‘68 hareketi ve Türkiye’de hippilik (II):
Açamayan çiçek çocukları ve Hair
“Dünyanın ve Türkiye’nin ‘68’i farklıdır. Felix Guattari’nin 'moleküler devrim' adını verdiği, kendiliğinden çıkan ve her türlü iktidara karşı olan bir hareketin Türkiye’deki karşılığı, doğrudan doğruya iktidarı talep etmektir. Bu talebin doğrultusunda cinselliğin, aşkın, yaşam tercihlerinin önemi ve önceliği yoktur.”
Hair müzikali, Engin Cezzar-Gülriz Sururi Tiyatrosu, 1971. Fotoğraf: Olcayto Ahmet Tuğsuz arşivi
3
Kenneth Rexroth, Karşı Kültürün Temelleri kitabında karşı kültür hareketlerinin refah toplumlarında ortaya çıktığını belirtirken, Paul E. Willis işçi sınıfı kökenli olan motorculara karşı hippileri orta sınıfın mensupları olarak tanımlar. Bir karşı kültür geleneği olmayan Türkiye’de de hippiliğe merak salanların çoğunlukla burjuva ailelerin çocukları olduğu görülmektedir. Kendilerini dönem itibarıyle bir yandan da devrimci bir mücadele içinde bulan bu gençlerin bocalamaları, çelişkileri aslında gayet anlaşılabilir.
Zeynep Ankara’nın Terkedilmiş Sokakta Sessiz Bir Gölge Oyunu adlı[1] romanının başkahramanı Maide bu bocalamaya örnek bir karakterdir. Roman, orta yaşlı Maide’nin elindeki gazetede, gençliğinde âşık olduğu devrimci Halil’in bir baskın sırasında öldürüldüğüne dair okuduğu bir haberle geriye dönüşler şeklinde kurgulanır. Tarih verilmese de olay örgüsünün ‘80 öncesini hatırlattığı bir dil mevcuttur. Romanın başında, yenilmişlik duygusunun net olarak ifade edildiği kısımda, Maide hippi ruhunun nasıl yitip gittiğini ifade eder:
“Şükür, evli değilim. Adım Maide. Yanımdaki kız, Rüya. Burası Ankara… Gerçi Katmandu da olabilirdi. Ama o ruh çoktaaan benimle birlikte pörsüdü. Bir zamanlar oraya gitme rüyaları görenlerin takım elbiselerle ortalarda dolaşmalarına da aldırmıyorum. Zaten statükocu yuppi’ler paçayı kurtardı, olan bize oldu.”
Kolej talebesiyken kaydını devlet okuluna aldıran Maide bir yandan yeni okulunda sevdiği adamın peşinden devrimci bir ortama girerken, öbür yanda eski okulundan ve çevresinden olan hippi grubuyla bohem bir yaşam sürmektedir. Bu bohem yaşamın merkezinde ise uyuşturucu bulunmaktadır. “Haşhaş” yahut evlerdeki ecza dolaplarından aşırılan haplarla bedenlerini hafifleterek ulaşmak istedikleri cennet aslında çocukluklarıdır:
“Öyle zamanlarda Tanrı bizi daha çok seviyordu. Cenneti sunuyordu bir kristal kürenin içinde. O kürenin içine girmek içinse çocuk olmak gerekiyordu. Hep çocuk kalmalıydık cennete gitmek için.”
Yine de âşık olduğu, kendini 24 saat devrime adamak isteyen Halil’in etkisiyle Gitane yerine Birinci sigarası içmeye, şaraptan ve esrardan uzak durmaya başlayan Maide, devrimci bir bilinçlenme dönemine girer. Girer, ancak hippi tavrı, içinde yer almaya çalıştığı devrimci grupla ister istemez bir çatışma içine girmesine neden olur. Okul gazetesine yazdığı ilk yazının cinsellik üzerine olması, her ne olursa olsun şiddet fikrini reddetmesi (“Eylemler sırasında beni tartaklasalar bile, karşımdakine bir fiske bile vuramam. Belki o anlarda değil ama sonra beni tartaklayana sözle, sesle ulaşabilirim. Ama asla elime yabancı gelen bir savaş aletine sarılmayacağım”) ve fikirlerin tüm yaşamını ele geçirmesine izin vermeyeceğini söylemesi (“Hiçbir fikre adayışla bağlanmam, onun hayatımı ele geçirmesine izin vermem. Dava uğruna bile olsa, hiçbir şeyi kayıtsız şartsız kabul etmem”) devrimcilerle arasında hep bir mesafe kalmasına neden olur:
“Bir kolejli hippi, ezilen kitlelerden, bozuk düzenden, onursuzca bir hayat sürdürmeye zorlananların halinden ne anlar?.. Yandaşlarımız gözü dönmüş katiller tarafından dövülüp öldürülürken, onlara çiçek mi atacağız? Onlar sevgi sözcükleriyle durdurulabilir mi?”
