6. Mardin Bienali küratörü Ali Akay ile söyleşi:
“Mezopotamya’nın rüzgârının ve ovasının öznelliği”
“Benim perspektifimle belki de Mardin’de oturan entelektüel ve sanatçıların bakışı aynı olmayabilir. Bunu çok doğal karşılıyorum ama onlara hatırlatmak isterim ki, gitgide zamanın hâkim öğe olmaktan çıkıp yerini doğaya bırakmış olduğunu izlemekteyiz.”

Güneş Terkol'un 6. Mardin Bienali'nde sergilenen tül eserleri. (Fotoğraf: Monica Fritz)
“Bienal Günlüğü” adlı metninizde sanatçı ve düşünürün rollerini yakınlaştırıyorsunuz. Bir tür Deha figürünü geri çağırmak mı oluyor bu? Sizce yakın tarihte nasıl bir değişim oldu da daha uzaklara bakarken sosyal ve siyasal fenomenleri yok saymadan Mardin’i oyun dışına çıkarmak mümkün oldu?
İlk olarak sorular içinde önce şu var: Mardin’i bir coğrafya, bir rüzgâr ve ovanın öznelliği olarak ele aldığımı hem metnimde hem açılış konuşmasında yaptım. Bu ne demek? Burada öne çıkan yerel kültürler, yemek biçimleri, konuşulan diller, inançlar, insanlar değil. Hep vurguladığım gibi ana problemimizin yerel siyaset değil ama genel bir ekosistem bozukluğu olduğunu ileri sürdüm ve vurgulamaya da devam ediyorum. Bundan birkaç sene evvel yazmış olduğum yazıda vektörlerin değişmekte olduğunu ve hatta artık değiştiğini yazmıştım. Kartezyen insan öznesinin nesne doğa karşısındaki anlayışından çıktık ve çıkmak zorundayız. Bugün ana problemimiz iklimler, ekosistemin bozulması, doğanın insan eliyle yok edilmesi – bir şehrin eğlenceli veya acıklı olması, acılarını yaşaması veya tatlı anıların tekrar canlanması değil. Bunlar çok güzel şeyler, işin içinde güzel anılar olduğu zaman. Acıların, yaraların izi kalır, zaman geçer. Ama doğanın zamanı geçtiği zaman insanlar yemek yiyemez, su içemez. Yani yaşam kıtlığı başlar. Bu kıtlık içinde insanın nefes alma imkânları yok olmaya başlar.
Bugünün ana sorunu olarak, Antroposen dünyasından ve bu dünyanın sermaye tarafından –insanların çalıştırılması ve sömürüsüyle birlikte (Kapitolesen)– yok edilmesinden söz etmeyi tercih ediyorum.Evet, bunları hiç görmek istemeyenler olabilir. Kendi dillerini, kendi kültürlerini kendi yörelerinde yaşamak isteyenler de olabilir. Bunlar büyük sorunlar elbette. Ama bugünkü asıl büyük sorun, eğer su veya hava yoksa bu kültürlerin de yaşayamayacağıdır. Bunu anlamak lazım. Ama kolay değil: İnsanların kendi iç ve yerel problemleri tabii ki ön planda. Ama ben bir sosyolog ve küratör olarak daha geniş bir perspektiften bakmayı tercih ediyorum. Ve özellikle 19. yüzyıldan bugüne arta kalan bir teorinin içinde kalmamaktan yanayım. Bunun için otuz küsür yıldır aynı konuları ve aynı kavramları ele almaktayım. Benim sorunum bu. 1990 yılında Félix Guattari’nin Üç Ekoloji kitabını çevirdiğimden ve doğal sözleşmeden bahsettiğimden beri ve bugün Balkan dağlarının veyahut Mezopotamya’nın rüzgârının ve ovasının öznelliği üzerine düşünmeyi hep diğer öznelliklere tercih ediyorum. Bunu çok söyledim. Ve duyurmakta ısrar ediyorum.
