‘68 hareketi ve Türkiye’de hippilik (I):
Açamayan çiçek çocukları
“1940’lı yılların Harlem argosunda siyahilerden daha siyahi gibi davranan beyazlar için de kullanılan hippi terimi, 1965 yılında bir başka San Francisco’lu gazeteci Michael Fallon’un kullanımı ile popülerleşir. O kadar ki, bu popülerliğin artık ticari bir şekle bürünmesinden rahatsız olan hippiler, 6 Ekim 1967’de Haight-Ashbury’nin Buena Vista parkında sembolik bir cenaze töreni düzenleyerek hippiliğin sona erdiğini ilan ederler.”

Hair müzikali, Engin Cezzar-Gülriz Sururi Tiyatrosu, 1971. Fotoğraf: Olcayto Ahmet Tuğsuz arşivi
1
Sinema tarihinin kült filmlerinden Easy Rider’da Jack Nicholson’un canlandırdığı George karakteri şöyle der: “Sakın birine özgür olmadığını söyleme, seni öldürerek ya da sakat bırakarak bunun tersini ispat etmeye çalışacaktır.” Egemen söylem tarafından yutulmuş birine içinde hapsolduğu karanlığı göstermenin, meşhur alegoride mağaradan çıktıktan sonra geri kalanları uyarmak için dönen kişinin aldığı riskle zamanı aşan bir benzerliği var sanırım. “Bu adam onları çözmeye, yukarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu?” diye sormuyor muydu Platon?[1] Politik bir tavra sahip bu repliğe, Peter Fonda’nın filmin özgürlük hakkında değil de özgürlüğün olmayışı hakkında olduğunu söylemesine ilave olarak Wim Wenders da Easy Rider’ı görselliği, müzikleri, Fonda’nın hareketleriyle “güzel olduğu için politik” bulur. Çoğunlukla apolitik bir tavra sahip olmakla eleştirilen hippiliğe dair derinlikli bir bakış açısıdır bu.
Herbert Marcuse, “güzel” olanın, sanat eserinin içerdiği olumsuzlama tavrından dolayı politik olduğundan bahseder.[2] Biçim dışı kendiliğindenliği, dolaysızlığıyla artık bir ses ve dil oyununa dönüşen, John Cage’in, Stockhausen’in ya da Beckett’in eserlerinde örneklerini görebileceğimiz bu radikallikten dolayı politik tavrını yitiren sanat anlayışının zamanı artık sona ermiştir. Reddedilen estetik biçimin geri gelmesiyle birlikte, özellikle özgürlük fikrinin duyusal olarak ortaya çıkışında “güzelliği” bulduğumuzu ifade eder Marcuse. Brecht’in şiirleri kadar Bob Dylan’ın müziğinde ve sözlerinde de bulduğu bu güzellik ya da ruh, eskinin yapay bir canlanması değil, bastırılmış olanın geri dönüşüdür. Müziğin içinde sesin melodiyi kestiği ya da çığlığa çevirdiği yerlerde şarkı artık bir başkaldırı noktasındadır. Sanat ve devrim estetik boyutta kesişmektedirler. Verdi’nin operasından Dylan’ın şarkılarına, Ingres’den Picasso’ya, Flaubert’den Joyce’a ya da Guermentes Düşesi’nden bir hippi kıza kadar ortak olan nitelik “güzel” olmalarıdır.
Güzeldirler, çünkü erotizmi yok eden meta dünyasına ve bu dünyanın beklentilerine karşı bir olumsuzlama barındırırlar. Easy Rider da bu yüzden güzeldir. 1950’li yılların Amerikası’nda dönemin iktidarının “İç Güvenlik Yasası”, “Komünist Kontrol Yasası” gibi baskılarına, tüketimin kitleselleşmeye başlamasıyla oluşan konformist toplumun sessizliğine karşı oluşan Beat Kuşağı’nın itirazı hippilerle kitleselleşirken, estetik biçimi de önem kazanır. Fonda’nın canlandırdığı Wyatt’ın yola çıkarken motorunu durdurup kol saatini atma sahnesi, meta toplumunun tüketime ayarlı zamanına karşı bir olumsuzlama içerdiği için güzeldir.
Easy Rider’ın barındırdığı derinliğin aksine, 1970 yılında hippiliğin karikatürize ve kriminalize edildiği bir film de bizde çekilir: Hippi Perihan. Fehmi Tengiz’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği filmde, Hippiler Kraliçesi olarak bilinen, İstanbul Sirkeci’de bir otel odasında ölü olarak bulunan Perihan Yücel’i Feri Cansel, Perihan’ı içine düştüğü uyuşturucu batağından kurtarmaya çalışan Orhan karakterini de Engin Çağlar canlandırır.
Senaryosu, sahneleri ve oyunculuklarıyla kötü olan filmde bir ibret hikâyesi olarak sunulan Perihan Yücel’in yaşamını neyse ki Ümit Bayazoğlu’nun Ümit Dünyası kitabından okuyabiliriz.[3] Daha önce Uzun İnce Yolcular isimli kitabında[4] “Hippiler Kraliçesi Perihan ve Hippiler Kralı Yener” başlıklı yazısıyla anlattığı Perihan Yücel’i, bu kitabında hakkında edindiği yeni bilgilerle daha geniş bir ölçekte anlatmış Bayazoğlu. Babasının ilk eşine kuma gelen bir annenin çocuğu olan Perihan, babasından gördüğü şiddet ve uğradığı haksızlığa isyan ederek, doğduğu İzmir’den İstanbul’a kaçtığında henüz 17 yaşındadır. Yeğeninin ifadesiyle “‘68 kuşağının özgür ve eşit birey olma hakkını” kullanarak “hayatını kendi ellerine alma cesaretiyle” yola çıkmıştır.
