Ágota Kristóf’un izinde (IV):
Gerçeğin peşinde Üçüncü Yalan
“Kristóf’tan söz ederken bir edebi zekâdan söz etmemek pek mümkün değil; çünkü açık ya da gizli, hissedilen ya da kanıtlanabilen bu kadar bağlantıyı kurabilmek ciddi bir yoğunlaşabilme yetisini gerektirir.”

Ágota Kristóf'un üçlemesinin son tiyatro uyarlamalarından birinin afişi (Vanemuine, Estonya, 2024)
Üçüncü Yalan, Üçleme’nin son kitabı. Kitabın adının öncelikle söylediği elbette ki anlatacaklarının yüzey anlamıyla “yalan” olduğunu belirtmek; fakat bu aynı zamanda ilk iki kitabın da yalan olduğunu ima etmek. Zaten kurgu olduğunu bildiğimiz bir eserin özellikle “yalan” olduğunu vurgulamak ise sanırım Kristóf’un yazma edimiyle ilişkili. Bu konuya aşağıda tekrar döneceğim.
Kısaca çıkan kısmın özeti ile başlarsak: Bir anne, II. Dünya Savaşı’nın son aylarında dokuz yaşlarındaki ikizleri “büyük şehir” Budapeşte’deki bombardımandan korumak için Avusturya sınırındaki “küçük şehir” Köszeg’e getirir ve anneannelerine bırakır. İkizler hayatta kalma savaşı verirlerken yaşadıklarını Büyük Defter’e kaydederler. Savaş biter, ikizlerden birisi sınırı geçer ve Batıya gider. Diğeriyse Doğuda kalır. İkinci kitapta Doğuda kalanın adının Lucas, gidenin adının ise Claus olduğunu öğreniriz. Ancak zamanla Lucas’ın Büyük Defter’de anlattıklarını ikiziyle değil tek başına yaşadığı, yani Lucas’ın bir travma sonucunda Claus adında bir eş benlik yarattığı ortaya çıkar. Bir süre sonra Lucas da şehri terk eder. Fakat yirmi yıl sonra şehre bir Batı ülkesinin pasaportunu taşıyan Claus adında biri gelerek Lucas’ın ikizi olduğunu iddia eder ve ortak hayatlarının Kanıt’ı olarak da Büyük Defter’i gösterir; ancak polis raporları defterlerin hepsinin son altı ay içinde yazılmış olduğunu söyler. Artık elimizdeki tek kanıt defterler değil, bir polis raporudur. Claus vizesi bittiği halde küçük şehirde kalmaya devam ettiği için tutuklanır ve Üçüncü Yalan başlar.

Büyük Defter
Kanıt
Üçüncü Yalan
çev. Ayşe İnce Kurşunlu
YKY
Mayıs 2010
13. baskı, Mayıs 2024
376 s.
Üçüncü kitap temel olarak geri kendi içinde farklı zaman düzlemlerinde ilerleyen iki bölümden oluşur ve anlatıcılar yaşadıklarını birinci tekil şahıs olarak hikâye ederler. İlk anlatıcı şehre dönen ve vizesi bittiği halde kaçak olarak küçük şehirde kalmaya devam eden Claus’tur.
Claus bir hücrede tek başınadır ama istediği zaman avluya çıkabilmekte, komiserle satranç oynamaktadır. Tek ziyaretçisi ise her gün bir çorbayla gelip konuşurlarken örgü ören kitabevi sahibi Bayan B.’dir. Daha ilk satırlarda Claus’un beş yaşındayken yürümeyi yeniden öğrendiğini ve hâlâ belli belirsiz aksadığını öğreniriz. Bayan B. ile ilk diyalogları ise iki ipucu verir. Birinci ipucu ikisi arasında geçen ve Michael (uyumayan ve saat soran adam) ile ona bir oda veren ev sahibi kadın arasındaki kira konusunu hatırlatan konuşmadır. Claus iki aylık kira borcundan söz edince Bayan B. bunu önemsemez ve zaten önceden ödediği kiranın yüksek olduğunu söyler. Bu, Claus’un Michael’ın hikâyesindeki ev sahibini kendi ev sahibinden esinlenerek yazdığını, dolayısıyla defterlerin tümünün son altı ayda yazıldığını söyleyen resmî raporun doğruluğunu gösterir, ancak konuşma şimdiki zamanda geçtiği için hâlâ defterin içinde hareket ettiğimize dair bir şüphe de yaratır. İkinci ipucu ise daha kesin bir nitelik taşır. Claus defterlere gerçek mi yoksa hayalî şeyler mi yazdığını soran Bayan B.’ye aslında gerçek hikâyeler yazmak istediğini ama buna cesareti olmadığını, gerçekliğin katlanılmaz derecede acı verdiğini anlatır. Bu tavır Ágota Kristóf’un üçüncü kitaba neden “Üçüncü Yalan” adını verdiğini anlattığı tavrıyla kesin bir şekilde örtüşür. Yazmak onun için acı veren bir süreçtir ve sonunda “yalanlar” anlatmaya başlar.
Claus ile Bayan B. arasında geçen bu kilit diyalog “Bir kitap ne kadar hüzünlü olursa olsun bir hayat kadar hüzünlü olamaz” ifadesiyle sona yaklaşır.
