki Yazı
Joseph Andras'ın ilk romanı: Yaralı Dostlarımıza
“Adaletin bir değeri kalmadığında
edebiyat tazminat talep eder.”
“Fernand Iveton, 1926’da Cezayir’de doğmuş Fransız komünist ve sömürgecilik karşıtı bir militan. Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında, bir sabotaj girişimi yüzünden, 11 Şubat 1957 tarihinde giyotinle idam edilen tek Avrupalı: Bütün hikâye bu kadardır, Joseph Andras da bütün olanı biteni bu keskinlik, bu gerçekçilikle anlatır.”