Paulo Coelho, otobiyografik romanı Hippi’de 1970 yılında dünyanın merkezi sayılacak iki yer olduğunu yazar: Londra’daki Piccadilly Circus ve Amsterdam’daki Dam Meydanı.[5] Hippilerin merkez edindiği bu iki yerin Türkiye’deki karşılığı ise İstanbul’da Sultanahmet’tir. Perihan da İstanbul’a geldiği 1968 yılında Sultanahmet’teki ucuz otellerden birine yerleşir. Kısa sürede arkadaş edindiği hippiler tarafından “çok güzel dans ettiği ve sakınmasız gülebildiği için” Hippiler Kraliçesi olarak seçilir. Kraliçenin müdavimi olduğu yerlerden birisi Süleyman Pilder’in (nam-ı diğer Sammy) işlettiği Lale Puding, diğeri ise Hippiler Kralı seçilen Sıtkı Yener Oruç’un lokantasıdır.

Perihan’ın İzmir’den kaçtığı 1968 ile vefat ettiği 1970 yılları arasında yaşadıklarına dair bilgi eksikliğinin yerini, vefatından sonra gazetelerin yalan yanlış bilgileri doldurur. Perihan Yücel’in, dönemin Hürriyet gazetesinin “… belki de aylardan beri ilk defa dün yıkanıp paklandıktan sonra Merkez Efendi Camii avlusu musalla taşına konmuştu…” gibi aşağılayıcı cümlelerle anlattığı cenaze töreninde, Kuran’dan, İncil’den, Tevrat’tan ayetlerin yanı sıra Halil Cibran’dan şiirler de okunur. Ölümünden üç sene sonra Hürriyet gazetesi Perihan’ın ölmediğine, Almanya’da turist gemilerinde hostes olarak çalıştığına, İngiliz malı bir arabası ve Hamburg’da bir evi olduğuna dair yalan bir haberle ismini yeniden gündeme taşır. Belki de “yoldan çıkmış” hippileri “yola getirme” arzusunun ifadesidir bu. Nitekim Perihan’ın ölümünden çok kısa bir süre sonra çekilen, yukarıda andığım filmin final sahnesinde, Perihan’ın cenaze törenine gelen ve hippiliğe tövbe eden arkadaşları ayetler ya da şiirler okumak yerine ant içerler: “Yaşadığımız müddetçe, çalışmanın, iş sahibi olmanın zevkini bütün hippilere aşılayacağız.”
Hippiler için bu zevkin aşıdan ziyade bir zehir olduğu söylenebilir. Ancak bu zehri şifaya dönüştürme yetisine sahip olanlar da vardır. O yıllarda on iki yaşındaki Timothy isimli bir İngiliz çocuğun üzerinde esrarla yakalanarak hapse atılması ortalığı karıştırmış, annesi kararı protesto etmek için Sultanahmet Adliyesi’nin önünde bir çadır kurmuştur. Semtin esnafı olan Sıtkı Yener Oruç hem diğer esnaftan hem de hippilerden para toplayarak çocuk ve annesi için yardım kampanyası düzenler. Perihan’ın kraliçe seçildiği günlerde, babacan tavırlarıyla hippilerin gönlünü kazanan Yener de “Hippiler Kralı” unvanını alır. Babasından kalma kahvehaneyi 1965’te lokantaya çeviren Yener’in dükkânı Yerebatan Sarnıcı’na yakın bir otelin altında olup, tıpkı Pudding Shop gibi, hippilerin merkezlerindendir. Derya Bengi’nin aktardığına göre[6] Yener’de içkinin, yemeğin sabit bir fiyatı yoktur. Sadece kuru fasulyenin piştiği dükkânda kimi zaman tabağına beş lira alırken, kimi zaman da üç tabaktan bir lira alır Yener. Kafasına estiğinde bedava dağıttığı yemekler de cabasıdır. Dünyanın en ucundaki hippiler bile ismini bilir. Onlar onu, o da onları sever. Kendisi de şöyle anlatır zaten:

Yener
Oruç
“Yedi yıldır hippilerle beraberim. Maaile yaşıyoruz birlikte. Bunlar Türkiye’nin propagandasını yapıyorlar. Gerçek turist bunlardır. Ülkemiz bunlardan çok döviz kazanır. Ama bunu kimseye anlatamıyoruz. Bunların yüzünden başım derde girmedi değil. Günlerce karakollarda süründüm. Dükkânım kapandı. Buna rağmen bu işten vazgeçmedim. Hippiler toplumun bunalımından kaçan, istedikleri gibi yaşayan insanlardır. Onların felsefesi insanları sevmek üstüne kurulmuştur, ben bu yüzden onları severim. Ben bunların cennetinde kendimi mutlu hissediyorum.”