Claus’a yazması için defter ve kalemi Bayan B. getirir, günde iki paket sigara ve bir şişe şarap ise hapishane masraflarına eklenir. Claus artık günlerini komiserle satranç, gardiyanla kâğıt oynayarak ve örgüsünü alıp onu her gün ziyarete gelen Bayan B. ile sohbet ederek geçirir. Yine düzenli bir hayat kurmuştur. Bayan B.’nin örgü örmesi elbette Yasemine’i akla getirir. Bayan B.’ye dair bu ayrıntı, Yasemine’in öyküsündeki bir ayrıntı olarak Claus’un defterlerine yansımış ya da yansımaktadır.
Claus’un satranç oynadığı komiser karakterinde ise Büyük Defter’in rahibinin varlığı hissedilir. Bu eşleştirmenin nedeni sadece hem komiserin hem de rahibin satranç arkadaşı olmaları değil, aralarında yaşanan bir konuşmadır: Komiser Claus’un “Evli misiniz?” sorusuna, şaşırarak “Evli mi? Ben mi?” diye cevap verir. Claus bu soruyu sanki evlenmeme yeminine tabi Katolik bir rahibe sormuştur.
İlk iki kitapta yer alan karakterlerle üçüncü kitap arasındaki bu paralellikler, eşleşmeler okurun gözünden kaçmayacak kadar belirgindir ve yazılmış bütün defterlerin Claus tarafından yazıldığını göstermeye yöneliktir.
Claus hastadır, yaşadığı yabancı ülkede kalp yetmezliği teşhisi konmuştur, o da verilen ilaçları almış ama içki ve sigarayı bırakmamış, hatta doktorun hastaneye gitmesi gerektiğine ilişkin tavsiyesine kulak asmamıştır. Hastane fikri Claus’u dört yaşına döndürür. Dört yaşındadır, savaş henüz başlamıştır, sonradan koma halinde getirildiğini öğreneceği bir hastanede yatmaktadır ve yürüyemez. Ama bir yılın sonunda ilerleme kaydedecek ve bir rehabilitasyon merkezine gönderilecektir. Bu merkezde düzensiz de olsa okula gider, okuma yazmayı öğrenir, sınıfın en başarılı öğrencisidir. Saçları sonbaharda parka dökülen kestanelerin renginde olan öğretmenine düşkündür. Annesine, babasına, kardeşine ve öğretmenine göndermediği mektuplar yazar. Anne-babası olan çocukları kıskanır ve bu nedenle onları ruhsal olarak hırpalamaya çalışır, hatta işkence eder. Aynı işkenceden ana-babalar da payını alır, onlara ziyarete geldikleri çocuklarının öldüklerini söyler. Öğretmeni dışında onun bu hırçınlığından kurtulan, hatta Claus’tan sevgi ve şefkat gören bir kişi daha vardır. Bu yerinden hiç kıpırdayamayan, küçük, sarışın, felçli bir çocuktur. Claus bir gün geceleri öğretmeniyle uyumak istediğini söyler. Öğretmen bunu başta tatlılıkla reddetse de bir akşam onu yanında yatırır ve Claus ona sarılarak bütün geceyi uyanık geçirir.
Savaş ilerlemiş, rehabilitasyon merkezinin yakınlarına bombalar düşmeye başlamıştır. Bir gece bir çocuk bir şiir okurken merkeze de bir bomba düşer. Öğretmen Claus’un üstüne kapanır ve onu korur. Ancak kendisi kurtulamaz. O gün Claus sağ kalanlar arasında bir kişiyi daha arayıp bulamayacaktır: Küçük, felçli çocuğu. Birkaç gün sonra Claus anne babası, adı ve adresi konusunda sorguya çekilir; ancak o bu sorulara cevap vermediği için sağır ve dilsiz sanılır ve geçmeden de bir rahibe tarafından trenle küçük bir şehre götürülerek yaşlı bir kadına emanet edilir. Claus emanet edildiği bu kadına “anneanne”, o ise Claus’a “itoğlu it” diyecektir. Böylece Büyük Defter’in de ilk sayfasına dönmüş oluruz.
Yukarıdaki özetten de kolaylıkla anlaşılacağı gibi, felçli oğlan çocuğu Lucas’ın evlat edindiği oğlu Mathias, öğretmen ise Clara’nın ana esin kaynakları gibidir. Ama elimizdeki metin bu çıkarımı az sonra bir yandan biçimsel olarak reddederken bir yandan da bu ihtimali güçlendirecektir; yani Kristóf kedinin fareyle oynadığı gibi okurla oynamaya devam eder. Ancak her şeye rağmen hikâye resmî rapordan sonra girdiği reel zeminde ilerlemeye devam eder görünür. En önemlisi ise, daha ne kadar direnmek istersek isteyelim, Büyük Defter’in kahramanının o cehennemden tek başına geçtiğini kabul etmek zorunda olduğumuzu artık kabul ederiz.
