Amerikan maksimalizmi (I):
Infinite Jest – edebi katatoni
“Çağını temsil etmeyen, tüm temsiliyet rejimlerinin çöktüğü ve her şeyin eğlenmekle bağlı ve boğumlu hale geldiği bir çağda kaleme alınmış, buna karşın kapsayıcı, kuşatıcı, basitçe atmosferik olmayı kesmeyen bir makus roman...”

David Foster Wallace, ünlü diploma töreni konuşmasında: "This is Water" (21 Mayıs 2005, Kenyon College).
Kimi romanlar salt atmosferik olma niteliğini haiz. Bundan kasıt, romanın içerdiği eylemlerin ve olayların bir toplamından fazlası olup, ele gelmez, uçucu, neredeyse eterik denebilecek bir haleyle kaplı olması. Bu tabii ki “zamanın ruhu” ya da benzeri herhangi bir genel belirlenime indirgenebilecek, basitleştirilebilecek bir nitelik değil. Söz konusu olan salt bir “zamana aidiyet” değil yani. Daha ziyade, “romanın planı”ndan, neredeyse “romanesk tasarım” denebilecek bir koşuldan ileri geliyor. Böyle romanlarda çağın damgası yalnızca içerik düzeyinde değil, biçim düzeyinde, hatta söylem ya da ifade düzeyinde eşzamanlı olarak iş görüyor. Roman çağını yansıtmakla kalıyor, çağı oluyor diyelim. Böylelikle de tinselleşiyor bir bakıma. Kimi romanlar atmosferikse bundan dolayı öyle: Duyulan dünyayı, yaşanan zamanı yazıya geçirmek ve bunu da mümkün en soyut anlamda yapmak. Deneysel bir kronik.
H.P. Lovecraft’ın çoğu yazdığı şey aynı zamanda karanlık bir vakayinameye çalıyorduysa, bunun nedeni açıktı: İnsanlık tarihinin en kanlı dönemlerinden birine tanıklık etmiş, geleceğin mutlak bir belirsizlik arz ettiği, ölümün yaşama kıyasla başatlaştığı bir dünya, kuşkusuz ki korkunun nesnesini “bilinmez olan” haline getiren bir edebiyata ve tabii romancılığa mahal verecekti (Innsmouth’un Üzerindeki Gölge’de olduğu gibi). Benzer şekilde, Richard Wagner de romansı opera metinlerini Lovecraft’ın romanlarının biraz öncesindeki bir dönemde kaleme aldıysa, bu da anlaşılabilirdi: Nibelung Yüzüğü: Ren Altını gibi bir metin, tüm sanatları kapsayan bir sanat yapıtının uzantısı olarak kendini konumlayan bir metin ancak sanatın parçalar halinde (“güzel sanatlar”) limitlerine vardığı ve “yeniden bütünlenme”nin uktesiyle dolduğu bir anda yazılacaktı. Ve tabii son olarak, Lev Nikolayeviç Tolstoy’un abidevi romanlarını çarlık Rusyası’nda yazmış olması da makuldü: Onlarca sınıfın kendi içinde dahi bölündüğü, kocaman bir kıta sahanlığına sahip, imal edilen demiryolları vasıtasıyla birbirine bağlanan ve giderek şebekeleşen bir ülkenin çoksesliliği, olsa olsa Anna Karenina’yla (ve tabii Savaş ve Barış’la) yansıyacaktı. Tüm bu örneklerde protokol az biraz bellidir: Romanı basit bir temsil olmaktan çıkarıp zamanının bütünlüklü bir izi ya da damgası, bir tür zaman boyutu haline getirmek. Honoré de Balzac’ın muazzam roman dizisiyle (İnsanlık Komedyası) yaptığı şeyi bir eserde yapmaya meyletmek.

Infinite Jest
Little, Brown and Company
2006
1104 s.
David Foster Wallace’ın başyapıtı Infinite Jest işte tam da bu tip bir roman. Çağını temsil etmeyen, zira temsilin ancak bir tepki olarak, nafile yere ve bayağı bir şekilde var olduğu bir çağın içinde yazılmış olan, tüm temsiliyet rejimlerinin çöktüğü ve her şeyin “eğlenmek”le bağlı ve boğumlu hale geldiği bir çağda kaleme alınmış, ama buna karşın da kapsayıcı, kuşatıcı, basitçe atmosferik olmayı kesmeyen bir makus roman, hatta günlük. Bu nedenle ki, öne sürdüğü neredeyse tüm karakterler esasen bir tip, hatta daha çok bir tür figüran. Sanki bir başkası da onlarla aynı özelliklere sahip olabilir, aynı şeyi/şeyleri yapabilir gibi.
