‘Acaba gerçekten öyle midir?’
Nahid Sırrı Örik / Kösem Sultan / Kıskanmak / Turnede Bir Artist Öldürüldü / Evliya Çelebi / Ömer F. Oyal / Doğum Günüme çağırmak İstediğim Tek Kişi
Nahid Sırrı Örik (solda). Macaristan'ın Eger (Eğri) kentinde 2014'te Piros Rostás Bea tarafından yapılmış Evliyâ Çelebi anıtı (ortada). Ömer F. Oyal (sağda).
Bedeni her şeyin ölçüsü olarak alan, bu amansız ölçünün her şeyi nasıl hizaladığını her yazdığında ısrarla vurgulayan Nahit Sırrı Örik: “Güçlü yapılarıyla ürkütücü, erkeklikleriyle etkileyici … kavgalardan kalma eski ya da yeni yara izleriyle dolu, çoğunlukla biçimsiz kafalarıyla erkekler.” (Kibar Fahişe Zeynep) Bir evi bile insanı kapsayan bir zar, bedene kılıf ikinci bir beden olarak düşünen Nahit Sırrı Örik: “(Kösem Sultan’ın)… dünyaya geldiği ev… o kadar kav gibiymiş ki, ilk kıvılcımla bütün ateş kesilmesi muhakkakmış ve o kadar viraneymiş ki, içinde uykuya dalmış bir sevgili hastayı sanki uyandırmaktan korkar gibi yürümek, sallanan merdivenlerden ihtirazla inip çıkmak icap edermiş.” (Kösem Sultan) Kösem Mahpeyker, I. Ahmet’e hediye edilmek için İstanbul’a getirildiğinde ise: “Padişah henüz onaltı belki on yedi yaşında imiş. Belindeki murassa hançerden başka erkini hatırlatacak hiçbir yeri yokmuş.”[1]
Kösem Mahpeyker Sultan’ın hayatını 4. Murat’ın ölümünde noktalayan Örik her zamanki gibi “erk sahibi” beden ve ten tasvirleriyle dolup taşan bu ince ciltlerden ikincisinin sonunda aniden karşımıza çıkan “Tarihle Romanın Hudutları” denemesinde bize başka bir yüzünü gösterir.
Onun “Mamafih acaba gerçekten öyle midir?”ci bir yüzü de vardır ki, Örik’i insani ve derin yapan şeylerden biri budur. Kıskanmak’ta hep çirkinliğinden dem vurarak anlattığı Seniha’yı tarif ederken bir an aslında onun o kadar da çirkin olmadığından, güzel lacivert gözlerinden bahsedesi tutar. Birden Seniha’ya başka bir açıdan bakarız; aslında belki de olay büyük ölçüde zamanın güzellik anlayışlarıyla ilgilidir. Küçük başyapıtlarından Turnede Bir Artist Öldürüldü bir cinayetle sona erse de, kitap buna eklenen ironik bir şerhle biter: “Yıldızlığı o kadar kısa süren Nezihe Yanıkses’in tabutu Edincik mezarlığına ebedi uykusunu orada uyuması için maalesef götürülmedi. Kaldı ki, böyle bir arzudan zavallı kadın kimseye bahsetmiş de değildi.” Nahit Sırrı için bir arzudan bahsetmediysek, hele bir arzuyu gerçekleştirmediysek hiçbir şey değişmez. Kaldı ki, bundan bahsetmiş de değil isek, bu bilerek ya da bilmeyerek kendi seçimimizdir.
Kösem Sultan’ın sonundaki “Tarihle Romanın Hudutları”nda bu “mamafih acaba gerçekten öyle midir?”lerden sevimli, dokunaklı bir örnek var. Örik daha çocukluğunda güzel ve haris Kösem Sultan’ın tarihlerde anlatılagelen hikâyesinden etkilenip bir şeyler karalamış. Gelgelelim: “Gece ilerlemiş, büyükannem yatmamı birkaç kere ihtar ettikten sonra vazgeçerek odasına gitmişti. Sahneyi ta nihayetine kadar yazdıktan sonra, yorgun bir halde yattım. Ve galiba uyur uyumaz Kösem Sultan rüyama girdi. Tarihin anlattığı gibi şişman, mağrur, korkunç bir kadın değildi. Hafif, narin, yumuşak tenli ve ürkek sesli bir kadındı. (…) Üzerime yeniçerilerini saldırtarak beni tehdit etmedi, mazlum bir edayla boynu bükük olarak karşıma çıktı. ‘(…) Bu günahı niçin işledin oğlum? Düşmanlarımın lafına kanıp bu iftirayı bana niye reva gördün?’ diyordu. Ve boynunu daha fazla bükerek karşımda ayakta hüngür hüngür ağladı. Uykudan uyandım. (…) Yazmaya kalktığım bu romanın yapraklarını yırtıp attım. Ve yazdığım şeyin fenalığı hakkında kendi içimde hiçbir şüphe beslemediğim için, bu suretle bir fedakârlık yapmış olmuyordum.”