Yılların geçmesi ve hippilerin İstanbul’u terk etmesiyle duvarları Pop Art resimlerle süslenmiş lokantanın müşteri profili de değişir. Şarapçı berduşların mekânına dönüşen dükkân bir süre sonra kapanır. Yener de ortadan kaybolur. Ümit Bayazoğlu dükkânda trip resimleri, şiirler, desenlerle dolu bir defterin olduğundan bahseder. Edindiği bilgiye göre defter Yener’in oğlundadır. Doğum ve ölüm tarihinin tespit edilemediğini de ekler Bayazoğlu. Kraliçesinin cenazesini kaldıran Kral sessizce yitip gitse de Zühtü Bayar’ın Filler Mezarlığı isimli romanına Baba Yorgi ismiyle gölgesinin düştüğünü görürüz. Yorgi’nin meyhanesinden bahsedildiği kısım Yener’in dükkânını çağrıştırmaktadır:
“Kendisi gibi bir meyhanecinin oğlu olan Baba Yorgi, aşağı yukarı yirmi beş yıla yakın bir zamandan beri bu küçük, daracık ve pis yeri işletiyor, hippilerle uluslararası gezi yapan öğrencileri burada ağırlıyordu… Kimler gelip geçmemişti ki bu restorandan… 1964’lerde ayaklanan ve 1968 Paris öğrenci hareketinden sonra civcivlenen ilk hipi kuşağının Hindistan yolcuları, gerçek kimliklerini gizleyerek dünya turuna çıkmış ünlü yazarlar ve sanatçılar, Hermann Hesse’nin büyüsüne kapılıp yollara düşenler…”
Baba Yorgi’nin Bismarck sakalıyla anımsattığı Yener’in, Ümit Bayazoğlu’nun bahsettiği defteri romanda da karşımıza çıkar: “‘Yüreğinin kapılarını açmak’… Ira bu sözü çok daha sonraları, soğuk ve yağmurlu bir Aralık öğleden sonrasında gözyaşları içinde Baba Yorgi’nin lokantasındaki anı defterine yazacaktı.”
Romanın kahramanı Mehmet Martı’nın bir dönem ilişki yaşadığı Jill Smith ise Türkiye’ye otuz kilo esrar sokmak suçundan yakalanıp hapse atılan 14 yaşındaki Tommy Denver’in annesidir. Yener’in yardım kampanyası düzenlediği Timothy’i anımsarsak, Zühtü Bayar’ın Yener’den ne kadar etkilenmiş olduğunu da fark ederiz.[7]
Hippilere dikkat kesilenlerden birisi de Reşad Ekrem Koçu’dur. İstanbul Ansiklopedisi’nin “Esrarkeş Turistler” ve son maddesi olan “Gökçınar, Mehmed” başlıklarıyla hippilerin İstanbul maceralarına geniş yer vermiştir.

Koçu, “Esrarkeş Turistler” maddesinde[8] dönemin gazetelerinde hippilerle ilgili çıkan haberlerin koleksiyonunu sunar adeta. Beatnikler ile hippiler arasında kıyafet temelinde bir fark gözetir. Çoğunlukla koyu renk giysiler, bereler ve güneş gözlükleriyle resmedilen beatniklerin yalınayak ve hırpani, hippilerin ise biraz daha düzgün giyindiklerinin notunu düşer. Koçu tarafından da karikatürize edilen beatnik terimini ilk kullanan kişi ise San Francisco’lu gazeteci Herb Caen’dir ve yaygın kanıya göre 1968 yılında, kuşağın takipçilerini aşağılamak amacıyla Sovyetler’in uydusu Sputnik’ten esinlenmiştir. Uyuşturucu ve caz argosu içinde kullanılan “beat” kelimesinden türeyen ve 1950’lerin refah odaklı konformist Amerikan toplumuna karşı çıkan Beat Kuşağı’nın Ginsberg, Kerouac, Burroughs gibi güçlü edebi figürleri olmasına rağmen, kuşağın takipçilerine karşı takınılan bu tavırla ilgili Huddleston şöyle yazar:
“Medya, Beat Kuşağı’nı ne olduğunu kendisi de tam anlayamamışken açıklamaya çalıştı. Toplumu manevi ve hakiki olarak yeniden inşa etme mesajını karanlığa gömen, basite indirgenmiş, gerçek olmayan bir klişenin yayılmasına neden oldu; onları “Beatnik” denen çizgi film karakterlerine dönüştürdü”.[9]
Reklamcılar vasıtasıyla bir ürün haline gelen beatnikler, Hudleston’a göre düzenin alarma geçmesine neden olan bir gençlik hevesi olmuştu. Sultanahmet’i mesken tutan beatniklerin bitliler olarak yaftalanması bir yana, dönemin meşhur ansiklopedisi Meydan Larousse’un Türkiye baskısında da bu alarm hali hissedilir. Ansiklopedi, “Beat” maddesi içinde ele aldığı beatnikleri uyuşturucu maddelere ve caz müziğine düşkün, hırpani ve acayip kılıklı olarak tanımlarken, ayrıca “Bitnik” maddesinde şöyle tarif eder: “Genel davranışları ve hırpani kıyafetleriyle sosyal teşkilattan kopma eğilimi gösteren ve toplumun dışında bir hayat süren genç kız veya genç erkek”.