Hikâyede zaman düzlemi tekrar değişir ve Claus’un otuz beş yıl kadar önce sınırı geçerek gittiği yabancı ülkeden çocukluğunun küçük şehrine doğru yola çıktığı güne döneriz. Elli yaşlarında, hüzünlü, hatta biraz kırık dökük bir Claus vardır şimdi karşımızda. Anlattıklarından az çok sanat ve edebiyatla iç içe bir hayat yaşadığını çıkarır, geçmişte birçok sevgilisi olduğunu öğreniriz. Karşımıza bir parti sekreteri, bir kitapçı olarak çıkan Peter, Claus’un o ülkedeki arkadaşı, Clara ise onun karısıdır.
Yazar doğrudan şehir isimlerini ve tarihleri vermese de, bu yolculuğun seksenli yıllarda İsviçre’nin küçük bir kentinden, Macaristan’ın Köszeg şehrine doğru olduğunu tahmin edebiliriz. Zaten Claus’un yoldaki gözlemleri, dikkatini çeken noktalar ve Doğu Bloku ile Batı ülkeleri arasındaki vize prosedürü de bu tahmini olası kılar.
Claus uzun süren bir yolculuktan ve birkaç aktarmadan sonra ülkesine varır, trenden iner, bir otele gider. Yalnız burası henüz “küçük şehir” değil, ondan önce beş yıl kaldığı rehabilitasyon merkezinin bulunduğu şehirdir. Claus şehirde kestane ağaçlarına bakar ve çocukken hep çıkıp oturduğu ceviz ağacının yakında öleceğini düşünür. Claus her gün gara giderek, küçük şehre giden trene bakıp otele geri döner ve otelin balkonundan görünen küçük şehirdeki dağa bakar. Sanki gitme zamanının gelmesini bekler gibidir. Bir öğleden sonra ağrıları başlayınca bir taksiyle gara gider ve küçük şehre giden trene biner. Gözlerini kapatır, acıları azalır ve kırk yıl önce, bir rahibeyle yaptığı yolculuğu hatırlar. Bombalanan trenden herkes inmiş ama o yerinde oturmuştur.

Küçük şehirde trenden indiğinde, istasyonun önünde durup yol boyu dizilen kestane ağaçlarına bakar. Günlerden 22 Nisan’dır. Her şey hem değişmiş hem de hiç değişmemiş gibidir; şehrin meydanına doğru yürür, kitapçının tam karşısında yeni yapılmış bir otelde bir oda tutar. Anneannenin sınıra yakın evinde otururken nasıl da altında kitapçının yer aldığı mavi evde oturmaya özendiğini hatırlar ve tekrar kırk yıl öncesine, o günlere döner.
Anneanne ona yiyecek ve yatacak yer vermiştir ama bunun için akşam kadar çalışmak zorundadır. Ayakkabı, diş macunu, sabun ve defter kalem gibi ihtiyaçları için ise yine kendisi para kazanmak zorundadır. Akşamları meyhanelerde armonika çalar, tuttuğu balıkları ve ormandan topladığı kestaneleri satar ve defterine “ilk yalanları” yazmaya başlar.
Claus’un inip bir süre vakit geçirdiği şehir büyük ihtimalle Ágota’nın 14 yaşında yatılı okula gönderildiği Szombathely (S.) şehridir. Bugün oradan Köszeg’e gitmek istesek yolculuk yaklaşık yirmi üç dakika sürer. İki şehir arasında bölgesel trenlerin çalıştığı düşünülürse, bu sürenin seksenli yıllarda da aşağı yukarı aynı olduğu varsayılabilir. Claus’un neden her gün gara gidip trene baktığı halde küçük şehre gidişini ertelediği, bu kısa mesafeyi gitmeyi neden bir türlü göze alamadığı ve sonunda ağrıları başlayınca ani bir kararla gara gidip trene binmesi hakkında çeşitli yorumlar geliştirilebilir. İlki Claus’un kırk yıl önce bombardıman altında yaptığı yolculuğu ve küçük şehre varışını tekrar yaşayacağını düşünmesi ve bundan çekinmesidir. Gerçekten de çocukluğumuzun geçtiği ve uzun süre gitmediğimiz bir şehre, bir semte, bir sokağa girdiğimizde, dışsal gerçekliği bir an kavrayamayıp, küçük, küçücük bir an da olsa o hep içimizde varlığını sürdüren yere vardığımızı düşünür ve bir an bocalarız. Claus bütün çocukluk travmalarıyla birlikte geldiği o şehre yine aynı şekilde trenle gitmekten, ilk defayı tekrar yaşamaktan korkmuş olabilir. Ya da yıllarca beklediği o an öncesinde yaşadığı o sevinçli bekleyişi uzatıp onun tadını çıkarmış olabilir. Ağrıları başlayınca aniden gara gidip yola çıkması ise kuşkusuz ölüm korkusu, bir daha küçük şehri görememe korkusudur.
Bu bölümde ilk kez Clara ve Peter gerçek kişiler olarak karşımıza çıkar ve rehabilitasyon merkezindeki öğretmenin, Lucas’ın hikâyesindeki Clara figürünün kaynağı olduğu öngörüsü de bu noktada erozyona uğrar. Ama öte yandan Claus’un yaşça büyük olan Clara’ya bağlanışında belki de bu öğretmenle yaşadığı sevgi ve şefkat ilişkisinin payı da vardır. Her koşulda Claus/Lucas’ın Clara ile aşk ilişkisi aynı kalıbı izler.