Ah Nahit Sırrı; tabii ki içindeki küçük, aksi çocuğun “yazdığı şeyin fena olduğuna” dair asla şüphesi yok. Ama tabii ki içindeki öbür, küçük, üzgün çocuk da “fedakârlık yapma” kisvesi altında Kösem’den küçük özrünü dileyecek. Nitekim: “… tarihten mülhem roman yazan ya da roman çeşnili tarih kaleme alan muharrirlerin bu maddi asrın tesirleriyle nasırlanmış yüreklerinde bir çocuk vicdanının merhametini uyandırmak beyhude bir gayret olur (…) ... mevzudan ilerlemek daha muvafık.”
Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi[2] yazarı Ömer F. Oyal’ın dosdoğru “mevzudan ilerlemediği” kesin. “Maddi asrın tesirleriyle nasırlanmış bir yüreği” olduğu da söylenemez. Ama belki bu ikincisinin aksinin bir işe yarayıp yaramadığından kuşkusu olduğunu düşünebiliriz onun; “yeni türeyen maneviyatlar karşısında yufkalaşmış bir yürek”. Çünkü; “zaman geçtikçe neyin gerçek neyin uydurma olduğu, yazılan hangi cümlenin hakikat olduğu belirsizleşiyor. Hem bizi hakikatın kurtaracağı ne malum?” (s. 23) Hele de çoğu kere yerleşikleşmiş, kemikleşmiş “gerçekler” söz konusu olduğunda “kişi gerçeği öğrenmek için değil, kendi yargısını pekiştirmek için” sorguluyorsa gerçeği (s. 209)… Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi adlı romanın belki, olsa olsa, post-modern edebiyatla bazılarının post-modern edebiyatın bizzat işbirlikçisi olduğunu düşünebilecekleri post-truth zamanlardan bir esinti taşıdığını söyleyebiliriz. Kaldı ki: “hayali kişilikler(roman kişileri diye okuyunuz) beyninizin bir ürünü değilmiş, kendi bağımsız varlıkları varmış gibi ısrarcı olabilirler. Varlıklarınızın hevesinden, anlık isteğinizden bağımsız olduklarını göstermek istercesine ortaya çıkmak için fırsat kolluyor olabilirler… zihnimizin ürünlerinden kurtulmak o kadar kolay olmaz.” Hafif spoiler: Dikkat, sandığın arkasında biri var!
Bu romanın iki başrolünden birini paylaşan günümüzdeki yazarın doğum gününe çağırmak istediği tek kişi romanda sadece Efendi olarak adlandırılsa da, 237 sayfanın ağır ağır akışındaki ipuçlarından anlayacağımız üzere “hayalî” değil, olsa olsa “hayal edilmiş” biri: Anne tarafından akrabası ve velinimeti Melek Ahmet Paşa sayesinde birçok ülkeyi gezdiği bilinen ünlü seyyah Evliya Çelebi. Onun bu seyahatlerin sebebi de rivayeten rüyasında peygamberin elini öptükten sonra “şefaat ya Resulullah” diyecekken yanlışlıkla “seyahat ya Resulullah” demesi; rivayetler, “gerçekler” ve kimi zamanda fabula’larla dolu on ciltlik Seyahatname’sinin de (İslam Ansiklopedisi’ne göre “önemi giderek artan ve yazarıyla adeta bütünleşen” bir eser) bu seyahatlerin sonucunda yazılması…
Romanın iki yazar kahramanından diğeri olan Efendi’nin ifadesine göre “tuhaf bir rüya gördüğümüzde sakin kalmayı bilmek gerek, rüyanın içinde kendinizi ikna etmek gerek”ir. (s. 128) Çoğumuz da gerçekten Çelebi/Efendi’yi öyle biliriz. Kendini bir rüyanın içinde bile isteye rüyanın gerçekliğine ikna etmiş, hatta bu rüyayı seyahat maksadıyla uydurmuş olabileceğini bile düşüneceğimiz dur durak bilmez bir seyahat tiryakisi, hatta bazılarının ünlü palavracı Baron Münchhausen ile birlikte düşündüğü neşeli, renkli bir karakter.