Kendisine, “Hey Gökçınar, Gökçınar, Hippilerin prensi” diye seslenilen Mehmed Gökçınar ise Koçu’nun deyimiyle “İstanbul malı bir hippidir”.[10] Tek kusuruysa yaşayıp yaşamadığını bilmememizdir. Yakın zamanda Salt Galata’da düzenlenen “Başka Kayda Rastlanmadı” sergisinin düzenleyicilerinden Masum Yıldız’a göre varlığı bile şüpheli olan Mehmed Gökçınar, Koçu’nun müstear isimlerinden birisidir.[11] Her ikisinin de Göztepe’deki aile köşkünü satmaları gibi benzerlikler bulunan yaşam hikâyeleri Masum Yıldız’ı haklı çıkarıyor diyebiliriz. “Güvenilmez bir tarihçi” ama iyi bir hikâye anlatıcısı olan Koçu tarafından yazılan biyografisine göre Gökçınar, 1940’ta Göztepe’de, eski ve kibar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Geçim derdi nedeniyle oturdukları köşkün satılmasından sonra taşındıkları Eyüpsultan’da, mahallesinden tanıdığı birisi vasıtasıyla esrara başladığında henüz on yedi yaşındadır. İçerken yakalanıp bir buçuk yıl Sultanahmet Cezaevi’nde yattıktan sonra yalınayak ve yarı çıplak vaziyette İstanbul sokaklarına dönmüş, ilk olarak mahkemeye başvurup ailesinin soyadını reddederek eski soyadı yerine Gökçınar soyadını almıştır. Askerlik sonrasında İstanbul’u mesken tutan hippilerin arasına karışarak saçını sakalını uzatmış, kurduğu dostluklarla “meşrebince” yaşamaya başlamıştır. 1968’de bir otel sahibinin himayesine girerek otel katipliği yapsa da yaşamından ödün vermemiş, yazılarını ve şiirlerini Çıplak Ayaklarımla İstanbul Sokaklarında Sürterken Acı Hayatım ve Tatlı Hippiciklerim ismi altında toplamıştır. Belki de bir alter ego olarak türettiği Mehmed Gökçınar, Koçu’ya göre ortanın üstünde bir şairdir. “Mektepli”, “Bitik” gibi lakaplarının yanı sıra “Hippi Mehmed” diye de anılan Gökçınar hippiliğe hevesini şiirinde şöyle anlatır:

Koçu
“Bir yanımda İngiliz, on dokuzluk bir Çarles
Bir yanımda İsveçli Hildegard’ın prenses
Omuz döven o uzun saçları altın telli
Çek Hildegard Çarlesim, “Sarıkız”dan bir nefes
Kılıkta kıyafette yok gibidir farkımız
Size “Bitnik” diyorlar, “Bitik” der bana herkes
Ahdım olsun kestirmem bundan sonra saçımı
Olurum yerli malı ben de saçlı bir serkeş
Geçiyor muhabbetle doya doya günlerim
Ey berduş Bitik Mehmet, sözü burda balla kes”
Ansiklopedi’yi tamamlamaya ömrü yetmeyen Koçu’nun, “çoğu otuz yaşına ulaşmamış kızlı oğlanlı genc ve acâib kılıklı ve yine çoğunlukla çıplak ayaklı, pis, dolayısı ile ekserisi de bitli hırpânî turistler” diye aldığı not, konuya olan ilgisinin bitmediğini göstermektedir. “İstanbul’da cinnet geçirmiş bir hippi” olarak tanımladığı Edward Lesli ile ilgili aldığı notu “macerası usta bir kalemin elinde romanlaşabilecek bu adamın akıbeti tesbit edilemedi” diye bitirmesi özel olarak ilgi duyduğu, konuştuğu hippiler olduğunu da gösterir.[12]

Akbaba Mizah Dergisi, Sayı: 4, 18 Ocak 1967.
Gerçek ya da kurgu, bu tip dramatik kimliklerin varlığı alışkın olmayanlar için tedirgin edici olabilir. Ayşen Uysal, toplumsal hareketlerin dolaşımıyla ilgili yazısında Pierre Bourdieu’nün, üretildikleri alanları dolaşıma sokamayacağımız için, ithal/ihraç edilen düşünce ve pratiklerin taşındıkları yerlerde çok farklı biçimler ve sonuçlar doğurabileceğini söylediğini aktarır.[13] Bir karşı kültür pratiği olan hippiliğin Türkiye’deki karşılığı da keşlik, sapkınlık ve kirlilik olarak çoğunlukla alaycı, dışlayıcı ve hakaret doludur. Bir erkeğin saçlarını “karı gibi” uzatması, küpe takması, dövme yaptırması ya da kadınların cinsel özgürlüğü tüm muhafazakâr toplumlarda olduğu gibi burada da dehşet uyandırır. Sağcı basının ünlü kalemlerinden Mehmed Şevket Eygi başyazarı olduğu Bugün’de şöyle yazar:
“Turist para ve refah getirirmiş. Turist altın yumurtlayan tavukmuş. Neler, neler… Ama bize gelenler para değil, umumiyetle bit getiriyorlar. Üstü başı pejmürde, palaspareler içinde, saçı sakalı birbirine karışmış, vaftiz olalıdan bu yana su yüzü görmediği için tekeler gibi pis kokan, köşe başlarında gitar çalıp dilenen bir acayip herifler mi kalkındıracak bu milleti? (…) Hem şaşıyorum. Niçin İslam aleminden turist celbetmek için çalışılmıyor da bütün propaganda hep dinsiz, donsuz, sarhoş ve bitli gâvur turistleri üzerine teksif ediliyor?”