Sadece devrimciler tarafından değil, toplum tarafından da aykırı bulunduklarını bilmektedir Maide:
“Yollarda yürürken, bize sataşkan bakışlar atan kimilerine hiç aldırmıyorduk. Bazıları da laf atıp küfrediyordu. Erkekler karı kılıklı, kızlar orospuydu. Pis hippilerdik, ayyaşlardık, esrarkeşlerdik; her türlü hastalık, pislik de bizdeydi”.
Bu dışlanmışlık içinde esrar içip, Pink Floyd dinlerlerken, kimsenin kimseye karışmadığı, diledikleri kadar esrar içip mistisizmin tüm boyutlarını yaşayacakları bir yer olan Katmandu’nun hayalini kurarlar: “Benim gibi marjinal birinin itilip kakılmadan nefes alıp vereceği bir rüya şehri Katmandu.” İleride içlerinden sadece birisi, Barbar, Katmandu’ya gitmeyi başaracaktır, ancak o da hayalini kurduğu cennet yerine cehennemle karşılaşır:
“Katmandu canıma okudu. Cennet dedikleri yerde cehennemi yaşadım. Pislik içindeki lokantalarda boğaz tokluğuna garsonluk yaptım. Nepalli bir kadından frengi kaptım… Bir gün bedenimdeki titreşimlerle nirvanaya ulaştığımı sanıp sonra bunun marijuana tutkunluğumun bir eseri olduğunu anlayınca, ‘hastir’ dedim, ‘buraya kadar’”.
Maide’nin yaşadığı bu arada kalmışlığın sınıfsal zeminini Selim İleri’nin aynı adlı kitabında yer alan “Pastırma Yazı” öyküsünde de görürüz.[2] Burjuva kökenli “salon sosyalisti” Memo’nun kafa karışıklığı Maide’ye göre daha fazladır. “Mutlu azınlığın gözde semti” olan Bağdat Caddesi’ndeki evinin duvarında asılı olan Lenin, Atatürk ve Marx posterleri bu kafa karışıklığının bir işareti gibidir:
“Atatürk bizi bayrak gibi Batıya açtığından, Kemalizm’i Batıcılıkla eşanlamlı kurduğundan; Lenin komünist devrimi yaptığından; Marks, Engels’i sömürdüğünden asılıdır bu duvarda.”
Sonrasında vazgeçtiği solculuğun yerine (“Cahil, bilgisiz halk. Sen istediğin kadar yaz çiz söyle. Elli lirayı gördü mü seçimlerde koşuyor Adalet Partisi’ne oy vermeye. Bu memlekette yaşanmaz ulan”) “çiçekçocuğu” olmayı seçer. Üstelik artık Adalet Partisi’ne oy vermektedir:
“İstediğim yaşamayı bir o verecek bana çünkü. İlericilik 'çiçekçocuğu' olmaktır çağımızda, güneşe yaslanıp seveceksin insanları.”
Apolitikliğin bir tür sağcılık olduğu tezine uygun bir örnek kurgulamış Selim İleri. Hindistan’daki kutsal bir ağacı betimleyip ruhun da bu ağaca dönmek istediğini söyleyen Memo’ya göre sosyalizm filan yalandır. Artık “içtenliğin”, “ilkeselliğin” peşinde koşmaktadır o. Soytarıları merak eder mesela. “Çiçekçocukluğunun” önemli ilkelerinden birisi de bu tür şeyleri merak etmektir. Kitapçıların raflarındaki eski eserleri, Rabia Hatun şiirlerini ezbere bilir. Hikâyenin anlatıcısına göre: “Mutlu azınlığın kişileri bazı şeyleri yalnızca ezberler” zaten. Bir taraftan çiçeklerden kolyeler yapar, öte taraftan “Ça Guavera’nın rahibe memelerine gömülmüş fotoğrafıyla Rabia Hatun’un şiirlerini birlikte” severken, “Elizabet devrinin İngiliz tiyatrosundaki soytarılarla bizim curcunabazları birbirine” karıştırır Memo.