Benim perspektifimle belki de Mardin’de oturan entelektüel ve sanatçıların bakışı aynı olmayabilir. Bunu çok doğal karşılıyorum ama onlara hatırlatmak isterim ki, 1867 yılında Marx, Kapital’i yazdığında, bugüne ait bir konuyu ele almıştı. İnsan ve doğa arasındaki insani emeğin bir süreç olduğunu söylüyordu; bu süreçte insan doğayla birlikte kendi eyleminin etkisiyle doğanın metabolizmasını ve kendi metabolizmasını kontrol ediyor ve kurallaştırıyordu. Yani bir doğal maddenin karşısında kendi doğal gücünü ortaya koyuyordu. Sanırım bunu sol cenahın bir kısmı ıskaladı. Oysa gitgide zamanın hâkim öğe olmaktan çıkıp yerini doğaya bırakmış olduğunu izlemekteyiz. İnsan ilişkileri, zamanın içinden geçen feodal şef, burjuva-kapitalist veya işçi gibi kategorilere sığmıyor. Neo-liberalizm “dünyasallaşmaktan” bahsediyor, yani “küreselleşme”. Bunlar coğrafya kavramları. Bugün “Küresel Güney” diye yine coğrafi bir kavram hâkim vaziyette: Bu eski “Üçüncü Dünya”. Sayılardan ve siyasi tutumlardan çok coğrafi yerlerden söz etmekteyiz. Bütün bunlara bakarak coğrafyanın öznelliğinin bugün içinden geçtiğimiz vaziyetin nasıl bir parçası olduğunu görmek mümkün. Zaten köyler yerlerini banliyölere bırakmış vaziyette. Gecekondulaşmanın yerine artık şehirlerin çeperindeki espaslarda yeni TOKİ’ler yapılıyor. Herkes şehirli olmuş veya aynı espasta oturuyor.

6. Mardin Bienali ile ilgili çok romantik, kendi heyecanlarını yaşayan eleştirel yazılar okuyorum. Bazıları Bienali görmeyenlerin yazıları. Kimisi açıklıyor zaten görmediğini. Fakat bienalde ne olduğunu anlamaktan çok, bu insanlar kendi kafalarındakini bulmaya çalışıyor olsalar gerek. Bugün, 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyıl başındaki Kant’ın “eleştirel yargı” düşüncesinin çok uzağındayız. Felsefe eğitiminin çok zayıf olduğu ülkemizde kavramlar, dönemlere ait oldukları unutulan kelimeler olarak kalıyor. 21. yüzyıl eleştirel yargı çağı olmaktan çok uzak. Sosyoloji bunu farklı kültüre ve etnik yapılara bakarak ‘80’li ‘90’lı yıllarda anlamıştı. “Anlama” üzerine bakılmalı artık. Yargılama, yargı gücünün eleştirisi değil. Mahkemeler zaten ne halde, görmekteyiz. Birbirlerini anlayan insanların anlama niyetlerinin açılması siyaset ve sosyolojinin konusu oldu o yıllarda. Tam da bu sırada ötekinden geçen bakış kendi kimliklerinden dışarı çıkmaya başladı. Her zaman siyasi, sosyal ve dinî bir dert haline gelen kimliklerden soyunmak bu dönemin bir parçasıydı. Ben de 35 yıldır bu kavram üzerine (kimliksizleşme) yazıyorum, sergi yapıyorum, konuşuyorum. Bunu benden yeni duymuş olanlar olabilir. Ama beni daha evvel okuyanlar, derslerime girenler, konuşmalarımı veya sergilerimi takip edenler bundan haberdardırlar. Mardin’dekiler belki bunun dışında mıdır? Hiç sanmıyorum.