On beş yaşındaki Claus anneannenin evinde oturmaya devam etmekte, sade bir hayat sürmektedir. Ancak çok geçmeden yetkililer Claus’a evin hazineye devredileceğini bildirirler. Claus da yatılı bir okula gönderilecektir. Ancak Claus gönderileceği yerin çocukluğunda yaşadığı hastane/merkez benzeri bir yer olmasından korkar ve her gün gara gidip büyük şehire ya da başka şehirlere giden trenlere bakmaya başlar. Sınırı geçmek isteyen adam da karşısına orada çıkar, adamı evine götürür, onu misafir eder, sınırı geçmesine yardım edebileceğini söyler ve sorularına cevap verir. Bu cevaplardan birisi de Claus anne ve babasına ne olduğunu, ölüp ölmediklerini bilmediğidir. Böylece o gecenin sabahında “Büyük Defter’in” sonundaki sahne tekrarlanır: Claus adamın mayınla parçalanan gövdesine basarak sınırı geçer. Artık Claus’un Lucas olduğu aşikârdır. Ancak biz okur olarak yine de buna direnebiliriz. Çünkü ayrılan ikizlerin ayrı ayrı sürdürdükleri birer hayatlarının olması ve bir gün karşılaşabilecekleri arzusu gerçeğin önünde durur. Belki de bu yüzden Kristóf ilerleyen sayfalarda bunu açık seçik yazmayı tercih edecektir.
Claus geldiği küçük şehirde otelde kalır, sokaklarda dolaşır, meyhanelerde içer; kimse onu hatırlamamaktadır. Oteldeki ilk sabahında kat görevlisi olarak çalışan, siyah uzun saçlı kadın yatağa uzanıp ona dudaklarını uzatır, Claus onu reddeder ama ona bir miktar para verir. Bu gardan valizini taşıyan çocuğun annesidir ve Kanıt’taki Yasemine’in karşılığı gibidir.
Claus bir süre otelde kalır ve bir gece bir rüya görür. Dere kenarında kardeşi oturmaktadır. Birlikte yeşil panjurlu evlerine giderler, kardeşinin iki çocuğu vardır ama karısı yoktur. Kardeşi Claus’a anne babalarının evde olduğunu, odalarında uyuduklarını ve onlarla tanışması gerektiğini söyler, Claus istemez, kardeşi ısrar eder:
“… Ben onları her gün görüyorum. Sen de bir kez olsun, en azından bir kez onları görmelisin.”
Claus kardeşinin başına vurarak onu öldürür. Dışarı çıkar, sokakta bir banka oturur, yaşlı bir adam kendisinden sigara ister, Claus’a “onu öldürüp öldürmediğini” sorar. Claus’un “evet” demesi ve artık hiçbir şeyin yerli yerinde olmayacağını söylemesi üzerine kardeşinin “artık her an her yerde” onun yanında olacağını söyler. Claus’un rüyasındaki bu figür, karısı suikasta giden Michael’dan özellikler taşır.

1947’de Attila Kristóf, Kőszeg'deki sınıfıyla birlikte (ilk sıranın en sağındaki çocuk).
Claus’un küçük şehirde yazarak, içerek ve sokaklarda dolaşarak geçen hayatı bir akşam, doğum gününü kutladığı 30 Ekim akşamı, bir adamla çıkan kavga sonucu polisin gelmesi, Claus’un vizesinin bittiğinin anlaşılması ve tutuklanmasıyla sonuçlanır. Komiser ona daha fazla kardeşinden söz ederse onu deli sanacaklarını söyler. Claus’un komiserin de mi böyle düşündüğünü sorması üzerine komiser, “Hayır, yalnızca gerçek ile edebiyatı birbirine karıştırdığınızı düşünüyorum. Kendi edebiyatınızı” diye cevap verir.
30 Ekim Ágota Kristóf’un öylesine seçtiği bir tarih değildir, kendi doğum günü de 30 Ekim’dir.
Ve artık hatırladıklarıyla öğreniriz ki, sınırı geçen ikiz Lucas’tır, o sadece adını da Claus olarak değiştirmiştir – bundan sonra C. Lucas olarak anılacak.
Anlatı bundan sonra hızla ilerler. C. Lucas elçilik tarafından büyük şehre götürülür ve elçilikte bir odaya yerleştirilir. C. Lucas’ın ağrıları yine şiddetlenmiştir, hastaneye kaldırılır. Oradaki doktor kalbinin sapasağlam olduğunu ağrılarının kaynağının depresyon olduğunu söyler ve sakinleştirici verir. C. Lucas kalp ilaçlarını bırakır, sakinleştirici almaya başlar. Elçilik bu arada C. Lucas’ın kardeşinin adresini bulmuştur. Kardeşinin adı Klaus’tur ve Klaus Lucas adı altında şiirler yazan ünlü bir yazardır. C. Lucas verilen adrese elçilik görevlisiyle gider, çocukluğunun yeşil panjurlu evinin her köşesini, bahçesini, ceviz ağacını tek tek hatırlar, orası gerçekten de onun evidir ama kapıyı çalmaya cesaret edemez. Otele döndüğünde bir rüya görür, çocukluğunun evine dönmüş ve anne- babası onu tanımamış ve eve almamıştır. Kardeşi ise dört yaşındadır ve odada uyumaktadır. Rüya C. Lucas’ın bugünkü haliyle mi, yoksa çocuk olarak mı oraya gittiğini ifade etmese de, bir zaman kayması olduğunu düşünürüz. Zira Lucas’ın rüyasında kar yağmaktadır, rüyadan uyanan C. Lucas açık camdan odaya kar yağdığını görür. Bu sahne aynı zamanda rüya ve gerçekliğin iç içeliğinin de işaretidir. Nihayetinde tutuklandığında komiser de ona “Gerçek ile edebiyatı karıştırdığınızı düşünüyorum” demiştir.