Neyse ki (!) Eygi’nin isteği yıllar sonra karşılık bulmuş görünüyor. Oysa aynı yıllarda Marcuse hippilerle ilgili şunları söylemektedir:

“Onların isyanı püriten bir ahlaka karşı, insanların günde on defa yıkandığı ama aynı zamanda Vietnam’da pirüpak bir şekilde öldürüp yakan Amerikan toplumuna yöneliyor. Saçlarını sakallarını uzatarak, yıkanmayarak, savaşa gitmeyi reddederek bu iki yüzlülüğü sistemli bir biçimde protesto ediyorlar.”[14]
Necmettin Erbakan’ın “Batılılaşmak demek hippileşmek demektir. AP ve CHP bizi hippileştirmek için masonik bir zihniyet içindedir” beyanı, dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın sınır illerindeki valiliklere verdiği “hippi adıyla tanınan, pis kıyafetli ve ekserisi uyuşturucu madde kullanan bitli turistlerin” yurda sokulmaması talimatı ve İzmir Belediye Başkanı Osman Kibar’ın kendisini ziyarete gelen hippileri “bina pirelenir” diyerek kabul etmemesi ise resmî yaklaşımın özetidir. Bu bakış açısı sadece Türkiye’ye özgü değildir elbette. O yıllarda California Valisi olan Ronald Reagan’ın “Hippileri bilmez miyiz? Tarzan gibi giyiniyorlar, Jane gibi saç uzatıyorlar, Çita gibi kokuyorlar” beyanıyla Sovyetler Birliği’nin hippiliği, dış mihrakların işi olan bir fenomen olarak görüp şiddetle bastırmaya çalışması ya da barış işaretinin gamalı haç olarak algılanması için çalışmalar yapmaya vardıracak kadar paranoyaya sahip olması, hippi hareketinin yarattığı korkunun ifadeleridir.[15]
Saçları, kıyafetleri ve yaşam biçimleriyle tepki çeken hippiliğin bu tavırlarının, yukarıdaki Marcuse örneğinde olduğu gibi elbette açıklaması vardır. Paul E. Willis, Aykırı Kültür[16] kitabında hippi kimliğinin tarzını anlatırken görünümleriyle ilgili aydınlatıcı bilgiler verir. Willis’e göre uzun saç hippi kimliğinin merkezî bir ifadesidir. İlk olarak geleneksel topluma karşı özgürlüğün etkili bir beyanıdır. Sonra, organik ve doğal bir toplum yapısının sembolüdür. İnsanın işlevsizleşen doğal özelliklerini sistematik olarak ortadan kaldıran teknolojik materyalizme karşı doğaya dönmeyi, yoğun, deneyimsel, organik bir toplumsal varoluşu sembolize etmektedir. Gözlemlemek için bir müddet hippilerle beraber yaşayan Willis’e göre, 20. yüzyılın faydacı mantığına uygun giyim anlayışını reddeden hippilerin giyim tarzı genel kabullerin yerinden edilmesidir. Kıyafetin sınıfsal temelini yok etmek için pahalı parçalar lekelenip, kirletilip buruşturulurken, eski ve solgun gömlekler, yelekler, pantolonlar yıkanıp temizlenerek giyilirdi. Kışın yalınayak dolaşılırken, yazın koyun derisi montlar ya da hırkalar giyerlerdi. İşlevsel giyim objeleri ifade etmek istedikleri şeylerin göstergeleriydi.
Önder Kosbatar da Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor kitabında hippi erkeklerinin saçlarının “normal” erkek saçından uzun olması gerektiğini belirttikten sonra, kıyafet bahsinde hippilerin ana cadde modasının sentetik maddeleri yerine saf, doğal ve otantik olanı tercih ettiklerini belirtir.[17] Maddi zenginliği reddeden hippi alt kültürü, kıyafette ikinci el seçeneğini öne çıkarmıştır. Kosbatar’a göre bu ikinci el düşkünlüğünü kapitalizmle bir hesaplaşma olarak görmek bile mümkündür. Bir grup San Francisco’lu aktivistin oluşturduğu “Diggers” grubunun, sahiplerinin artık ihtiyaç duymadığı ve başka insanların ihtiyaçlarına sundukları mallarının değiş tokuş mekanları olarak açtıkları free store’lar bu tavrın örneklerindendir.
2
Dünyada ve Türkiye’de muhafazakâr zihniyetin hippiliğe bakış açısının aslında şaşırtıcı bir tarafı yok. Wallerstein’ın belirttiği gibi, devrimci coşkunun içinde yer almasına rağmen siyaseten 1968’in merkezinde olmayan hippilik gibi bir karşı kültür pratiğinin, özellikle Türkiye’de sol siyasetle arasındaki ilişkininse detaylandırılması gerekiyor.[18]
Cüneyt Akalın’ın Düşler ve Gerçekler kitabında[19] yazdığına göre, 1969’da Amerika Birleşik Devletleri’nden Türkiye’ye dönen Halil Berktay’ın Siyasal Bilgiler Fikir Kulübü’nün toplantılarında anlattığı Amerika’daki gençlik mücadelesi çoğunlukla kayıtsızlıkla karşılanır. Arkadaşlarına göre Türkiye’de yaşananların yanında bu öyküleri anlatmak “kampüs Maoculuğundan” başka bir şey değildir. Cüneyt Akalın’a göre dünyadaki örnekleriyle kıyaslandığında, karşı kültür hareketi Türkiye’de sınırlıdır. Kendini blue jean’le, müzikle, çiçekle ifade eden ve tanımlayan özgürlük arayışları, Türkiye’de ‘68’in belirleyici öğelerinden değildir. Türkiye’de demokrasi mücadelesinin havası ve sosyalizmin çekiciliği bu tip bir pratiğe izin vermemiştir. İttihatçı zihniyetten izler taşıdığını kabul ettiği Türkiye solu, hippilik gibi karşı kültür hareketinin ötesinde, dünyadaki diğer ‘68 hareketlerine de ihtiyatla yaklaşmaktadır. Marksist bir ideolojiye sahip olduğu söylenen bu gençlik hareketleri aslında sadece Türkiye solunun değil, dünyadaki diğer komünist partilerin de mesafelendikleri bir fenomendir. Akalın hatırlatır: “Komünistler devrimden korkuyor suçlamasını yapan Sartre değil mi?” Akalın’a göre de bu hareketleri Marksist olarak değil, Liberter olarak nitelendirmek yani örgüt kavramına uzak durarak kitlesel davranmaya çalışan bir anlayış olarak ele almak gerekir. Geniş bir tanım aralığına sahip olan bu kavramı belki de her otorite ve iktidara karşı ortak bir şüpheyle sınırlamak gerekir.