Bienali kurma sürecinde ve açıldıktan sonra o şehrin insanlarından ve yakın şehirlerden gelenlerden o kadar çok teşekkür ve övgü aldım ki, bu bana yerel halkın karşılaştığı eserlerle ne kadar uyum sağladığını gösterdi, ne kadar sanata meraklı olduklarını anlattı. Onlarla hayatımda çektirmediğim kadar fotoğraf çektirdim. Bunlar beni onurlandırdı. Bu bence benim için çok güzel ve hoş bir şey. Diğer kültür ve kimlik üzerinden, yerellik üzerinden eleştirileri ise saygıyla karşılayıp bir tarafa bırakıyorum.

6. Mardin Bienali açılışı, 14 Mayıs 2024. Fotoğraf: 6. Mardin Bienali, www.mardinbienali.org
Aynı sorunun bir başka parçası olan “yukarı çıkarttığım” veya aslında tam olarak “havaya kaldırdığım” olarak adlandırdığım sanatçının dahi olması falan değil. Bu çok açıktı ama tam anlayamadım nereden çıkarttın bunu? Şehri havaya kaldırmak dediğim şey, edebiyatta “büyüsel gerçeklik” veya “bilimkurgu” olarak adlandırılır. Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı Efsanesi’nde yazdığı gibi “yıldızlar kaynaştılar, bir inip bir çıktılar Ağrı’ya. Ağrı indi kalktı, yıldızlarla karman çorman oldu”… Diğer yandan da Fransız sanatçı Pierre Huyghe’ün bir eserine gönderme yaparak bu ibareyi kullandım. Burada havaya kalkan bir uzay mekiği gibi bilimkurgu kitaplarında yahut filmlerinde görüleceği gibi şehrin yukarı doğru kalkmasından, bir füze gibi yükselmesinden bahsediyordum; bu bir metafor, “gerçekdışı gerçeküstü” olan bir metafor. Ama bienalin kendi çerçevesi içindeki sanatçıların birbirleriyle girmiş oldukları beyinsel ilişkilerden yani Gabriel Tarde’ın bahsetmiş olduğu sosyolojik anlamda “beyinler-arası” ilişkilerden başlayan, kendi içinde kapalı ama dışarıyla ilişkisinde de yine aynı Gabriel Tarde’ın kullanmış olduğu, Leibniz’ci anlamında “monadların ne kapısı ne penceresi olan” değil, tam tersine bütün deliklerden nefes alarak dışarıya çıkan ve dışarısını içeriye alan, içerisi ve dışarısının diyalektik ilişkisinden bahsetmekteydim. Eski bir öğrencim olarak bu söylediklerimden herhalde haberin vardı. Yıllarca Simondon ve Tarde anlattım. Bunları hatırlarsın diye düşündüm. Hatta Birleşmeyen Sentez adlı, Yapı Kredi Yayınları’ndan yıllar evvel çıkan kitabımda da bunlardan bahsediyordum. O bakımdan “dâhi” veya “dehadan” bahsettiğimi düşünmene çok şaşırdım. Sorunun içindeki üçüncü kısmı, yani tek sorudaki üçüncü soruyu şu şekilde cevaplandırayım: Yukarıda cevaplarıma başlarken söylediğim gibi, değişen şey “vektörler” Mahmut. Siyasetin insan merkezli bakışından sıyrılan bir dünyanın içine girdiğimiz. Bununla boğuşan çok insan var. Hâlâ kültür ve kimliklerle veya dillerle uğraşanlar tabii var. Ve bu da gayet tabii meşru olmaya devam etmekte. Ama Michel Serres’in Doğayla Sözleşme adlı kitabında belirtmiş olduğu gibi, yani daha 1990 yılında göstermiş olduğu gibi, Goya’nın tablosundaki sopalarla dövüşen iki insanın birbirlerini bataklığa çekmesinden başka bir şey ortaya çıkmıyor bu kavgalarda. Burada bir şeyi daha vurgulayayım, kavgayla mücadele arasındaki farkı: Mücadele hak arama ve haksızlığa karşı yürütülen bir eylemken, kavga iki tarafın arasında, herhangi birinin başlatmış olduğu birbirlerine saldırma eyleminden başka bir şey değil. Mücadele ne kadar değerliyse kavga da o kadar bana değersiz görünüyor.