C. Lucas’ın yıllarca kalp yetmezliği teşhisiyle ilaç almasının bir hata olduğunun, aslında ağrılara depresyonun yol açtığının ilk kez kendi ülkesinde teşhis edilmesi de manidardır. Kristóf belki de böylesi bir teşhisin ancak kendi dilinde mümkün olabileceğini vurgulamak istemiştir.
Kristóf bu bölümde “sosyalist” blokun çöküşü esnası ve hemen sonrasındaki zaman diliminden insan manzaraları da verir. Bu önce reddedip sonra Batı parasını görünce yardım eden taksi şoförü, otelde para karşılığı seks sunmak isteyen temizlikçi gibi olumsuz, ama aynı zamanda olumlu, hiçbir karşılık almadan C. Lucas’a yardım eden insanlardan oluşan geniş bir karakter paletidir. O günlerde Macaristan’a yolculuk ermiş birisi olarak bu manzaranın ülke insanlarına dair benim de deneyimlerimi tam olarak yansıttığını belirteyim.
Üçüncü Yalan - 2. Bölüm
Bu bölümde “ben” anlatıcı artık Klaus T.’dir. Annesiyle birlikte büyük şehirde yaşamaktadır. Onun da evdeki sobaları ne zaman ve nasıl yaktığından başlayıp her gün aynı saatte yenen akşam yemeği sonrasında polisiye film izlemesine kadar uzanan ve ince ince düşünüp anlattığı sarsılmaz bir günlük rutini vardır. İşte bu düzenin ortasında bir akşam Lucas telefon eder, ona kardeşi olduğunu ve görüşmek istediğini söyler. Bunun üzerine Klaus telefonda kardeşinin öldüğünü söyler, ancak C. Lucas’ın ısrarı üzerine ertesi akşam kendisini ziyaret etmesine razı olur.
Klaus annesine titizlikle bakmakta, onun her şeyiyle ilgilenmekte ama yine de onun takdirini kazanamamaktadır, çünkü anne hâlâ Lucas’ı beklemektedir. Klaus, Lucas geleceği akşam annesinin erkenden yatması için evdeki bütün saatleri önce ileri alır, ona bir uyku hapı verir ve anne yatınca saatleri tekrar geri alır. Sanki ikizlerin şeytani zekâsı yıllar sonra yine karşımıza çıkmıştır. Ve elbette Klaus gelecek olanın kardeşi Lucas olduğunu bilir, üstelik aslında yıllardır onun bir gün çıkıp geleceğinden emindir, ancak onun bu kadar geç, elli yıl sonra gelip sorular sorarak düzenlerini bozmasını, hayatlarını allak bullak etmesini istemez. Sigara ve içkiye en az Lucas kadar düşkün olan Klaus’un akşamları yazmak için çabaladığı halde neden yazamadığını aktardığı şu cümle ise bölümün anahtar cümlelerinden biridir: “… hayatımızı, hepimizin hayatını mahveden o ‘şeyi’ düşündükçe ağlamaktan başka bir şey gelmiyor elimden.”
Lucas tam zamanında gelir, oturup içki içerek konuşurlar. Fakat Klaus her şeyi inkâr eder. Annesi ve kardeşi bombardımanda ölmüştür, babası savaştan dönmemiştir. Klaus kendi hayatı hakkında da yalanlar söyler. Lucas pasaportunu gösterir, sınırı geçerken her zamanki gibi kardeşi Claus’u düşündüğü için adını değiştirdiğini söyler. Üstelik kardeşi de aynı şeyi yapıp Klaus Lucas olarak şiirler yazmamış mıdır? Ancak Lucas’ın gösterdiği bu kanıtlar Klaus’u yumuşatmaz, “Gördüğünüz gibi iki ayrı kader söz konusu” diyerek hiçbir şeyi kabul etmez. C. Lucas son çare olarak ona aksamasına yol açan kurşun yarasının nedenini sorduğunda ise Klaus bunun nedenini bilemeyeceğini söyler. C. Lucas ona defterlerini bırakır, –o da bir yazardır– “elveda” der ve evden çıkar. Bundan sonra Klaus ikiziyle ortak çocukluk yıllarına döner:
Klaus tarafından anlatılan bu bölümün ilk satırları Üçleme’nin geçmiş zaman kipinde yazılmış tek bölümüdür. Bu yolla Kristóf o âna kadar adeta içine çekildiğimiz ve ayaklarımızı yere basmadan ilerlemeye çalıştığımız labirentte nihayet demir atmamız gereken yeri gösterir. Ancak Klaus sadece “şey” olarak adlandırabildiği aile trajedisini anlatmaya başladığı an tekrar şimdiki zaman kipine ve aynı zamanda Büyük Defter’in de öncesine dönecektir.