Bu kafa karışıklığı sadece Türkiye’ye özgü değildir. Liz Behmoaras’ın Sultanahmet’teki en önemli hippi mekânı olan Lale Pudding Shop’ın ismini verdiği romanının hippi kahramanı Tommy’nin özeleştirisi ve ülkesine geri döndüğünde polisliği seçmesi bu kafa karışıklığının nedeninin sınıfsal temelini de barındırmaktadır.[3] “…ailesinin servetini, almakta olduğu üst düzey eğitimi, kısaca bütün imkânlarını elinin tersiyle geri çevirmiş” olan Tommy’ye göre hippiler, reddettikleri tüketim toplumunun aslında bir nesnesi haline gelmişlerdir. Behmoaras’ın kahramanına hippiliğin bir ideoloji olduğunu dahi söylettiği nedamet konuşmasında Tommy, “Gerçek bir hippi yoluna baş koyduğu ideolojiyi önce araştırıp sonra benimsemiş ve gelişmesine katkıda bulunmuş olabilir…” der. Hareket olduğu bile tartışılan, özgürlük arayışını örgütlü mücadeleden ziyade bireysel tavırlarla, deneyimlerle elde etmeye çalışan hippilik için oldukça iddialı cümlelerdir bunlar. Tommy’ye göre son zamanlarda ortaya çıkan bir “yapma hipi” tipi, sadece hippiliği temsil eden malzemeleri –kitaplar, giysiler, takılar– edinerek hippiliği bir tüketim alanı haline getirmiştir. Yine de tüm bunlar boşuna yaşanmamıştır. Bu yaşananlar sadece bir başkaldırı değil, farklı bir yaşam vizyonu ortaya koymuştur. Müzikteki, görsel sanatlardaki, edebiyattaki bu vizyon farklılıkları toplumsal değişimlere, devrimlere yol açmıştır. Hatta kadınların özgürlüğünü bile sağlamıştır. Tommy’nin bu didaktik söyleminin en önemli çarpıklığı, içinde bulunduğu dönemi sanki sona ermiş gibi değerlendirmesidir. Behmoaras’ın bu zafiyetine karşılık Ertuğrul Kürkçü, ‘68 ile ilgili bir değerlendirmesinde şöyle söyler:
“… kendimizin bir kuşak olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bir davranışta bulunuyorduk, hayata dair eyleme girişiyorduk, dünyayı değiştirme konusunda bir irademiz, arzumuz vardı, fakat bunu bir kuşağız diye yapmıyorduk.”[4]
Zühtü Bayar’ın Filler Mezarlığı’nın ana karakteri Mehmet Martı ise sergilediği toksik erkeklik halleriyle hippiliğin kapanış çağlarını müjdelemektedir sanki. ‘70’lerin ortalarında geçen romanda kullanılan dil zaman zaman Mayk Hammer öykülerini anımsatsa da, eril söyleme eşlik eden bir şiddetin ve ırkçılığın fark edilmemesi zor. Türkiye’de bilimkurgunun önemli temsilcilerinden olan ve sol cenah içinde yer alan Bayar’ın bu dili kullanması ilginç. Süreyyya Evren’in de işaret ettiği[5] bu erkeklik hallerini bir yana bırakırsak, hippiliğin sınıfsal temeliyle ilgili bir örneğe de burada rastlarız. Fransız bir burjuva ailenin kızı olan Marianne, babasına inat katıldığı bir siyasi eylem sonucu düştüğü nezarethanede tanıdığı hippiler aracılığıyla karşı kültürle tanışır. Toplumsal değişimin kaçınılmaz olduğunu, ancak bunun için yapılması gereken şeyin “bu toplumu ayakta tutan bütün yasalara ve bütün kurumlara karşı” çıkarak toplumun çökmesini sağlamak olduğunu ileri süren yeni arkadaşlarıyla başka bir hayata atılır. Yazmaya çalıştığı bilimkurguyla fantastik arasında bir roman hippi ütopyasının bakış açısına uygundur. Samanyolunun uzak bir ucunda kurguladığı gezegenin bir ucunda yaşayan beyaz kanatlı insanlar, doruk noktasına erişen her uygarlığın yok olacağını bildikleri için, kendi iradeleriyle bilimsel ve teknik araştırmaları keserek uygarlıklarının gelişimini durdurmuşlar, böylece konformizme karşı çıkmışlardır. Herkes gereksindikleri ile yetinip, sevişip, çocuk sahibi olup, maddeyle ilişkilerini kesip meditasyon yapmaktadır. Ancak gezegenin diğer ucunda yaşayan kırmızı gövdeli, yüksek ve yıkıcı bir uygarlığa sahip insanların ortaya çıkmasıyla beyaz kanatlı insanlar için felaket başlar. “Çünkü uygarlık ‘bağışlayıcı’ değildir.” Ancak romanı bitirmesini Mehmet Martı’dan ister Marianne, çünkü o yaşamaktan yazmaya vakit bulamamaktadır.