Kimliksizleşmeyi ısrarla öne sürüyorsunuz. Önerinizin, uluslararası kimlik kazanmış bunca cv’si yüksek sanatçıyla gerçekleşmesinin imkânı nedir?
Burada da tam anlamadığım bir şey var galiba Mahmut. Kimlikler sosyolojik, dinî, etnik ve siyasi kimliklerdir; burada bir “sanatçı kimliğinden” bahsetmiyoruz. Zaten bu kavram da kendi içinde pek tutarlı değil, sanatçının bir kimliği olması gerekmez; kimlik bir kişinin bağlı bulunduğu ülkenin verdiği kimlik numarasına, adresine ve buna benzer şeylere dair bir kelime. Sanatçının kendisi zaten sanatçı ve sanatçı kimliği diye bir kavrama ihtiyacı yok. Türkiye’de kullanılıyor ama bence yanlış; birinin mesleğinin kimliği, ne bileyim sosyal kimliği, felsefeci kimliği gibi bir kimlik zaten mevzubahis değil. Benim bahsettiğim ve herkesin de söz konusu ettiği kolektif kimlikler, yerel, milli, etnik, dinî, cinsiyet gibi kimlikler.

Yine metninizde dekolonyal bir yapıbozuma değiniyorsunuz…
Birçok eser için bu konu söz konusu: Dekolonyal durum ele alınıyor. İlk örnek olarak mesela, Bouchra Khalili’nin iki video eseri (tekli Anya ve üçlü bir video, The Speech Series) de bu konuyla alakalı; göç, mültecilik ve kolonyal devletlerin eski kolonileriyle birlikte bugün devam eden ilişkileri ele alınmakta. Türkiye kolonyal bir devlet olmadı veya olamadı. Toprak işgaliyle sömürgeciliği ayırmak gerekiyor: İki ayrı talan unsuru. Modern “göç-sonrası” toplum şehre kendi kültürünü getirdi. Eserlerden birkaç örnek daha verirsem: Sezer Paker’in Petrikor adlı eserinde kelime asıl doğaya ait. Yağmur sonrası toprağın bıraktığı kokuyu ifade etmekte. Ama hem de “1915 Tehciri” söz konusu.
Bilimkurgu olarak tasarlanan eserinde hem de bugünkü mülteci tekneleriyle suların altında kalacak olan gelecek dünyası yan yana işlemekteler. İnsanın kolonize etmiş olduğu doğanın ele alındığı Laurent Grasso’nun iki video eseri Anima ve Artificialis, Antroposen ile alakalı. Bunlar birbirleriyle dolaysız bir şekilde ilişkide olan sorunlar. İlk İspanyol ve Portekiz sömürgelerinin Amerika kıtasının bulunmasından itibaren başlayan bir süreç. Yerlilerin yok edilmesi ve Kuzey Amerikalı yerlilerin –19. yüzyılda başlayan ve 21. yüzyılda hâlâ devam eden– sermayenin gücüne karşı direnme çabaları ve yok olmaları tarihi burada yatıyor. Bruno Serralongue’un Kuzey Dakota’daki yerli kabilelerinin topraklarından geçecek boruya karşı verdikleri mücadele, toprak mücadelesi ve aynı zamanda Kuzey Amerikalı yerlilerin sömürge tarihine bağlı olarak işliyor. Büke Uras’ın enstalasyonu, Efemera adlı yerleştirmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. yüzyılın başında, “Batılılar sömürge yapıyor ve modernleşiyor” anlayışıyla Batılılaşma adına geliştirmiş olduğu başarısız Libya’yı sömürgeleştirme politikasının Trablusgarp savaşıyla 1912 yılında bitmesinin hikâyesini görselleştiriyor. Michele Ciacciofera’nın kamusal alana davet enstalasyonu barış önermesi taşıyor (zeytin ağacı). Nasan Tur’un “yanık” halısı acı ve güzelliği yan yana getiriyor. Ahmet Öğüt’ün kurgusal sanatçı portreleri “postkolonyal” dünyayla bugün “Yapay Zekâ” konusunu çağrıştırıyor. Güneş Terkol’un mülteci kadınlarla yaptığı çalıştaylar sonrasında ortaya çıkan eserleri. Örnekleri çoğaltabilirim ama burada bu kadarla yeterli olacağını sanıyorum ama izleyiciler baktıkları zaman bu sürecin içindeki diğer eserleri de görebilirler.