O “şey” başlarına gelmeden önce Budapeşte’de yaşayan aile, içinde babanın daktilo, annenin ise dikiş makinesinin sesinin duyulduğu, verandada yabani bir asmanın camlara dokunduğu bir evde yaşayan dört kişilik mutlu bir ailedir. Fakat savaşın sonlarına doğru babanın silah altına alındığını söylediği ve kemerinde bir tabanca ile geldiği o akşam her “şey” değişir. Baba başka bir kadına âşık olmuştur, üstelik o kadından bir de çocuğu olacaktır. Baba aynı akşam evi terk edeceğini ve diğer kadınla birlikte yaşayacağını söyler. Bunun üzerine anne tabancayı alır ve babayı vurur; ancak o esnada seken bir kurşun Lucas’ı da yaralar. Klaus gözlerini hastanede açtığında kendisi dışında bütün ailenin “uyuduğunu” öğrenir. Bu uykudan baba hiç uyanamayacak, Lucas tedavi için bir merkeze gönderilecek ve anne akıl hastanesine yatırılacaktır.
Ágota Kristóf’un ailenin dağıldığı o gece yaşananları Klaus yoluyla adlandırmayı reddetmesi, yani sadece “şey” diye adlandırması sanırım yazarın derin iç görüsünü ve deneyimini yansıtır. Gerçekten de insanlar başlarına gelen bir felaketi yıllar geçse de kendi kendilerine sözcüklere dökemeyebilirler. O yaşanan “şeye”, “felaket”, “trajedi”, “dram” gibi adlar dışarıdan verilen adlardır, çünkü o “şeyi” doğrudan yaşayan kişi, olan biteni içinde sözcüklere dökemeden, sadece derin bir boşluk ve daha önce hiç tanımadığı bir sessizlik olarak taşır. Bu sessizlik dilin ifade edebileceği bir “şey” değildir.
Artık ne annesi ne de babası başında olan Klaus’u bir kadın gelip hastaneden alır ve kendi evine götürür, bu kadının adı Antonia’dır, hamiledir ve babalarının uğruna ailesini terk etmek istediği kadındır. Klaus’a bir kardeşinin olacağını söyler. İlk zamanlar Klaus onun zaten bir Lucas adında bir kardeşi olduğunu söyleyerek doğacak bebeğe ilgi göstermese de, bir süre sonra Antonia’nın karnından Lucas’ın çıkacağına inanmaya başlar, ancak Sarah adının verileceği bir kız kardeşi olur.
Klaus’un da günlük rutini belirgindir: Erkenden süt ve ekmek almaya gitmek, evde işlere yardımcı olmak ve kız kardeşini dışarı çıkarıp gezdirmek. Her şey böylece sürüp giderken Klaus artık sekiz yaşına gelmiştir. Savaşın şehre ulaştığı günlerde Sarah ile gezerlerken eski evlerine geldiklerini fark eder, bahçelerinden ceviz toplar ve eve getirir. Antonia’nın ısrarlı soruları üzerine eski evlerine gittiğini itiraf eder. Bu konuşma Antonia’nın Klaus’a babasının öldüğünü, annesinin bir akıl hastanesinde, kardeşinin ise bir rehabilitasyon merkezinde olduğunu anlatmasıyla devam eder ve Klaus’un onu bütün bu olanlardan sorumlu tutmasıyla biter.
Ertesi gün Klaus kardeşi Lucas’ın yanına gitmek için Antonia’nın bıraktığı alışveriş parasını alarak kaçar, gara gider. Ancak Antonia ve Sarah’nın aç kalacaklarını düşünerek tekrar eve döner. İkisi bütün gece ağlayarak onu beklemişlerdir. Antonia, Klaus’u kardeşine ve annesine götürmeye söz verir ve sözüne sadık kalarak Klaus’u akıl hastanesine götürür. Anne kilo almış ve saçları beyazlaşmıştır. Klaus’u görür görmez ona Lucas’ı sorar, onun gelmediğini öğrenince de Klaus’un yüzüne bir daha bakmaz.

1945'te bombalanarak yıkıntıya çevrilen Budapeşte.
Savaş büyük şehre ulaşmış ve yiyecek sıkıntısı artmıştır. Bombardıman yüzünden zamanlarını komşularla birlikte mahzende geçirmeye başlarlar, ancak bir süre sonra komşular kaybolur ve Antonia onların sürgüne gönderildiğini söyler. Şehirde okullar kapanır. Antonia işsizdir. Bir sabah Antonia bavulları hazırlayıp çocuklarla birlikte yola çıkar. Önce Lucas’ı almak için S. şehrine gelip bir otele yerleşirler. Antonia merkezin adresini bulur, ancak merkezin üç hafta önce bombalandığını öğrenirler. Lucas’ın adı ölenler arasında yoktur ama Lucas da orada değildir. Tekrar bir trene binip küçük şehre, Antonia’nın anne ve babasının yanına giderler. Antonia’nın babası Protestan bir rahiptir ve Klaus’a satranç oynamayı öğretir.