Ama kazın ayağı tam da öyle olmayabilir. Onun bütün seyahatlerinin iktidarla dirsek teması halinde gerçekleştiğini, devlet ricalinin onun seyahatlerinden harikulade ve acaip yerler gezip harikulade ve acaip şeyler gördüğünü dinlemekten çok “malumat” edinmeyi beklediğini düşünürsek şu sahneye de hak verebiliriz:
“Anlattığı hikâyelere bakılırsa Efendi eski yıllarda çok daha canlı biriymiş. (…) Eski valilerin sofralarında anlattıklarının sofradakileri kahkahalara boğduğu, onları hayretten hayrete sürüklediği ama hemen herkesin her yeri görmeye dair merakın lüzumsuzluğunu belli belirsiz kınadığı düşünülürse kınanma ile canlılık aynı paranın iki yüzü. Yorgunluk ve zamanın israfı kişinin kendisini ilgilendirir elbette ama merakın yarattığı olumsuz titreşimler tatsız bir kamusal soruna dönüşür.” (s. 191)
Nitekim, Efendi’den Viyana seferi sırasında Avusturya’da gördüklerini bahçeleri, kütüphaneleri, kadınların güzelliğini, herkesin eldiven giydiğini dinlediği sırada (“gezmeye tozmaya pek meraklı olmayan”) Edirne Kaymakamı Mustafa Paşa’nın “… bütün bunlar ne üzerimize lazımdır?” diyerek Efendi’nin sözünü kesmesi de hemen bu satırların ardından gelir. Günümüzdeki yazarın diyeceği gibi: “Merak buralı bir şey değildir.”
Romanda Efendi’nin son uğradığı yer olan Kahire’deyiz: “Efendi, hizmetkârlar tarafından kuşatılmış olduğu gerçeğinden kurtulamıyor. Önce hizmetkârlar, sonra bu kale, bu şehir ve bu imparatorluk. Son olarak da nihayet bu vali.” (s. 112) Tıpkı Nahit Sırrı’nın çocuk Kösem’inin üflesen uçacak “hayalî” evi gibi, Efendi’yi kuşatan bu sağlam kale de bir beden, ağır bir giysi ve uzantısı olduğu baskıcı şeylerin bir temsilidir. Değil mi ki Efendi’nin de o eski canlılığı kalmamıştır… Onun yerine, Seyahatname’nin 10. cildini bitmez tükenmez düzeltmeler yüzünden bir türlü tamamlayamayan, bu yüzden bu işlere memur kölesini Efendi’yi ortadan kaldırmayı tasarlayacak kadar bizar eden, evinde dört kölesiyle geçirdiği “o gece”si (ertesi gün yeni valiye takdim edilecektir) su testisine çarptı-çarpacak-çarpan-yeniden çarpan maşrapa sesi eşliğinde yarı uyur yarı uyanık bir azaba dönüşen bir yazar olarak karşımızdadır.
Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi’nin Efendi’yi hayal eden diğer yazarının doğum gününün alelusul kutlandığı gecenin sabaha döndüğü saatler de Efendi’nin Kahire’deki kalede geçen gecesi kadar azaplar içinde geçecektir. Onun kalesinin bedenleri de içinde dört döndüğü günümüzün bir apartman dairesidir. Uyuyamamaktadır ve yataktan kurtulmak için de bacağını yanında derin bir uykuya dalmış olan karısının bacağı altından defalarca kurtarmakla başlayan bir dizi sınav geçirmesi, yeniden geçirmesi, ses çıkarmadan buz dolabını açması, bir şeyler atıştırması, etrafı uyandırmadan bir şeyler yapması, kulaklıkla müzik dinlemesi, vb. vb. gerekmektedir.
Efendi nasıl aslında kölelerinin hain niyetleri, gizli küçümsemelerinin sultası altındaysa, onu hayal eden günümüzdeki yazar da birkaç saat önce doğum gününü kutlamayı vazife bilen ailesinin, karısıyla iki küçük kızının tarassutu altındadır. Efendi doğum gününe çağırmak istediği tek kişidir, çünkü onun kendisini anlayacak tek kişi de olduğundan emindir. Bunun bir fiyasko olacağından da hemen hemen emin olduğu gibi. “Mamafih, acaba gerçekten öyle midir?” Çünkü Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi romanının belkemiği günümüz yazarının dünün yazarını doğum gününe çağırdığını hayal ettiği sahnelerdir. Bunlar Thomas Bernhard’ın Goethe Öleyazıyor hikâyesinde (çok takdir ettiği) Wittgenstein’ı ölüm döşeğinde yanına çağırtmasındaki anakronizme benzeyen manidar sahnelere yol açacaktır.