Ayşe Erkmen’in Artnewspaper dergisindeki açıklamasını kafa karıştırıcı buldum. Sizce Erkmen, Mardin Ovası’nı barışın hâkim olduğu topraklar olarak mı görüyor?
Ayşe Erkmen ile görüşmemizde bana çizimlerini gösterdi ve enstalasyonunu bu çizimler üzerine gerçekleştirdi. Niçin “kafa karıştırıcı” olduğunu bu anlamda pek anlamadım; ama sorduğun soruya cevap olarak, Ayşe Erkmen yerine konuşarak onun eserini yorumlamaya kalkarsam, Mardin Ovası’nı barışın hâkim olduğu bir toprak olarak görmediğini söyleyebilirim. Ayrıca barış bayrağı sembolü olan beyaz, uzun bir kumaş büyük taşlarla ezilmektedir burada. Neden öyle düşünsün ki? Ama bienalin kavramı içinde bakarsak asıl meseleye, çok “daha uzaklara” bakarak, sınırın ötesine doğru bakmaya geliniyor: Sınırların ötesine doğru gidiyor, gidiyor. Ve bugün ve dün orada yaşanmış savaşlara, bugünkü Ortadoğu’ya, İsrail’de, Filistin topraklarında 7 Ekim’deki vahşetle Hamas’a ve hemen sonrasında başka bir vahşetle Netanyahu savaşına ve buna benzer her türlü gerilim politikalarına, Irak savaşına, DAEŞ meselesine, vb... Bütün bunlara, hem tarihe hem de şimdiki zamana doğru baktığını ve bunların dışında “Barış’ı bir önerme, bir eser olarak göstermek istediğini söyleyebilirim.Onun eserini bu şekilde yorumlayabilirim.
Dekolonizasyon bağlamında aklıma takılan işlerden bir diğeri de Nil Yalter’in işi. Yalter videolarında asimilasyona mı dikkat çekiyor?
Sanatçılar işlerinde direkt bir şey göstermek istemezler genelde. Benim sevdiğim tipteki sanatçılar bunu yapanlardır ve 6. Mardin Bienali’nde benim seçmiş olduğum sanatçıların hemen hemen hepsi bu şekilde eserler ortaya çıkarttılar. Direkt olarak konuşma, gösterme değil, tam tersini ele alan eserler var bu bienalde: Sanırım Pop-Art’tan Doğu Bloğu’nun Sot-Art’ına kadar 1990’larda bir furya oldu. Ancak bugün bu dönemin arkada kaldığı bir sanat dünyasındayız. “Düğüm Düşüncesi” olarak adlandırdığım (kitap olmak üzere beklemekte) müphemliğin (tarafsız bir belirsizlik) üzerinden geçerek bir refleksiyonda bulunma, bence “iyi sanatçının” eser yapma biçimidir. Eserlere bakıldığında, hemen direkt olarak eseri okuyamayan izleyiciler olabilir; ama sanatın yapılma biçimi tam da bu direkt olarak okunmayanlar üzerinden gerçekleşmektedir. Aklıma dostum, rahmetli Orhan Taylan’ın çok güzel bir ifadesi geliyor: “Afiş hemen kendini okutur, sanat eseri ise zamana bırakılır ve sadece düşündürmelidir.” O bakımdan, bu sene Venedik Bienali’nde Altın Aslan “Hayat Boyu Başarı Ödülü”ne layık olan, Mısır doğumlu sanatçı Nil Yalter’in eserleri de, aynı şekilde, bazılarının eğitim olarak ve senin de dekolonyal bağlamında, “asimilasyona dikkat çekme” olarak gördüğün şekilde söz konusu müphemliği taşıyor. Yalter, Diyarbakır’a ve Mardin’e ait kadınlarla yapmış olduğu video eserlerini izleyicilerle buluşturuyor. Eseri yapan biraz da izleyici değil midir? Eseri okumanın ne kadar çeşitli olduğunun güzel bir göstergesi oldu bu eser, senin bu sorunla.