4
Rexroth sol politik tavrın karşı kültürdeki karşılığını şöyle betimler:
“Bu ‘Dünyanın bütün işçileri birleşin, zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şey yok’un yerine ‘Lütfen beni rahat bırak dostum, sadece arkadaşlarımla güzel şeyler yapmak istiyorum’un geçtiği devrimci bir hareketti.”
Kuzeyden ziyade Güney Amerika’nın devrimci deneyimini dikkate alan Türkiye solu için bu çok da kabul edilebilir bir tavır değildir. Rock’n Coke’a karşı bir reaksiyon olarak Barışarock Festivali’ni düzenleyen Taner Öngür, Woodstock örneğinden yola çıkarak kendilerini hippilerin devamı olarak gördüğünü belirttiği bir söyleşisinde, geçmişte tabi tutulduğu bu eleştiriyle ilgili şunları söyler:
“Bizler, Beatles müziğiyle işe başlamış olanlar, büyük şehirlerde çalanlar, hem Türkiye’de gelişen anti-emperyalist sol hareketle birlikte geliştik, onla yakın bağ kurduk hem de biraz onun dışında, ayrı durduk. Deniz Gezmiş ve arkadaşları veya benzeri hareketlerle bizim aramızda kopukluklar da vardı. Ben kendi grubumda bunları yaşadım. Ben plak dinliyordum, takılıyordum, Cem (Karaca) gelip ‘Sen nihilistsin, işe yaramazsın’ gibi laflar ediyordu. ‘Bütün paranı emperyalistlerin plaklarına yatırıyorsun.’ Ben de ona tutucu solcu derdim.”[6]
Oysa bu tip suçlamalara rağmen Rexroth’un bahsettiği “güzel şeyler yapmak” isteyenlerin ortaya koydukları devrimci hareketin estetiği daha dikkat çekicidir. Bunun Türkiye’deki belki de en ünlü örneği Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’ın sahneledikleri Hair müzikali olmuştur. İlk kez 1967’de New York’ta küçük bir salonda sahnelenen, gördüğü ilgi üzerine ertesi sene Broadway’e transfer olan, 1979’da Milos Forman tarafından sinemaya uyarlanan hippi kültürünün bu müzikal sunumu Sururi-Cezzar topluluğu tarafından 1971’de Türkiye’de sahnelenir. Daha sahnelenmeden Şule Yüksel Şenler’in “Din hürriyeti hariç her hususta hürriyet var memlekette. Hatta ahlaksızlık hürriyeti bile var” cümleleriyle saldırıya geçtiği müzikalle ilgili tedirginlik duyan sadece sağcı basın değildir. İlk gösterilerde rol alan Neco ve Füsun Önal’ın bahaneler göstererek oyundan ayrılmasının yanı sıra, Claude rolünün teklif edildiği Cem Karaca’nın Hair ile ilgili yorumları, Taner Öngür’ün bahsettiği tutuculuğun bariz bir örneğidir:
“Hippi değilim, esrar içmem, serbest aşka karşıyım, tasvip etmediğim şeyleri sahnede canlandıramam. Oyundaki hippi, saçlarını kestirmemek ve askere gitmemek için isyan çıkarıyor. Ben yakında çıkacağım Anadolu turnesi için kendi arzumla berber koltuğuna oturup saçlarımı kestireceğim. Askerlik konusuna gelince, onu da günü gününe yaptım. Gitmemek, kaidelere karşı gelmek bir gün bile aklımdan geçmedi…”
Daha önce verdiği bir başka beyanatta da “Pir Sultan Abdal’a yahut müziklendirilirse Vatan yahut Silistre’ye evet ama Hair’e hayır” diyeceğini söyleyen Cem Karaca’nın aksine, oyunu ilk defa Los Angeles’ta izleyen Zeki Müren ise Hürriyet gazetesine yazdığı mektuplarda oyundan nasıl etkilendiğini şöyle anlatır:
“İnsan kendini hiç görmediği bir rüyadan uyanmış zannediyor dışarı çıkınca. Karşı bulvarda sabaha kadar kapanmayan muazzam bir plak mağazasından ‘Hair’in longplay’ini satın aldım. Gece yatağıma yattığımda saatlerce uyuyamadım. Acaba haklı mıydı tezleri? Acaba mutlu muydular? Mutluluk neydi? İnsan ömrü ne kadardı? Vicdan hürriyeti bu muydu? Ne arıyorlar, neyi istiyorlardı? Hiçbirine tam cevap bulamadan, renksiz bir uykuda boğulup gittim. Rüya görmek istemiyordum. Gördüklerim bana yeterdi.”[7]
