1915, tehcir, Mustian’ın Jandarma romanı:
“Lakin ölüyorlar...”
“Jandarma, unutma-hatırlama meselesini edebi bir kurguyla tartışan bir metin olmanın yanı sıra –kimi sahnelerini okumak hayli zorlayıcı da olsa– olay örgüsü oldukça sürükleyici bir roman. Mustian önceden verilmiş cevapların aktarıcısı bir metin değil, cevapsız sorulara cevap aramanın bir yordamı olarak roman yazmayı seçmiş.”
Solda ve sağ altta: Ermeni mülteci konvoyu, Sivas yolunda. Fotoğraf: Viktor Pietschmann Doğal Tarih Müzesi, Viyana. Sağda: Harput’tan sürgün edilen Ermeniler. Fotoğraf: Yakın Doğu Yardımının Hikayesi, James L. Barton, New York, 1930.
Geçtiğimiz günlerde K24’te yayımlanan yazısında Nâzım Hikmet Richard Dikbaş önemli bir konuya değiniyordu. Tarihsel bir olguyu ele alan romanlarda yazarların çok zaman çözdükleri bir sebep-sonuç ilişkisini aktarmakla yetindiklerini ve bunun “netice[sin]de sunulan kaba sebep-sonuç işleyişi[nin], resmî tarihle aynı sonuca varmasa da, resmî tarihle çok benzer bir mekanik yapı sergile[diğini]; daha fenası, kötülüğü, kötülüğün bulaşıcılığını, kötülüğün çok katmanlı yapısını anlatmakta yetersiz kal[dığını]” belirtiyordu. Dikbaş, yazısının ekseninde yer alan Nona Fernández’in Bilinmeyen Boyut romanından söz ederken de şunları yazmıştı.
Tarihsel bir romanın son derece somut bir olaylar bütünden hareket ederken, insanlığa karşı işlenmiş suçların ve izlerinin, toplum bilincinde, bir kuşağın yerini bir sonrakine bıraktığı sırada nasıl aktarıldığını anlatan, hayatın hem en büyük hem en küçük ölçeklerinde ne kadar kırılganlaşabildiğini, tereddüde, şüpheye açıklığını ve çözülmeyen çelişkilerin nasıl hep sorular sordurduğunu gösteren güçlü bir yapıt. [Vurgu eklenmiştir.]
Mark T. Mustian’ın 1915’te Anadolu’dan tehcir edilen Osmanlı Ermenilerinden oluşan bir kafilenin gözetim işini üstlenen jandarma Ahmet’in hikâyesini anlattığı Jandarma romanını okurken Dikbaş’ın yaptığı ayrımı ve sorduğu soruları hatırladım: Mustian “çözdüğü bir sebep-sonuç” ilişkisini aktarmakla mı yetinmişti romanında? Romanı Dikbaş’ın deyişiyle “övücü-yayıcı” olmaktan mı ibaretti? Başka bir deyişle, “mekanik bir yapı” mı sergileniyordu Jandarma’da?
Mustian’ın romanı tarihsel bir olguyu, tehciri konu almakla beraber bu tarihsel olgunun “nasıl aktarıldığının” da sorunsallaştığı bir metin. Dikbaş’ın Nona Fernández’in yapıtı bağlamında vurguladığı şekilde, “bir kuşağın yerini bir sonrakine bıraktığı sırada nasıl aktarıldığını” değil ama, bir bireyin kendi içinde yaşananları kendisine nasıl aktardığını tartışıyor. Hatta nasıl aktarmadığını, bundan kaçış yollarını, belki de kaçamayışını.
Roman 1990 yılında başlıyor. 92 yaşındaki Emmet Conn beyninde baş gösteren bir rahatsızlıkla birlikte tuhaf rüyalar görmeye başlamıştır. Gençliğinde hafızasını kaybetmiş biridir. Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de başından yaralanmış olarak bulunmuş, yüzü, başı, kıyafetleri o kertede hırpalanmıştır ki, onun İngiliz ordusu için savaştığı zannedilmiş ve tedavi için İngiltere’ye, Londra’ya götürülmüştür. Daha sonra evleneceği, gönüllü olarak ABD’den gelmiş olan Carol isminde bir hemşirenin özen ve yardımlarıyla iyileşmiştir. Nerede nasıl yaralandığını hatırlamadığı gibi, öncesini de hatırlamıyordur; çok sonra çocukluğundan tek tük hatıralar belirmeye başlamışsa bile, o zamana kadarki hayatının büyük kısmı, özellikle de askerliğinin ilk yılları konusunda hafızası bomboştur.
Londra’daki hastanede bir şeyler karaladığım, hatırlamaya çalışırken aklıma gelenleri yazdığım bir kâğıt var. Üzerinde fazla bir şey yok. Birkaç olay, birkaç yer ismi, insanlar. Savaşın çok ufak kısmı. Anılar bazen sonradan alevleniyor, renk patlamaları halinde beliriyor, ama genel olarak Londra’dan ayrılışımın çok da öncesine gitmiyor: Çocukça yarışlarımız, eriyen mumun damlayışı, bir grup adamın namaza duruşu. Çocukken Amerika’ya gitmeyi hayal ettiğimi hatırlıyorum. Vardığımda ise, önceki hayatımı sanki bir başkası yaşamış gibi gelmişti, sesi kesilmiş, hayalî biri. Artık hatırlamadığım biri. (s. 29)
Evet, iyileştikten sonra dünya savaşı sona ermiş, Carol’la evlenip ABD’ye yerleşmişlerdir. Tuhaf rüyalara dönersek: Roman 1990’daki Emmet’in beynindeki rahatsızlık nedeniyle hastaneye gidişleri, tetkikleri, ameliyatı, vs. ile geçen gündelik hayatıyla uyuduğunda gördüğü rüyaların paralel anlatılması şeklinde kurgulanmış. Birbirini takip eden rüyalarında kendisini sürgün edilen insanlardan oluşan bir kafileyi gözeten jandarma Ahmet olarak görüyordur Emmet. Rüya mıdır gördüğü, hatıralar mı geri geliyordur? Onu yaralı olarak 1915 Ağustosu’nda Gelibolu’da bulduklarını biliyordur, bu nedenle Suriye’ye doğru bir kafileyi götüren bu jandarmanın kendisi olması çok mümkün değil gibidir.