Fatmagül Berktay ise dünyada ‘68’in üç ayağını şöyle sıralar: Politik muhalefet ve cinsel özgürlük / Toplumsal muhalefet ve barışçıl hedonizm / Hippilik. Berktay, bunlardan üçüncüsünün Türkiye’de hiç var olmadığını söyler. Belki çağrıştırdığını düşünerek bir dönem Siyasal Bilgiler’de “egzistansiyalistler” denen, siyah balıkçı yakalı kazaklar ve kadife pantolonlar giyen bir grubun var olduğunu ama kısa sürede ortadan kaybolduğunu da ekler.
Belki de Türkiye solundan önce, kökleri ve yayılma alanıyla birlikte Amerika ve Avrupa solunun bu pratiğe karşı tavrına da bir göz atmak gerekebilir. John Basset McCleary, Hippie Dictionary: A Cultural Encyclopedia of the 1960s and 1970s kitabında hippi terimini ‘60’ların başında San Francisco Haight-Ashbury’ye yerleşmeye başlayan Beat Kuşağı temsilcilerinin, kendilerini model alan, taklit eden gençler için kullandıklarını belirtir. McCleary o yıllarda hippilerin kendilerine hippi demediklerini, bu terimi moda haline getirenlerin medya ve toplum olduğunu yazar.[20] Afro-Amerikan kökenli olup, “bilen” veya “anlayan” anlamlarına gelen “hip” kelimesinin argoda farklı dönemlerde değişen kullanımları olsa da, “havalı” yahut “yenilikçi” gibi anlamları olan “hipster” terimine evrilmesi, hippi teriminin etimolojisini oluşturur.
1940’lı yılların Harlem argosunda siyahilerden daha siyahi gibi davranan beyazlar için de kullanılan terim, 1965 yılında bir başka San Francisco’lu gazeteci Michael Fallon’un kullanımı ile popülerleşir. O kadar ki, bu popülerliğin artık ticari bir şekle bürünmesinden rahatsız olan hippiler, 6 Ekim 1967’de Haight-Ashbury’nin Buena Vista parkında sembolik bir cenaze töreni düzenleyerek hippiliğin sona erdiğini ilan ederler.

6 Ekim 1967’de Haight-Ashbury’de düzenlenen sembolik cenaze töreni.
Akımın uyuşturucular ve cinsellikle kurduğu özgür ilişki sadece toplumun gözünde değil, sol hareketler için de bir sorundur. Hobsbawm devrimle püriten ahlak arasındaki bağı işaret ederek devrimci hareketlerin bireysel özgürlükçülüğü bir sorun olarak gördüğünün altını çizer. En anarşist-özgürlükçü militanların bile ahlaki değerleri, sanıldığı gibi rahatlık içermez. “Anarşistlerin tutkuyla inandığı serbest aşkta içkinin, uyuşturucunun yeri yoktu ve onlara göre serbest aşk, evlilik dışı tekeşlilik anlamına geliyordu.” Hobsbawm, ‘68’in isyancı gençliği içinde eski moda toplumsal devrim modeline yakın olan Maocular, Troçkistler, vb. gibi akımların uyuşturucu, ayrımsız açık cinsellik ya da bireysel düşünce farklılığını ifade eden başka biçim ve simgelere olan tahammülsüzlüğünün nedenini, harekete kazandırmak istedikleri “işçiler”in bu tarz davranışları anlamaması ve tahammül göstermemesi olarak açıklar.

Bu eleştirilerine rağmen, Hobsbawm bu tip kültürel isyan hareketlerinin devrim ya da toplumsal değişimdeki rolü hakkında çok da umutlu değildir. Fransızların genel greve gittiği 1968 Mayısı’nda duvarlara yazılan “Ne kadar sevişirsem o kadar devrim yapmak istiyorum. Ne kadar devrim yaparsam o kadar çok sevişmek istiyorum” gibi yazıların yarattığı etki toplumsal değişim için ikincil derecede önem taşır. Hobsbawm’a göre “Burjuvaziyi şoka uğratmak, ne yazık ki onu devirmekten daha kolaydır”.[21]
Paul E. Willis ise hippilerin çarpıcı ve alternatif yaşam biçimlerinin geleneksel toplumun eleştirisini barındırdığını, ancak bu yaşam tarzının arkasında siyasi bir analiz ya da ifadenin olmaması nedeniyle bu eleştirinin yok olup gittiğini belirtir. Willis hippilerin kültürlerini toplumun köklerinde çalışmaya dalmış tahrip edici bir güç olarak gördüklerini yazar. Onlara göre en başarılı oldukları şey, geleneksel toplumun çocuklarını onların ellerinden almaktır ki, bu geleceğin liderlerini, çalışanlarını ele geçirmek ve böylece geleneksel toplumu zayıflatmak demektir. Ancak hippilerin öznel deneyime verdikleri önem, eşitsizlik ve sömürüyle ilgili her türlü teorik bilgiyi alabora etmektedir. Yine de Stuart Hall gibi düşünürler, barındırdığı kapitalizm karşıtlığını temel alarak hippiliğin devrimci solla diyalektik bir ilişki içinde olduğunu, benzer bir siyasi tavrın alternatif sunumu olduğunu ileri sürmektedirler. Çok da yanlış sayılacak bir düşünce değildir bu. Hippiliğin özellikle Amerika’da giderek ticarileşmesi nedeniyle bir grup hippi tarafından 31 Aralık 1967’de kurulan, siyah zemin üzerine marihuana yaprağı ve kızıl yıldızdan müteşekkil amblemiyle Youth International Party (Uluslarası Gençlik Partisi) ya da daha bilinen ismi ile “Yippiler”, özellikle savaş karşıtı gösterileriyle politik mücadelenin merkezinde yer almaya başlarlar. Ancak tüm estetik sunumlarına rağmen, yaşam biçimleri nedeniyle klasik sol hareketler tarafından çoğu zaman görmezden gelinir yahut kınanırlar. Amerika, Avrupa yahut Türkiye’de hippilerin “devrimci bilince” sahip olmamalarına dair yapılan eleştirilere Kenneth Rexroth şu cümlelerle karşı çıkar: “Devrimci bilinç Marksizmin ABC’sinde izlenen yolun neticesi değildir. Devrimci bilinç çağdaş toplumun umutsuz tezatlarındaki bir tür doğal ifrazattır.”[22]