1970’in Şubat ayında yaptığı bir söyleşide “18-20 yaşlarında olsaydım ben de hippi olurdum” diyen Gülriz Sururi ile Engin Cezzar’ın sahneye koydukları müzikalin galası 11 Mart 1971’de Şişli Ümit Tiyatrosu’nda yapılır. Ertesi gün ordu tarafından verilen muhtıra, oyunun akıbetini de etkiler. Engin Cezzar’ın, oyunda sergilenen “savaşma seviş” gibi hippi sloganlarından oluşan pankartların arasına, o günlerde nerede olduğu bilinmeyen Deniz Gezmiş’e ithafen “Deniz Nerede?” yazılı bir pankartı koyması yönetimin dikkatini çeker. Pankartın doğaya özlemle ilgili olduğuna dair savunma kabul edilmez ve oyunun devam edebilmesi için bu pankartın oyundan kaldırılması istenir. Bu talep yerine getirilse de dönemin baskısına, sol hareketin uğradığı yıkıma karşı önemli direniş odaklarından birisi, hippiliğin bu en “güzel” sunumlarından biri olan Hair müzikali olur. Oyunun sonunda söylenen “Let The Sunshine In” şarkısının Türkçeleştirilmiş sözleri, Gülriz Sururi’nin ifadesiyle 12 Mart gecesinden sonra bir başka anlam kazanmıştır:
“Sessiz sedasız bakarız yüz yüze / Üstümüzde kürkler, boncuklar/ Uygarlık yolunda uyuşmuş kalmış bu milletle / Bakışırız yüz yüze. / Her gün yeni bir yalan, / Yalan üstüne hep türküler. / Gölge etme, gölge etme doğsun güneş / Aydınlatsın, aydınlatsın...”
Aynı yıllarda oyunla ilgili olarak, “Sen Hair nedir bilir misin, nereden bileceksin? Hair’de kadınlar çırılçıplak rol alacaklar sahnede, külot bile giymeyecekler. Seyirciler bunları oyun boyu seyredecekler, kesesi dolgun olan da sahnede gözüne kestirdiği orospuya kartvizit gönderip randevu isteyecek. İşte Hair budur” diye haber yapan Babıali'de Sabah gibi gazetelerin[8] çıplaklığa olan tepkilerine aldırmadan, insanları çıplaklığa davet eden Erkin Koray da hippiliğin Türkiye popüler kültüründeki en önemli temsilcilerindendir. 12 Haziran 1970 tarihli Hürriyet gazetesine verdiği çıplak pozuyla insanlara şöyle seslenir: “Soyunun insanlar… Soyunun… Atın fazlalıklarınızı, atın içinizdeki kötülükleri…” Röportajında eşyanın insanı ezdiğinden bahseden ve “Artık eşyanın kıymetine son vermek ihtiyacımız var” diyerek adeta antikapitalist bir tavır sergileyen Erkin Koray, uzun saçları nedeniyle defalarca kavgalara karışsa, hatta bıçaklansa da devletle hiçbir zaman karşı karşıya gelmemiş, isyanını hiçbir zaman devlete yöneltmemiştir.[9]
Her ne kadar “Ben ne sağcıyım ne solcu” dese de, sonraki yıllarda MHP ile yakınlaşan Koray, Mezarlık Gülleri kitabında hippiliği gönlünden silmediğini yazsa da, yine aynı kitapta “Sizden geçti! Siz başaramadınız!” diye suçladığı hippilerin ve ‘68’lilerin çocuklarına şu tavsiyeyi verir:
“Çocuklar!
Ne yazık ki, artık silah üretenlerin size doğrulttuğu silahların önüne, babalarınızın yaptığı gibi, çiçek veya zeytin dalı uzatarak bundan kendilerine bir mesaj çıkarmalarını beklemek ham hayalden ibaret olmuştur. Şimdiye kadar bunu anlamayanların bundan sonra anlayacaklarını beklemek ise aptallık olacaktır. Artık esas olan sadece ve sadece silah üretmektir! Tüm işinizi gücünüzü bir yana bırakıp yalnızca silah üretecek ve bu sefer siz onları öldüreceksiniz! Onlara onların diliyle cevap vermekten başka çare kalmamıştır.