“Masayı gözlerimde canlandırabiliyor, doğum günü davetime icabet ettiğinde Efendi’nin masadaki halini görebiliyorum. Karım (…) adamı kuşkuyla süzüyor, çocuklar susuyor. Efendi evin hanımına kendini beğendirebilmek için nazik ve görgülü davranmaya çalışıyor. Arada nükteli konuşuyor, bazen bir beyit söylüyor ama karım bunlarla yumuşamıyor, araya girmek, Efendi’yi utandırmak için fırsat kolluyor. Evin hanımı tarafından onaylanmadığını gören Efendi, karımı Atlas Okyanusu’nun ötesindeki yeni dünyayı (…) karımın ve benim hayal gücümüzün ötesinde olduğunu sandığı masal benzeri dünyayı anlatırken (…) bir sır verirmiş gibi alçak sesle, Kolon ve Padra isimli papazların Akkirman Seferi sırasında Sultan II. Beyazıd’ın huzuruna çıktıklarını ifşa ediyor. Papazların kendilerine iki gemi vermesi halinde sultanın yeni dünya hazinelerine sahip olacağına yeminler ettiklerini fısıldıyor. Bu fısıldayışla birlikte dinleyen olup olmadığını anlamak için çevresine bakıp sultanın ‘bize yeni bir dünya lazım değildir, bize eski dünyadaki Mekke ve Medine halifeliği lazımdır’ dediğini aktarıyor. (…) kızlarımızın bile Yeni Dünya hakkında bildiklerinin kendi bilgisiyle karşılaştırılamayacak denli fazla olduğunun, kızlarımızın bile Kolon’un isminin doğrusunu bildiklerinin farkında olmuyor (…) Karım pastadan bir dilim daha kesip Efendi’nin önüne sürüyor.” (s. 147)
Merak ara sıra da buralıdır. Eski bir dünyada yeni bir dünyayı hayal etmek ne kadar zorsa, yeni bir dünyadan geriye bakıp eski bir dünyayı hayal etmenin de o kadar zor olduğunu karşılıklı sezseler bile buna kalkışmaktan geri durmayacak olan bu iki roman kişisi ellerinden geleni yaparlar.
Hatta o kadar ki, Efendi evdeki kızların bile beğenmediği ağırca doğum günü pastasından bir dilim daha yiyecek, ama giderken ayakkabılarını giymek için oturacak bir isteyerek evin hanımının kendisinden bir puan daha kırmasına yol açacaktır.
NOTLAR:
[1] Nahid Sırrı Örik, Kibar Fahişe Zeynep, çev. Birsel Uzma, Oğlak Yayınları, 2018.
Kösem Sultan, yay. haz. Serdar Soydan, Oğlak Yayınları, 2018.
[2] Ömer F. Oyal, Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi, Yapı Kredi Yayınları, 2024
Önceki Yazı
Hulki Aktunç’un İstanbul yazıları:
Olağanüstü değişen ve değişmeyen şehir
“İstanbul’u Bul Bana, doğma büyüme İstanbullu usta bir edebiyatçının, çalışkan bir entelektüelin, (yazılardan anladığım kadarıyla aynı zamanda bir şehir gezgininin ve koleksiyonerin) yaşadığı şehir üzerine gözlem ve eleştirilerini tarihsel (ve edebi) bir perspektif içerisinde ortaya serdiği kısa, ama çok temel meselelerin özüne değinen yazılarından oluşuyor.”
Sonraki Yazı
Ölüm Ânım’a dair:
Kısa bir anımsama, küçük bir ölüm
“Blanchot’nun ölüm ânını bir pratik olarak mı görmeliyiz? Stoacıların ya da daha evvel Platoncuların iddia ettiği gibi, felsefe, genel anlamda düşünce, ölüme bir hazırlık mı? Bir felsefe kitabı gibi mi görmeliyim bunu, Felaket Yazısı gibi? 'Edebiyat felsefesi' mi? Blanchot 'kendi ölüm ânı'nı mı resmetti bana, bize, hepimize? Hepsi yanlış.”