Bu açıdan kitap, edebi figür denen şeye nitelik kazandırmaktansa onu tüm nitelikten soyutlayarak iş görüyor ilkin. Ve bunun da iyi bir nedeni var: Dünya böyle. Dünya paketlenmiş, servis edilmiş, basmakalıp, standartlaştırılmış bireyliklerin dünyası; buna hâlâ bireylik denebilirse tabii. Wallace romanını boşu boşuna yuppimsi bir ortamda, şu cümleyle açmıyor: “Bir ofisteyim, etrafım kafalar ve bedenlerle kaplı.”
Tabii bu figüral düzey. Figürleri sarıp sarmalayan kuvvetlerle alakalı. Her ne kadar romanın karakterleri olsa da, (Hal Incandenza, Don Gately gibi) bu karakterler de bu kuvvetlerin tekeline girip çıkıyor roman boyu. Kimi zaman televizyonda duydukları bir habere göre fikir değiştirip, aynı fikrin zıddını öbür gün yine televizyonda gördüklerinde, durumu garipsemeksizin fikirlerini değiştirebiliyorlar ansızın. Bağımlılıktan da azade değiller hiç mi hiç: Her şeyden önce onlara haz veren şeye, mümkün mertebe stresten azade şekliyle bağlılar, yani açıkça bağımlılar. Aşk da bu bağımlılığın nesnesi olabiliyor, alkol de; tabii (Sicim Teorisi: Tenis Üzerine’de enikonu ele alınan) tenis de. Kesin olan ise şu: Eğlenme istenci. Wallace neredeyse tüm karakterlerini bu istencin türlü şiddet seviyesinin işareti olacak şekilde, bir tür dereceli ayrıma tabi tutuyor: Eğlenmek istemeyen yok, eğlence arayışı akut ya da ılımlı olan var ancak. Bu açıdan roman, “Haz seni garip yerlere çeker” şiarının bir tür çokmerkezli ifadesi gibi. Eğlenme istencinin karakterler aşırı bir sabit değer halini alışı belirliyor romanın akışını.
Buna mukabil, romanın merkezi sürekli kayık durumda, çok hatlı ve boyutlu bir anlatıya sahip. Çaprazlama geçişlerle örülü, bir bölümüyle bir diğeri arasındaki sürekliliğin ancak tematik düzeyde korunduğu, çeşitlemeci, asenkronik bir biçimi var. Bunun nedeni tabii ki karakterlerin itkiselliğinde aranmalı. Sonuç itibariyle belli, en azından net ve anlaşılır bir motivasyonu olan karakterleri yok Infinite Jest’in. O nedenle de anlatıyı “olay”lar üstünden geliştirmiyor kitap; en azından bir başka ve nitelikli, ayrıcalıklı olayın bir momenti ya da parçası olan şey olarak olay anlamında. Daha ziyade “durum”lardan oluşuyor kitap; mümkün en bayağı, bön, banal anlamda: zapping yapmaktan, bekleme salonunda” bulunmak”tan, fast food yemekten, boş boş dolaşmaktan, bitmek bilmez small talk’lardan, bayılana dek içmekten ve dahasından. Yani bir nevi “ölü zaman”larla bezeli Infinite Jest. Buna binaen de hep boşluklu, eliptik bir akışı var. Sanki karakterlerini tıpkı onların hayatı eğlenerek tükettiği gibi tüketiyor. Belki de bu nedenle bölümlerinin çoğunun başında ve başlığında bir sponsorun adı var. Eğlencenin bir “hayat akışı” tasarladığı bir çağın lensinden bakıldığında, bir romanın bölümünü daha iyi ne tanımlayabilir? Bu perspektiften romanın bölümleme stili, bir başka stilin imleci ya da belirteci ancak. Ticari, tecimsel bir stilin; life style denen şeyin. (Wallace’ın favori yazarının Don DeLillo olmasına şaşmamalı.)