Klaus ve Sarah birbirlerine çok düşkündürler, geceleri birlikte uyurlar. Klaus büyüyünce onunla evleneceklerini söylediğinde herkes ona bunun mümkün olmadığını anlatmaya çalışır.
K. şehrinde de bombalama başlayıp da kimse evden dışarı çıkamaz hale gelince, Sarah ve Klaus arasındaki bağ da farklı bir nitelik kazanır. Klaus evde geçirilen o günlerde kardeşi Sarah’ya okuma yazmayı ve matematik işlemlerini öğretir. Ayrıca evde çok kitap vardır, vakitlerini kitaplarla geçirirler. Klaus akşamları penceresinden şehrin meydanını seyrederken, gözleri kimi zaman armonika çalan, aksayarak yürüyen küçük bir çocuğa takılır. Rahip, Klaus’a bu çocuğun anneannesiyle oturan, Tanrı’nın himayesinde olan bir çocuk olduğunu söyler.
Sarah ve Klaus savaş sonrası Antonia ile başkentteki yeni evlerine giderler. Antonia artık bir parti yöneticisiyle beraberdir. Klaus ise annesinin tekrar eve döndüğünü fark eder ve sık sık oraya giderek pencereden annesini seyreder. Sarah onun eski evlerine gittiğinden şüphelenir, ayrılacaklarını anlar. İkisi birbirlerine sarılıp kenetlenirler, onları gören Antonia ikisini ayırır. Klaus’un pantolonundaki ıslaklık onu korkutmuştur. Sarah araya girip “altına yaptığını” söyler, ancak bu olay Klaus’un evi terk edip annesine gitmesiyle sonuçlanır. Bu Antonia’nın ifadesiyle imkânsız bir aşktır.
Klaus annesiyle yaşar, yıllarca bir matbaada çalışır ve kendi kendine şiirler yazar. Matbaadaki işini sever, çünkü “makinelerin sesi yazmasına yardımcı” olur. Bir sabah karşısına Sarah çıkar, onu görmeye gelmiştir. Sarah, Klaus’u hiç unutmadığını söyler, Klaus da onu unutmamıştır ama artık görüşmelerinin bir anlamı da yoktur. Sarah gider. Eve gittiğinde ise Sarah’ın onun adresini anneden aldığını öğrenir ama anneye göre Sarah tam Lucas’a göre bir kızdır. Klaus yatağına gider ve yıllardır yaptığı gibi Lucas’la konuşmaya koyulur. Lucas’a öldüyse çok şanslı olduğunu, parsayı onun topladığını, hayatın kendisi için bir anlamsızlık, acı ve aldanma olduğunu söyler. Klaus kırk beş yaşına geldiğinde binlerce sayfayı bulan şiirleri tesadüfen basılacak ve o Klaus Lucas adıyla ünlü bir şair olacaktır.
Lucas’ın ölüm haberi geldiğinde Klaus onun yarım kalmış defterini tamamlamaktadır. Lucas kendini bir trenin altına atmıştır ve vasiyeti anne ve babasının yanına gömülmektir. Klaus kardeşinin bu arzusunu yerine getirir ve annenin ölümünden sonra “devam etmesinin anlamı kalmayacağını” düşünür. Tren iyi bir fikirdir.
Klaus’un çocukluğunu ve sonrasını anlattığı bu bölüm yavaş yavaş, hiç acele etmeden kitabın adının neden “Üçüncü Yalan” olduğunu bir kez daha hatırlatır. Klaus olan biteni anlatırken Lucas’ın defterlerini tamamlamaktadır ve bunu yaparken de hem Büyük Defter’e hem de Kanıt’a paralel bir hikâye geliştirir. Büyük Defter’deki savaş, savaşın bitimi, Macaristan’ın Sovyetler tarafından işgali ve sosyalist bloğa dahil olması gibi tarihsel dönüm noktaları çok belirgin olduğu için de bu çocukluk hikayesi de neredeyse Lucas’ın hikâyesine paralel gider. Ancak Kanıt’a çekilen paralellik, örneğin 1956 isyanı gibi somut bir dönemecin altını çizmek yerine sisteme ilişkin daha genel eleştirileri öne çıkarır. Elbette bu öne çıkarış, önümüze bir panorama sermekten çok Kristóf tarzı kısa vurgulardır. Bunlar hikâyenin akışında iki noktada belirgindir. Klaus çalıştığı matbaada bastıklarının gerçeklerle tümüyle çeliştiğini, her gün yüzlerce kez “biz özgürüz” cümlesini basmalarına rağmen sokaklarda yabancı bir ordunun askerlerinin dolaştığını yazar, daha sonra ise ülkede bolluk ve mutluluğun değil sefaletin yaygın olduğunu belirtir. Klaus’un bunları düşündüğü zaman tam da 1956 ayaklanması civarına denk gelir. Bu da Kristóf’un ülkeyi terk ettiği tarihtir.