Hasan Aksakal’a göre ise ‘60’ların ortalarına doğru hippilerin çoğu, kapitalizmi yıkmaktansa aşmanın daha kolay olacağı kanaatindedir. Gelişen teknolojiyle oluşmaya başlayan boş zaman toplumunun muhtemelen kapitalizmle olan bağlantılı kısıtlamaların çoğunu ortadan kaldıracağını düşünmektedirler. Klasik sol anlayıştan ziyade, örgütsüzlüğü, teorisizliğiyle Yeni Sol’a yakın duran bu tip pratikler heyecan uyandırsa da, bir müddet sonra Yeni Sol’un temsilcileri de bu karşı kültür pratiklerine tedbirli yaklaşmaya başlarlar.[23]
Türkiye solu da bu tip radikal tavırlara karşı mesafelidir. Hobsbawm’ın Avrupa soluyla ilgili analizinde de belirttiği gibi, yoldaşlık kurmaya çalıştıkları işçi sınıfının, kazanmaya çalıştığı toplumun kültürel değerlerine aykırı bir tavır, dönemin Türkiye solu için kabul edilemez. 2012 senesinde Depo İstanbul’da açılan “Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu: 1960’larda Müzikli Türkiye” sergisinin küratörü Derya Bengi, Gökhan Akçura’nın sergiyle ilgili sorularını cevaplarken şunları söyler:
“Türkiye solunun hippi görünümünü kabul etmediğini, saçlarını uzatamadığını, blue jean giyemediğini söyleyebiliriz. Özellikle ‘70’li yıllarda çok sert ve sekter olduğu kabul edilir. Dönemin dünya gençliğinin rahatlığını, geçirdiği dönüşümleri benimseyemediğini görürüz. Altmışlı yıllarda dünyada moda haline gelen giyim, saçlar, yaşayış tarzları aslında bizde de büyük kentleri etkilemiş durumda. Ama sol, halkla ilişki kurabilmek için kendi kimliğinden taviz verip bir ortalamayı temsil etmek amacıyla değişim geçiriyor. Özellikle şehirli gençlik için söyleyebiliriz bunu. Saçımı uzatsam mı, uzatmasam mı, İspanyol paça pantolon giysem mi ikilemleri politik tercihler tarafından yönlendiriliyor. Hepsinden vazgeçiliyor ama bıyıklar kalıyor. Bu ‘sol tipi bıyık’ların Alevi geleneğinden geldiğini düşünüyorum. İlginç bir örnek de Cem Karaca’nın Hair’de oynamayı reddetmesi. Önce kabul ettiği bu rolü, saçını uzatması gerektiği ve Hair’in köken olarak Amerika kaynaklı bir müzikal oluşundan dolayı reddediyor. Altmışlar açısından değerlendirirsek, bu bir kimlik arayışının da göstergesi.”[24]
Özge Özdemir’in doktora tezine dayanarak hazırladığı kitabında, o yıllarda aktif mücadelenin içinde bulunan katılımcılardan birisinin John Lennon’ın “Imagine” şarkısı için söyledikleri, sanırım Türkiye sosyalistlerinin bakış açısının özetini sunmaktadır:
“Imagine mesela. Beatles. Dinledim ama tutkunu değilim. Bu arkadaşlar daha çok… Mücadelenin içinde olmayan insanlar çok dinledi bu yabancı grupları. Şimdi biz sıcak mücadelenin içinde olduğumuz için, sürekli kavganın, dövüşün içinde, polisin, işkencenin içinde olduğumuz için bizi tam anlatamıyordu bu şarkılar… Şimdi “Imagine” zaten “hayal et” diyor sana. “Şöyle bir dünya hayal et” diyor. İşte şunun bunun olmadığı. Şunun şunun şöyle olduğu bir dünya hayal et diyor. Aslında sadece “hayal et” diyor. İçinde yok. Biz hem hayal ettik hem içinde olduk. Edilmesi için mücadele ettik biz. Sadece sözde kalmadık.”[25]
Her ne kadar Herbert Marcuse, Marksizme olan tüm ilgisizliklerine rağmen, baskıcı toplum anlayışına karşı çıkmalarından dolayı yarattıkları etkiyle hippiliği çağın tek uygulanabilir toplumsal devrimi olarak görse de,[26] sadece Türkiye’de değil, Amerika’da da ‘68’in daha politik grupları, apolitik saydıkları bu karşı kültür pratiğine karşı mesafelidirler. ‘68’in en geniş tabanlı gençlik hareketi olan SDS’yi (Students For A Democratic Society-Demokratik Bir Toplum İçin Öğrenciler) ele geçirmeye çalışan Maocu PLP’nin (Progressive Labor Party-İlerici İşçi Partisi) hippiler gibi anarşizan alt kültürlere karşı takındığı sekter tavır, partinin hareket içinde yalnızlaşmasına, tasfiye edilmesine, sonunda SDS’nin de bölünmesine yol açmıştır. Tuhaftır ki, aynı tarihlerde Türkiye’de de benzer hikâyeler yaşanır. Düşmanlık algısını sürekli güncelleyen Doğu Perinçek’in bir televizyon programında, Ertuğrul Kürkçü ile ilgili bir soruya verdiği cevap, bu sekter tutumun bir örneğidir:
“Ben onu yürüyüşlerden hippi olduğu için atardım. Tarih de vereyim. 19 Mayıs 1969 yürüyüşüne hippi olarak katıldı. Bu hippileri yürüyüşten atın dedim, attırdım. Bizim yürüyüşlerimize hippiler katılamaz. Onlar bugünkü LGBTİ’ye falan filan varan, çürüme politikasının adamları. Biz de müsaade edin kendi yürüyüşlerimizi kendimiz yapalım.”[27]
NOTLAR:
[1] Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000.