Bir turist için büyüleyici olsa da, kavramsal derdi olan bir sanatsal etkinlik için salt Eski Mardin yerine, Yeni Mardin’e veya yanı başındaki devasa nüfuslu Kızıltepe ilçesine de iş yerleştirmek bu bienali kentle daha sahici bir ilişkiye sokmaz mıydı?
Her küratörün bienal çerçevesinde mekânları seçme imkânı var. Ben bu bienalde on yer seçtim; bunlar eski Mardin’de. Hepsi de tarihî ve zor yerler yerleştirmek açısından bakıldığında. Bazı yerler ilk defa 6. Mardin Binali ile birlikte bu oluşuma katıldı. O bakımdan, zaten tek hat (1. Cadde ve aşağıya doğru küçük inişler ve yukarıya doğru çıkışlar) üzerinde olması, gezmesi zor olan bir hattı kolaylaştırmaktadır. Eğer Sabancı Müzesi’nin ve Kervansaray’ın yanındaki Artuklu Üniversitesi binası imkânı olsaydı tek mekân da seçebilirdim. Bienalin bazı eserlerini Kızıltepe’ye taşımak zordur. Bienal çerçevesinden eseri ayırmak gibi olacaktır. Gidilmesi yürüme dışı bir hatta olunca zorlanır izleyici. Bu bakımdan Kızıltepe daha evvel gittiğim gördüğüm ve konferans verdiğim yer, biliyorsun, bu bakımdan seçmeyi istemedim. Kızıltepe’de bir sinema söz konusu olacaktı. Ama bir türlü gerçekleşemedi.
Bugüne kadar Mardin’de yapılan beş bienalde de bölgenin yaşamsal problemleri hiç gündeme gelmemiş. Genellikle çok kültürlü, mimari, mitolojik, efsuni meseleler gündeme alınmış. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Daha evvelki bienallerin hepsini bilmiyorum, başından beri olanları. Ancak bu bahsetmiş olduğun meseleler benim meselelerim değil. Broşürde benim meselemi anlatıyorum. Ne büyü, ne efsun. Ama bilimkurguyla gerçeğin yan yana gelmesidir. En baştaki soruda benim meselemin ne olduğunu uzunca anlattım. Bu arada şunu da hatırlatayım: Bienallerle önce sanat tarihçisi Hedwig Fijen tarafından ‘90’lı yıllarda tasarlanan ve 1996’da Rotterdam’da başlatılan, sadece Avrupa’daki çelişkileri vurgulamaya yönelik Manifesta’nın yapısı aynı değildir. Öncelikle, bienallerin kavramsal çerçevesinin illa serginin yapıldığı yerle alakalı olması zorunluluğu yok, bu tip bir yerel yaklaşım ilk olarak ‘96’da başlayan Manifesta için geçerliydi. Eserlerin bazıları Manifesta’nın yapıldığı şehirlerdeki sorunlar ve çelişkiler üzerinden gösteriliyordu; ama bu her eser için geçerli olmadı. Manifesta’da sadece çelişkili yerler söz konusu ediliyordu. Ama zaten Kıbrıs söz konusu olduğunda Manifesta sergisi gerçekleşemedi bile.
-1388475512.jpeg)
Mardin’de konuşulan dillerin Bienal metinlerinde ve duyurularında yer almamasını neye bağlamalıyız?