Dolayısıyla bu kitap özelinde genel yorumları yok saymaktansa dikkate alıp derinleştirmeli: Evet, kitap eğlence, bağımlılık ve (özelinde Amerika, genelinde tüm dünyadaki) toplumsal çürüme ve çöküşle ilgili, ama aynı zamanda ilgili olduğu şey bunların arasındaki bağ ve tabii ki bu bağın bir tür serimi ya da bir işareti olarak ta kendisi. Bu açıdan kitap bariz bir semptom, ama basit bir tanesi de değil, zira sürecin içsel ve derin karmaşıklığından mülhem. Kitap kendince eğlenceli olmakla birlikte okuması hiç mi hiç eğlenceli değilse, bu da bir işaret halihazırda. Kimsenin ne yapacağını bilmediği, hiç kimsenin hiçbir şeye inanmayıp ancak bir sözde inanana inandığı, amaçsızlığı dahi amaç olmaktan çıkarmış bir periyot nasıl anlamlandırılır? Bu koca kitabın derdi biraz da bu, tamamen bu değilse. Bu nedenle kitap, tam da önüne koymuş olduğu görevden ötürü, “edebi sınır”ların ötesine geçip “kurgudışı”laşacağı alanlara giriş yapmak durumunda da kalıyor. Infinite Jest’in iskeletinde ya da ana gövdesindeki listeler, sırtındaki dipnotlar (388 adet), haberler, program ve tarihî belgelere sürekli referanslar, arka planda devamlı cızırdayan televizyon onu yalnızca çoksesli kılmakla kalmıyor, aynı zamanda basit bir kurgu olmaktan çıkarıyor. Rabarba ve kakafoninin, çağın tüm bayağılığı ve bönlüğünü taşıyıcısı olan metinlerin ve alt metinlerin bin küsur sayfa boyunca kusulması: Infinite Jest biraz da bu tip bir şey.
Ama tabii ifade düzeyinde de metin çok yönlüyse, bunun sebebi açık: Artık her durumun tek bir biçimde ifade edilebileceği bir dünyada yaşamıyoruz; öyleyse şimdiye miras kalmış, verili kılınmış tüm ifade biçimlerini işe koşmalı. Wallace’ın romanı, bilinç akışından Cormac McCarthy tarzı mat diyaloglara, oradan da elifi elifine ve essiz betimlemelere ve tabii paragraf içi ve arası flashback’lere dek muazzam sayıda ve çeşitlilikte edebi prosedürü devreye sokuyor, çünkü “konu”su bunu gerektiriyor: Postmodern yaşam. Yani (modern olanı ve kalanı “gelişim”in erek alınmasıyla var olan bir hal olarak görürsek) modern yaşamın tersinmesiyle var olan bir yaşam şekli; modern ötesi, tekrar ereksizliğe dönülmüş, ama yine de modernliğin tortusuyla kaplı; zira temel modern mit, egemen ve hür özne miti artakalmış, bir tür artık ya da tortu gibi yaşama sinmiş, fakat onu dünyaya bağlayacak her tür ilkeden de yoksunca. Aşırı dozda uyuşturucunun yarattığı etkiyi yansıtmanın bilinç akışından iyi bir yolu yoksa, benzer şekilde sıkıntıdan ölen birinin kazandığı aşırı nesnel bilinçliliği yansıtmanın da soluksuz bir betimlemeden iyi bir yolu yok. Biraz Virginia Woolf, biraz Gustave Flaubert, ama hâlâ Wallace.

Diğer taraftan, roman her ne kadar “yakın gelecek”te geçiyor izlenimi uyandırsa da, geçtiği zamanı da ele vermiyor ve bunu yapması da makul, çünkü esasen bir yok-yer ve yok-zamanda geçiyor roman. Kuşkusuz Kanada’dan bahsediyor, Amerika’dan bahsediyor, bunlar arasındaki ilişkiden söz ediyor, hatta bu sözü jeopolitik bir bağlamda konumluyor ve tabii, takriben ve tahminen 21. yüzyılda geçiyor (romanın kriptik takvim hesapları 2009 yılına işaret ediyor), ama yine de, ne olursa olsun, tıpkı içerdiği eylemleri öngörülemez ve mantıksız kıldığı gibi, zaman-mekânını da, kısacası deiksisi de belirsizleştiriyor, içinden çıkılmaz kılıyor. Kitap boyunca dilsel düzeyde birinci tekil şahıs bakış açısından üçüncü tekil şahısa ve benzeri farklı bakış açılarına geçiş de bunun bir körüğü; böylece kitap direkt ya da yapısal sözce düzleminde dahi tutarsız bir hal almış oluyor (DeLillo’nun Underworld’üyle paylaştığı niteliklerden biri bu). Yani genel söylemi de nesnesi kadar belirsiz. Ama bu anlamda, bir başka katta ve katmanda tutarlı da. Onu çevreleyen dünyanın tutarsızlığını ona olabildiğince tutarsız bir şekilde yansıtması, iade etmesi itibariyle. Öngörülemez, ivmeli, yoğun ve “çok çok” bir dünyanın model romanı diyelim. Bu perspektiften Infinite Jest’in kendi iç tutarlılığı mühim bir mesele değil, zira kendi dışıyla tutarlı o: Dışını içi, içini de dışı haline getiren, ama tam da bu süreçte her şeyin içini dışına çıkaran, kaotik bir roman. Bir kaos-roman.