Üçüncü Yalan sadece Üçleme’nin ilk iki kitabına değil, Kristóf’un biyografisine de örtülü paralellikler gösterir. İçeriği bambaşka olsa da, Kristóf’un romandaki ailenin hayatını değiştiren bir aile trajedisini adlandıramayıp ondan “şey” olarak bahsetmesi belki de kendi aile trajedisini de adlandıramamasıyla ilişkilidir. Babanın pedofil olarak tutuklanması Kristófların hayatını bir gecede değiştirmiştir. Sarah ve Klaus’un birlikte kitap okumaları ve ders çalışmaları ise sadece Büyük Defter’in ikizlerini değil, aynı zamanda gibi Ágota ve abisi Janô’nün de ilişkisini hatırlatır.
Geçen yazımı bitirirken, yurtdışında yaşamak ve yazar olmak gibi biyografisinin taşıdığı benzerlikler nedeniyle Lucas’ı Kristóf’un alter egosu gibi düşünebileceğimizden ama daha ilginç olanın Klaus’a yüklediği olası anlamlar olduğundan söz etmiştim. Gerçekten de iki kahramanın da Kristóf ile ortak noktaları belirgindir: İkisi de yazarlar, ikisi de yazar olmanın bir eğitim gerektirmediğini düşünürler, hatta her ikisinin doğum günleri de Kristóf ile aynıdır. Ama Lucas, Kristóf’un gerçekten yaşadığı hayatı temsil ederken Klaus bir ihtimali temsil eder, çünkü İsviçre’ye kaçan genç Kristóf da tıpkı Klaus gibi bir şairdir. Kristóf belki de Klaus’ta ülkesinde kalan, şiir yazan ve günün birinde ünlü bir şair olan Kristóf’u görür. Klaus sistemi eleştirir ama gerçek anlamda bir muhalif değildir. Kristóf da kendisini politik bir yazar olarak tanımlamaz. Sonuç olarak Kristóf yazar Lucas ile ülkesinden ayrılan Kristóf’u, şair Klaus ile de hayalinde ülkesinde kalan Kristóf’u yansıtır gibidir.
Hatırlarsanız, bir edebi eser olarak Üçleme hakkında yazmadan önce Kristóf’un hayatı üzerine yazmıştım, çünkü Kristóf’ta çok özel bir durum görmüştüm. Bu özel durum yazarın biyografisi ve eseri arasındaki bağlantının birçok yazara göre farklı olmasıydı. Bu bir yandan tematik olarak bakıldığında çok yoğun denebilecek bir bağlantıydı, öte yandan ise öyle bir paketlenip ambalajlanmıştı ki, iğneyle kuyu kazmadan yazara erişmek mümkün değildi. İğneyle kuyu kazmak derken olgusal bir araştırmadan çok, Üçleme’yi satır satır okumaktan ve satır satır düşünüp bağlantıları kurmaktan söz ediyorum. Ben zekâ sözcüğünü özellikle edebiyat bağlamında kullanmaktan kaçınırım, çünkü bu nitelemeyi temellendirmenin zor, göreceli ve kültürel olduğunu düşünürüm, ancak Kristóf’tan söz ederken bir edebi zekâdan söz etmemek pek mümkün değil; çünkü açık ya da gizli, hissedilen ya da kanıtlanabilen bu kadar bağlantıyı kurabilmek, yerli yerinde kurabilmek ve de hiç açık vermeden kurabilmek ciddi bir yoğunlaşabilme yetisini gerektirir. Ve elbette marifetli bir editörün varlığını da unutmamak gerekir.
KAYNAKÇA
- Ágota Kristóf, Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan, çev. Ayşe İnce Kurşunlu, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2023 (6. baskı)
- Ágota Kristóf, Okumaz Yazmaz, çev. Feyza Zaim, Can Yayınları, İstanbul, 2023
- Andrea Lepold, “Túllépni apánkon, Elindultam szép hazámból” (“Güzel Ülkemi Terk Ettim-Ágota Kristof Anısına”), Ibolya Czetter, Szombathely, 2016
- Christine Velan, “Die dritte Lüge”, Berliner Zeitung, 3 Mart 2001
- Dóra Szekeres, Interview, 2011
- Eric Bergkraut Belgeseli, Kontinent K., 1998
- Riccardo Benedettini, A Conversation with Ágota Kristof, 1999
- Roland Koberg, “Profane Wallfahrten: Auf den Spuren der Romane von Ágota Kristof”, die Zeit, 30 Ağustos 1996
- Verena Auffermann, Julia Encke, Ursula März, Elke Schmitter, Gunhild Kübler, 100 Autorinnen in Porträts, Piper, 2021
Önceki Yazı

Cinema Panopticum:
Kendini görmek, ebediyeti görmek
“Sözsüz bir kitap bu, ama zaten söze hacet bırakmayacak bir görsel dünyaya sahip olduğu için böyle biraz. Huşu uyandırmaktansa tekinsizlik yaratan, bunu da anlatısını gündelik hayata sindirerek yapan bir gotik şaheser.”
Sonraki Yazı

İzin verin de sanatınızın üstünü değiştireyim
“Yazar, çevirmen, akademisyen Kate Briggs’in çeviri üstüne sesli düşündüğü Küçük Bir Sanat, pek de küçük olmayan çeviri sanatı üzerine bir sorgulama, güzelleme ve pek zevkli bir okuma; en azından kafayı yazıyla bozanlar ve bulanlar için…”