Mardin’de konuşulan dillerin metinlerinde yer almamasını bana sormak bana tuhaf gelmekte. Bilmediğim, kontrol edemediğim, tercümesinin nasıl olduğunu bilemediğim bir dili, bilinçsiz bir şekilde kullanmamı istemektir bu. Ben bilmediğim dillerle ve konularla ilgili bir şey yapmanın ne sanatsal ne de bilimsel olabileceğini düşünüyorum. Ayrıca Ahmet Öğüt, Kürtçe bilen bir sanatçı olarak, kendi eserinin etiketini Türkçe İngilizce ve Kürtçe olarak yazdı. Yapmış olduğu portrelerin kimler olduğuna dair yazıyı bu dillerde ekledi. Kürtçeyi bilen, 20 yıldan fazla tanıdığım birisi, dolayısıyla ona güvendiğimden dolayı eserinin yanına etiket olarak yerleştirdi. Ayrıca 6. Mardin Bienali çerçevesinde yapılan iki günlük konferans dizisi filozofların, sanatçıların, sosyologların, müze müdürlerinin katılımlarıyla gerçekleşti. Sanatın ve yaratının sürecine dair yeni düşünceler ortaya kondu. Bu konuşmalar Bienalin yaratıcı gücü üzerine bir bakıştı. Entelektüel düşünce ve sanat felsefesi söz konusu olduğunda kimsenin bir satır yazdığını görmedim. Neden? Çok mu aşıyordu yazı yazanların bilgisini ve ilgisini, sanatçıların ve konferansçıların yaptıklarını ve söylediklerini takip etmek?
Bienali sömürgeci bir pratik olarak ele alan birçok eleştiri yazısı çıktı. Örneğin Bianet’te Serdar Korucu ile Şeyhmus Diken’in, velvele.com’dan da Hazan Özturan’ın eleştirileri. Bu eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sen bunları bana yollamışsın. Teşekkür ederim öncelikle. İlk onu sorduğuna göre Serdar Korucu’nun metniyle başlayayım. Ona baktım. Daha en baştan bienalle ilgisi olmayan bir olaydan söz ettiğini gördüm ve üzerime almadım. Davetli olmayan birinin bienal dışından bir etkinliğe katılmasının benim yaptığım bienalle hiçbir ilgisi yok. Bir barda yapılan bir etkinlikten söz edilmekte. Gitmedim ve orada değildim ve zaten oraya davetli de değildim. Davetli olmadığım yere gitmem. Ama bienale izleyici olarak gelenler ve bara gidenler, bienal çerçevesi içine girmek isteyenler olabiliyor demek ki! Bienalle bienal içinde olmayanı yan yana ele almak, senin deyiminle “kafa karışıklığı” yaratmaktan öteye gidemez. Diğer yandan Frantz Fanon’dan yapılan alıntı benim konumun içine girdiği için ilginç buluyorum. Ancak 1954-62 yılları arasında Cezayir kurtuluş hareketi ve Fransız sömürgeciliğiyle ilgili bu savaş F. Fanon’un sonucunu görmediği bir savaştı. Bouchra Khalili’nin eserine baksaydı sanırım görmek istediğini görebilirdi kendisi. Bu sergi, içinde direkt anlatısı olmayan siyasi eserlerin olduğu bir bienal ve uluslararası bir düzenlemeyi tercih eden bir bienal. Hem teorik bir bakışı var hem de sadece Türkiye’yi ilgilendiren konularla sınırlı değil. Uluslararası bir çeşitlilik taşıyor. Dolayısıyla söz konusu direnmelerse, bunlar her yerde var. Bu sadece bize ait bir durumu ortaya koymamaktadır. Bir de Kervansaray’da, mekânın dışındaki duvara yapıştırılmış afişler bienale aitmiş gibi bir görüntü verilmek istiyor sanırım. Şehir turizmi ve yan sergiler üzerine odaklanmış bir yazı diye okudum onun yazısını.