[2] Herbert Marcuse, Karşıdevrim ve Başkaldırı, çev. Gürol Koca-Volkan Ersoy, Ara Yayıncılık, 1991.
[3] Ümit Bayazoğlu, Ümit Dünyası, Tabiat Kitap, 2022.
[4] Ümit Bayazoğlu, Uzun İnce Yolcular-37 Portre, Yapı Kredi Yayınları, 2004.
[5] Paulo Coelho, Hippi, çev. Emrah İmre, Can Yayınları, 2018.
[6] Derya Bengi, 60’lı Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük “Dünya durmadan dönüyor”, Yapı Kredi Yayınları, 2022.
[7] Zühtü Bayar, Filler Mezarlığı, Stüdyo İmge Yayınları, 1991.
[8] Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 10, 1971.
[9] Diane Huddleston, Beat Kuşağı: Hippi Değil Hipster, çev. Burcu Denizci, SUB Yayın, 2016.
[10] Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 11, 1974.
[11] İlayda Güler, "Başka Kayda Rastlanmadı: Heyecanı ve hüznüyle Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul’undan notlar", bantmag.com
[12] Salt Online tarafından yayımlanan gönderi, LinkedIn
[13] Ayşen Uysal, “Mayıs 68 ve Toplumsal Hareketlerin Uluslararası Dolaşımı”, İsyan, Devrim, Özgürlük içinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2019.
[14] "Tarih 15 Mayıs 1968: Le Monde Soruyor, Herbert Marcuse Anlatıyor: İçgüdüsel Bir Zaruret", 1+1 Express
[15] Murat Türker, "Savaşma Seviş", bianet.org
[16] Paul E. Willis, Aykırı Kültür, çev. Gökben Demirbaş, Ayrıntı Yayınları, 2022.
[17] Önder Kosbatar, Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor?, Altıkırkbeş Yayın, 2012.
[18] Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 293, Mayıs 2018.
[19] Cüneyt Akalın, Düşler ve Gerçekler: Tanıklarıyla Dünya’da ve Türkiye’de 68, Sarmal Yayınları, 1995.
[20] John Basset McCleary, Hippie Dictionary: A Cultural Encyclopedia of the 1960s and 1970s, Ten Speed Press, 2004.
[21] Eric J. Hobsbawm, Sıra Dışı İnsanlar-Direniş, çev. Işıtan Gündüz, İsyan ve Caz, Yordam Kitap, 2016.
[22] Kenneth Rexroth, Karşı Kültürün Temelleri, çev. Sezgin Kaymaz, SUB Yayın, 2016.
[23] Hasan Aksakal, "Hippieler, Rock'n'Roll ve 'Savaşma, Seviş' Ethosu", ekdergi.com
[24] Gökhan Akçura, "Derya Bengi ile Söyleşi - 60 Watt Elektrik: İki Darbe Arası Müzik Tarihi"
[25] Özge Özdemir, Geçmişin İzleri-Altmışlı ve Yetmişli Yılların Kolektif Belleği, İletişim Yayınları, 2023.
[26] Benzer şekilde Erich Fromm da hippiliği tarihin en tutarlı toplumsal hareketi olarak nitelendirir. Ancak bu “toplumsal hareket” tanımının, karşı kültür içinde yer alan bir tavır söz konusu olduğunda çok da doğru bir tanım olmadığını düşünüyorum. Teorisiz ve paradokslarla dolu bir pratiğin “hareket” niteliğinin zafiyeti gayet görünür haldedir.
[27] Doğu Perinçek: "19 Mayıs 1969 yürüyüşünden Ertuğrul Kürkçü'yü hippi olduğu için attırdım", T24

Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 11
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Arıların Tarihi / Arşivden Lezzetler / Ateizmin Ruhu / Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar / Gençlik Hazları / Günce / Ordesa / Ruhi Su / “Selam Metin, Ben Berceste” / Umutsuz Zamanlarda Umut
Sonraki Yazı

Nur Saka’nın şiirleri:
Bir devrim alanı olarak annelik
“Şiirini bir 'bir düzeltme edimi' olarak geliştiriyor Saka. Halihazırdaki kadın-erkek / anne-oğul toplumsal kodlarını yeni mod’a uygulayarak tümden tarihselleştiriyor ve tarihte kalmasının yolunun taşlarını örüyor. Böylece de erkekliğin sonu çok kötü noktalara varan yörüngesini başka yönlere mecbur kıldıracak 'sapma müdahalesi'ni gerçekleştiriyor.”