Öyleyse şuna da şaşmayacağız: Bu romanın bir hikâyesi yok. Adı da çözülemez bir gizemden geliyor: Roman boyunca aranan, bir diğer adı da The Entertainment olan, Infinite Jest adlı bir film. Bu film öylesine eğlenceli ki, sözüm ona izleyene hayattaki haricî her şeyi koyverme gücünü sağlıyor ve onu bir tür katatoniye sokuyor. Fakat yine şaşılmayacağı gibi, bu film dahi romanın merkezinde değil. Adını adı haline getirdiği muhayyel ve müphem nesneyi bile anlatılar arasında bir diğerinin parçasına dönüştürmekten geri durmuyor roman. Dolayısıyla dedektifçilik oynamıyor, zira böylesi bir oyun oynayamayacak denli dikkati dağınık bir zihnin dışavurumunu ihtiva ediyor. Ama tabii bu bakımdan söz konusu film bir nesne olarak değil de, nesne olmaksızın değer buluyor kendine Infinite Jest’te: Manidar bir şekilde adı The Entertainment olan film, aranan ama erişilemeyen film, eğlencenin yalnızca bir limit olduğunu imliyor; aranan ama asla bulunmayan fakat aramaktan da geri durulmayan, bulamadıkça daha da çok aranan ve bulunduğu sanıldığı anda da kaybolan, dolayısıyla da tekrar aranmaya başlanan bir şey. Ad infinitum sefalet. Wallace’ın romanı da bu arayışın, onun içeriği, içerimleri ve karışıklıkların bir tür özdüşünümsel serencamı: Eğlenceyi düşüneyim derken eğlenceli olmayı kesinkes kesen, zor, çok zor, bir “okunması imkânsız roman” olmak.
Bütün bunları hesaba katınca, romanın zorluğu kendinde açıklamalı bir hal alıyor: İnsanların ne kendilerine ne de başkalarına olan bitenleri açıklayamadığı, açıklamaları aşan, ama açıklama içermediği için değil de açıklamalarla dolup taştığından, anlamla için için kaynağından açıklamadan azat bir dünyayı açıklamak zor. Bunun için, dünyanın formunu sese, söze vermek gerekiyor, eğer ki söz ve sesse kullanılan materyal. Bir zamanlar Jean Baudrillard’ın (özellikle de Kusursuz Cinayet ve İmkânsız Takas’ta) yaptığı gibi, Wallace da tutarsız, belirsiz ve biçimsiz bir dünyayı tutarsız, belirsiz ve biçimsiz bir şekilde düşünmeyi yeğliyor ve tam da bu, onun kitabıyla ilgili anlaşılması gereken ilk (ve belki de tek) şey. Bu roman dolaylıysa, bir tür dolaylama manzumesiyse, bunun nedeni ele aldığı hayatın, şahitlik yaptığı gerçekliğin ta kendisinin dolaylamaların bir toplamından ibaret olması ve bu toplama da “eğlence” denmesi; en azından yüzeyde. Bağımlılık ve çürüme ve çökme ise aynı sürecin tarafları yalnızca: Eğlence nesne, bağımlı özne ve çürüyen ve çöken bütün bir dünya. Eğlence bu sürecin genel adı. Bugünden bakıldığında da roman tam da bu nedenle manalı. Dopamin reseptörlerinin iş göremez hale geldiği, her şeyin sıkıcı olup kimsenin sıkılamadığı, en revaçta terimin brainrot olduğu bir gerçeklikte, roman yalnızca (okunabilecek takat aldıysa) okunası değil, aynı zamanda bir tür vahiy de; yarının artık olmayacağı bir yarının bugününü yansıttığından. Ve tabii bunu da insanı donduran, gark ettiren bir biçimde yaptığından. İçermiş olduğu tüm giriftlikle bir tür edebi katatoniye dönüştüğünden diyelim. Bu zemin üstünden ele alındığında, Wallace’ın “eğlenen insan”ı ile Fukuyamacı (Tarihin Sonu ve Son İnsan’da uzun uzadıya incelenen) “son insan” figürü pek benzer, zira ikisi de tarihin artık ancak “sıkıntıdan” başlayabilir olduğu, tıkanmış, “sonu görmüş” bir çağın insanıdır; yani tekinsiz bir şekilde bizim çağımızla eş bir çağın insanı. Yoksa Infinite Jest’i tıpkı William S. Burroughs’un İzcinin Gözden Geçirilmiş Elkitabı gibi bir “hayatta kalma kılavuzu” olarak mı okumalı?