Şeyhmus Diken’in yazısı ise ders verir bir tarzda yazılmış. Kendisini saygın biri olarak bilirim. Tanışıklığım yoktur. Yazısının pek ciddiyet taşımaması ve benim yabancı olduğum şekilde bir üslupta yazması, metnin içinde çağdaş sanatlarla, bienaldeki eserlerle ilgili tek satırın bulunmaması beni biraz şaşırttı. Hegel’in “efendi köle diyalektiğinin”, ne demekse “Mardin müstemlekesinin” buradaki bienalle ilgisini kuramadığımı söyleyebilirim. (Baba Zula olarak yazdığı Esma ve Murat Ertel bu bienale isimleriyle katıldılar, grupları yoktu. Burada ikisinin performansı söz konusu; dolayısıyla yazar yanlış bilgilendirilmiş, kimden enformasyon alıyorsa… Ayrıca, kopuzu Orta Asya sembolü olarak almak başka bir mesele. Devletle sanatçı müzisyen aynı özel ve tüzel kişilik değiller. Bu ayrımları yapamayan bir yazarın biraz düşünmesi gerekebilir) Genel gibi yazılmış ama yereli işaret ediyor. Neden bu konuyu yazdığını o bakımdan anladım, ama yazısının benim broşür yazımla ve bienalle ilişkisini kurmakta çok zorlandım. Ne yazık ki, bu yazı bana, birisinin bilmediği konular üzerine yazmak isteğini düşündürttü. Son cümleye bakarsak: “6. Mardin Bienali’ndeki kimi ‘iyi’ olduğu ifade edilen ‘iş’lerden azadedir yazdıklarım.” Yani kendisinin görmediği veya değerlendiremediği, ama kulaktan işittiği şeyler üzerine (ona “ifade edilmiş”) bir yazı bu. Spinoza’yı düşündürüyor bana: “Birinci tür bilgi”: Kulaktan dolma bilgi. Bu yazdıklarını bir sosyal bilimler platformunda tartışma imkânı olsaydı tartışabilirdim. Ama bienal sanatlarla ilgili ve bu tartışmanın yeri değil. Mardinliler susmadılar yazarın düşündüğünün tersine. Sanatı anlamaya çalıştılar, eserlerden zevk aldılar ve eserlerle fotoğraflar çekerek onları belgelediler. Gezdiler. Bir tanıdığımın ifade ettiği şekliyle, “Halkla entegre oldu bienal eserleri”.
Hasan Özoturan ise yazısında, “bienale gitmeyen biri olarak” yazdığının hafifçe altını çiziyor. Gitmeyen biri nasıl o bienal üzerine yazı yazar ve bir yer onun bu yazısını yayınlar? Bilmiyorum! Bu yazı da bir evvelki gibi, Spinoza’nın birinci tür bilgisini ışıldıyor. Bana tuhaf gelen, kulaktan duyma ve gerçeği yansıtmaktan uzak yazıların, gazeteci etikasını hiçe sayarak, sansasyon yaratsın diye bir yerlerde yayınlanmasıdır. Türkiye medyasının hali bugün böyle ne yazık ki! Zaten onun için herhalde kimse okumuyor, göz gezdiriyor. Kimse sanatı kaale almıyor. Örneklerini bu yazılarda gördük. “Sanat bahane, yazılar şahane”!!! Bu da zaten üniversiteleri perişan olmuş bir Türkiye’nin hali! Umarım sanata bakan yazarlar bir gün çıkar. Bugün bahsettiğin yazarlar bana göre istediklerinin çok uzağında kaldılar. Onlara “daha uzaklara” bakmalarını tavsiye etmekten başka söyleyebileceğim bir şey gelmiyor aklıma!
Önceki Yazı

Alpagut Gültekin ile
“Alpagut Gültekin, şairdi (ama şiirlerini göstermeyen bir şair), düşünürdü (ama düşüncelerini yazmadan, konuşarak ve ancak özel dostluk anlarında paylaşan bir düşünür, bir çeşit düşünce cazcısı) ama asıl, bir gün yönetmen olarak insanlığın karşısına çıkmayı seçmiş bir sinemacıydı.”