Ve inanın, ancak bu mesajınızdan anlayacaklardır!”[10]
5
Hippilik gibi karşı kültür içinde yer alan ve genellikle apolitik olarak nitelendirilen bir pratiğin barındırdığı tavrın ezberlenmiş argümanlara uygun olmadığı açık. Belki de bu politik-apolitik ayrımının, özellikle ‘68 gibi büyülü bir dönemde yeri olmayabilir. Nitekim Gökhan Atılgan, “‘68’in Kapıları” başlıklı yazısında ‘68 hareketiyle ilgili sorulan, “siyasi miydi kültürel miydi”, “devrimci miydi protestocu mu”, “ütopyacı mıydı yoksa hazcı mı” gibi ayrım içeren sorulara bütünleyici bir bakış açısıyla cevap verir:
“1968, baskının ve sömürünün bütün biçimlerine karşı mücadelelerin farklı yüzlerinin bir araya geldiği bir momentumdu. Tüm kurtuluş mücadelelerinin aynı yöne doğru ilerlediği bu momentumda siyaset, tarih, ahlak ve kültür nadir yakalanabilen bir ritimle birleşiyordu. Siyasi olanla kültürel olan, devrimci olanla protestocu olan, ütopyacı olanla hazcı olan, yerel olanla küresel olan karşı karşıya değil, kol kola yürüyordu.”[11]
Roszak, hippilerin de içinde yer aldığı bu tavrı alışılmış düşünce kalıplarıyla anlamanın imkânsızlığını dile getirir:
“Muhalefetin büyüklüğünden çok derinliğiydi önemli olan. Daha önce protesto hiç felsefi olarak böylesine derine inip tam da gerçekliğin, aklı başındalığın ve insanlığın amacının anlamına dalan konular öne sürmemişti.”[12]
Her şey sorgulanmaktadır: Aile, iş, eğitim, ilişkiler, cinsellik, ilerleme… Mevcut kurumların cevap vermekte yavaş yahut yetersiz kaldığı bu dönemde karşı kültür pratikleriyle bağımsız üniversiteler, klinikler, yeraltı basını, komünler, kolektifler gibi yeni oluşumlar ortaya çıkar. Bu pratiklerden bağımsız olarak, ‘68 hareketinin önceki isyan hareketleriyle farklılığını betimleyen Kürşat Bumin, “‘68’de dile gelen demokratik, liberter, hedonist ve komünoter özlem”in yoğunluğunun hiçbirinde olmadığını yazar. Maurice Blanchot’dan aktardığı sözler, ‘68 hareketinin asıl niteliğinin ifadesidir: “Politik olmaktan daha çok felsefi, kurumsal olmaktan çok toplumsal, gerçek olmaktan çok ibretamiz.”[13]
Avrupa ve Amerika’daki ‘68 hareketinin toplumsal konformizmi, yerleşik değerleri, kanıksanmış politik söylemleri reddinin Türkiye’de pek karşılığı yoktur. Kürşat Bumin’e göre onlar Stalinizme en ağır darbeyi vururken, Leninizm defterini kapatırken, parti eleştirisi yaparken, biz bunları daha yeni anlamaya başlıyorduk. Nitekim Behmoaras’ın kitabındaki en politik hippi olan Fransız Alexis de benzer bir eleştiri dile getirir. Türkiye gençliğini eleştiren Alexis iki kültür arasındaki farkı anlatırken şunları söyler:
“… sizde şimdiye kadar sosyalizm çok büyük bir suç gibi algılanıyorken, şimdi onu anlamaya çalışıyorlar. Bu da güçlü, hatta aşırıya kaçan antiemperyalist, Amerika karşıtlığı bir tutuma yol açıyor… Özetleyecek olursak, Amerikalı ya da Avrupalı olsun, Batılı gençlik eski değerlere karşı çıkıp onları reddediyor, Türk gençliği ise onların bazılarını daha yeni keşfedip üzerlerinde hâlâ kafa yoruyor.”
Alexis’e göre kendileri yeni değerler yaratma peşindelerken, Türkiye gençliği Batıda var olan değerleri öğrenmenin peşindedir. Zühtü Bayar’ın kahramanı Mehmet Martı’nın söylediği gibi, bireysel özgürlüklerini kazanmaya hazır olmayanların toplumsal bir özgürlüğe varamayacaklarının, varsalar da vardıkları yerin aradıkları yer olmayacağının bilincindedir hippiler.
Türkiye ‘68’iyle ilgili haksız bir yargıda bulunmamak gerekir elbette. Donanım eksiklikleri, bir geleneğe sahip olmayışları hareketi bir tür deneme yanılma rehberliğine mahkûm etse de, göz ardı edilemeyecek şekilde devletçi bir zihniyete sahip oldukları söylenebilir. A. Bağış Erten bu zihniyeti şöyle özetler:
“Aslında yüce ideallerle kurulmuş olan devlet, sonradan asalakların/emperyalizmin/kompradorların/sömürücülerin eline geçmiştir ve ‘68 gençliğinin kendi suretlerinde gördükleri şey, halkı zor yoluyla sömüren bu kişilere karşı halkı korumaya çalışan birtakım inançlı insanların mücadelesidir. İdeolojik konumlarını oluşturan temel nüve aslında Kemalizm’dir.”[14]
İşte bu nedenle dünyanın ve Türkiye’nin ‘68’i farklıdır. Felix Guattari’nin[15] “moleküler devrim” adını verdiği, kendiliğinden çıkan ve her türlü iktidara karşı olan bir hareketin Türkiye’deki karşılığı, doğrudan doğruya iktidarı talep etmektir.
Bu talebin doğrultusunda cinselliğin, aşkın, yaşam tercihlerinin önemi ve önceliği yoktur. Mülkiye’de okuduğu yıllarda akşamları arkadaşlarıyla içtikleri joint sonrasında ellerinde kanyak şişeleriyle kantine inip eğlenmeleri nedeniyle Fikir Kulüpleri’ne girme isteği reddedilen Tuğrul Eryılmaz, bu tavrın sonraki yıllarda daha sert bir örneğiyle de karşılaştığını anlatır. 1971’de Londra’da izlediği David Bowie’den etkilenerek rengârenk boyadığı saçlarıyla Paris’teki THKP-C’li arkadaşlarının yanına gittiğinde aldığı tepki serttir: “Yakışıyor mu sana, bu kadar kıyamet kopuyor, sen saçını boyuyorsun!”[16]
Bu sekter tavırların, dışlamaların, yargılamaların arasında hippilik gibi bir akımın, doğaldır ki Türkiye’de bir yer bulması mümkün değildir. Yine de karşı kültür hareketlerine dair bir kulak dolgunluğu vardır. Sait Kozacıoğlu’nun “Hollandalı provoları biliyorduk” sözleri bunu işaret eder.[17] 1965’te Hollandalı hippiler tarafından kurulan ve Hollandacada tahrik etmek, kışkırtmak anlamına gelen “provoceren” kelimesinin kısaltılmışı olan “Provo” hareketi, terk edilmiş evleri işgal etmek, ücretsiz klinikler açmak, protesto gösterileri düzenlemek gibi eylemlerle her ne kadar apolitik olarak tanımlansalar da, Avrupa’da ‘68 hareketinin öncülerinden olmuşlardır. Temmuz 1965’te yayımlanan ve devlet tarafından hızla toplatılan Provo isimli derginin ilk sayısında bubi tuzağı kurma, patlayıcı imal etme gibi bilgilerin yanı sıra, hareketin “provotarya” olarak tanımladığı kitlesi şöyle tarif ediliyordu: “Beatnikler, rockçılar, hooliganlar, öğrenciler, sanatçılar, uyumsuzlar, anarşistler, nükleer karşıtları.” İletişimin bugünkü hızına ve kolaylığına sahip olmadan, 1967’de kendini fesheden bir hareket hakkında bilgi sahibi olmanın, Türkiye ‘68 kuşağının dünyayla kurduğu bağın önemli bir göstergesi olduğu ortadadır.
Her şeye rağmen ‘68 hareketinin tüm dünyada farklı olan yüzlerinin silikleştirilerek, hareketin merkezinde yer almayan hippilik gibi pratiklerin daha görünür kılınmasıyla oluşturulan algı bozukluğuna dikkat etmek gerekiyor sanırım. Hippiliğin, anlatmaya çalıştığım tüm tarihsel birikimine rağmen bugün de sadece müzik, cinsellik ve uyuşturucuyla anılması bir yana, tüm ‘68 hareketini medya ve kitle iletişim araçları aracılığıyla massetmesi, hareketin politik gücünün ürkütücülüğünü hâlâ koruduğunun bir göstergesi belki de. Ertuğrul Kürkçü bu algı bozukluğunu şöyle anlatır:
Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri arasında bir anket yapılmış. ‘68 algısının ne olduğu konusunda. Genel olarak benim bildiğimden çok farklı bir imge var. “68 sizin için ne çağrıştırıyor?” sorusuna şöyle yanıt veriyorlar: “Beatles ve Rolling Stones’u çok seviyorum; hippilerin giyim ve hayat tarzları beni her zaman etkilemiştir, hippilerin yaşam stilleri seks ve esrardan ibarettir, özgür ruhludurlar; ‘Across The Universe’ filmi Beatles’ın şarkılarından oluşuyordu, bu filmden sonra Beatles ve o dönemden oldukça etkilendim; o dönemlerde yaşamayı çok isterdim.” Ya da bir başkası: “Dünyada ‘68, özgürlükçü ve savaştan uzak duran; uyuşturucu, güzel kalpler, güzel kafalar; iyi niyet, barış; film ‘Fidel’in Yüzünden’… Türkiye’de ‘68, varolmamış bir kuşak, başarısız, ısrarsız, boşvermiş, değişken…” [18]
Tüm etkileyiciliklerine, estetiklerine rağmen hippiliğin sona ermesi kaçınılmazdı. Antonioni’nin Zabriskie Point filminde, filme ismini veren kurumuş göl yatağındaki orji sahnesi, sınıf bilincinden, yöntemden yoksun bu tip pratiklerin kısır kalmaya, kurumaya mahkûm olduğunun belki de en güzel ifadesidir. Yine de Jim Morrison’un sözleriyle geride kalan ve güncelliğini koruyan bir talep vardır:
“Öldür nefreti
hastalığı
savaşı
hüznü
Öldür kötülüğü
Öldür çılgınlığı”[19]
NOTLAR:
[1] Zeynep Ankara, Terkedilmiş Sokakta Sessiz Bir Gölge Oyunu, Simavi Yayınları, 1993.
[2] Selim İleri, Pastırma Yazı, Everest Yayınları, 2014.
[3] Liz Behmoaras, Lale Pudding Shop, Doğan Kitap, 2020.
[4] Ertuğrul Kürkçü, “Türkiye’nin 12 yıl süren 68’i”, 1+1Express
[5] Süreyya Evren, “Bir Romanda Türk Erkeği Kimliklerini Hippilemek”, Notos, Sayı 67, Aralık 2017-Ocak 2018.
[6] Mesele dergisi, Sayı 8, Ağustos 2007.
[7] Derya Bengi, 70’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük “Görecek günler var daha”, Yapı Kredi Yayınları, 2022.
[8] Gülriz Sururi, Kıldan İnce Kılıçtan Keskince, Doğan Kitap, 2016.
[9] Metin Solmaz, “Başka Bir Yerlerin Yerlisi: Erkin Koray”, Türkiye’nin 1960’lı Yılları içinde, haz. Mete Kaan Kaynar, İletişim Yayınları, 2021.
[10] Erkin Koray, Mezarlık Gülleri-Bir “Dökümanter’le Karışık” Hikâye Kitabı, Alfa Yayınları, 2006.
[11] Gökhan Atılgan, “‘68’in Kapıları”, Türkiye’nin 1960’lı Yılları içinde, haz. Mete Kaan Kaynar, İletişim Yayınları, 2021.
[12] Theodore Roszak, Bir Karşı Kültür Ansiklopedisi-Teknokratik Toplum ve Gençliğin Muhalefeti Üzerine, çev. Billur Karayalçın, SUB Yayın, 2017.
[13] Kürşat Bumin, "68 Türkiye'de Yaşandı mı?", Birikim Dergisi
[14] Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 8: Sol, İletişim Yayınları, 2018.
[15] Ali Akay, Postmodernizm kitabında Guattari’nin bu deyimi ‘68’i incelediği ‘70’li yıllarda türettiğini yazar. Homojen olmayan, siyasi partilerin, sendikaların egemen olamadıkları bir hareket. Ali Akay, Postmodernizm, L&M Yayınları, 2005.
[16] Tuğrul Eryılmaz, 68’li ve Gazeteci, İletişim Yayınları, 2018.
[17] Nadire Mater, Sokak Güzeldir-68’de Ne Oldu?, Metis Yayınları, 2009.
[18] Ertuğrul Kürkçü, “Türkiye’nin 12 yıl süren 68’i”, 1+1Express
[19] Jim Morrison, Tanrılar-Yeni Yaratıklar, çev. Ogan Güner, Korsan Yayın, 1991.
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 12
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Ahlakı Giyinmek / Anlatılan Onların Şiiridir / Annem Beni Neden Hiç Sevmedi? / Franz K. Âşıkları / İsmi Yad Ruhu Şad Olsun / karakter / Mahrem Günlükler / Milföy ve Arkadaşları / Osmanlı’da Ruh Çağırma / Parazit
Sonraki Yazı
Huzur:
Eleştirel basımlar ve yeni katmanlar
“Mevcut çalışmada matbu ortamı esas alarak ve sanal ortamdan da destekler alarak romanın ağsı yapısı ete kemiğe büründürülürken, 'Bu eleştirel basımın dijital bir versiyonu da olsa verilen emekler çok daha görünür ve kolay takip edilebilir hale gelmez miydi?' sorusu akla geliyor.”