Rüyanın etkisiyle sarsılmıştım. Neden bu rüyayı görüyorum? Cephede askerdim, jandarma değil. Hafızamı tarıyorum, kendimi ikna etmeye, başka anıları çağırmaya çabalıyorum. Ama hiçbir şey yok. Kız yok. Tozlu yollar yok. (s. 49)
Kız, rüyasında gördüğü kafiledekilerden biridir; bir başka jandarmanın onu öbürlerinin arasından çıkardığını görünce Ahmet’in de ilgisini çekmiş, kumandan pozisyonunda olduğu için kızı kendi yanına almıştır. Etkilenmiştir kızdan; gözlerinden biri koyu, öbürü açık renklidir, insanda iki ayrı insana bakıyormuş hissi yaratıyordur.
Gizemlerin, belirsizliklerin sayfalar ilerledikçe açıklığa kavuştuğu bir kurgusu var romanın. Emmet mesela rüyaları ilk gördüğü sırada kafiledekilerin kim olduğunu bilmiyordur; gözetmek zorunda olduğu, belirlenmiş bir menzile götürülecek sefalet içinde birileridir. Tehcir edilmiş, sürgüne gönderilmişlerdir, ama neden, niçin; bunlar belirsizdir. Rastlantı eseri hastanede beklerken göz gezdirdiği bir dergide Ermeni soykırımının 75. yılı nedeniyle yayımlanmış bir yazının fotoğraflarındaki görüntülerin rüyasındakilere ne çok benzediğini fark eder. Çocukluğuna dair hafızası çok zayıf da olsa, Ermeniler hakkında hatırladığı bir şeyler vardır.
Elbette Ermenileri biliyorum. Büyüdüğüm kaza olan Mezre’de pek çok Ermeni vardı. Komşularımız tüccar, esnaf, fırıncıydılar. Bazıları savaşta çarpışmıştı. Hesapta bir başkaldırı vardı. Rusya’yla, düşmanımızla bir ittifak kurmuşlardı. Pek çoğu ülkeyi terk etti veya buna mecbur bırakıldı. Farklıydılar ama onlarla bir sorunum yoktu. O zaman bunu, bu tanıdık hissi nasıl açıklayabilirim? Bu rüyaları? (s. 50)
Bu “karşılaşma” kızı ilk kez görüp ondan etkilendiği rüyanın ertesinde yaşanmıştır. Dergideki fotoğrafları görmesinin ardından Emmet’e anestezi uygulanır ve rüya kaldığı yerden devam eder. Rüya görürken ameliyatın devam ettiğinin de bir biçimde ayırdındadır, ama kıza karşı duyduğu arzu da bir o kadar ısrarcıdır. Beri yandan rüyasında kızla konuşmaya başladıklarında onun Ermeni olduğu bilgisi mevcuttur artık. Kızın başına gelecekleri sezmesine rağmen kendisiyle konuşmasının onu oyalama çabası olduğunu düşünüp sinirlenen Ahmet’te, kızın “soyuna karşı hissettiği horgörü yeniden depreşir”.
Hep üstün, şu Ermeniler, tepeden bakmaya meyilli, cimriydi. Birbirlerini tutuyor, eğitimleriyle böbürleniyor, küçük yuvarlak kiliselerinde Tanrı’larına ibadet ediyorlar. Bizden daha iyiler – ölmüş sürgünlerden biri, Ermeni bankerler, avukatlar ve tüccarlar olmadan imparatorluğun ölüm fermanını imzalayacağını söylemişti. Fakat Ermeniler bu kadar zeki ve Türkler bu kadar ahmaksa, bu duruma nasıl geldik? Güçlü olan hükmeder, tıpkı doğada, tıpkı savaşta olduğu gibi. Tıpkı bu gece olacaklar gibi. (s. 52)
“Bu gece olacaklar” derken Ahmet’in ne kastettiğini tahmin etmek zor değil. Nitekim kıza tecavüz etmeye kalkışır, ancak kızın “Neden?” diye sormasının ardından “arzusu sönümlenir”. Karmaşa içindedir, ne yapacağını bilemez, öldürmeye, boğmaya karar verir kızı, boğazına sarılır, sıkar, ama son anda ellerini çeker. Karmaşası daha artmıştır; öfke, utanç, yaşananları düzeltme isteği, hepsi iç içedir. İlerleyen günlerde kıza –adının Araksi olduğunu öğrenmiştir– ilgisi sürecektir, ama ona rahatsızlık vermeyecek, aksine koruyup kollamaya çalışacaktır. Beri yandan, gerekli gördüğünde kafiledeki bir Ermeni’yi gözünü kırpmadan öldürmekten de geri durmayacaktır.
Jandarma’nın etkileyici yanlarından biri Ahmet’in iç dünyasındaki karmaşayı, çelişkileri ve en önemlisi ussallaştırmaları vermesinde. Yazının başında yaşananları kişinin kendisine nasıl aktardığı meselesine değinmiştim. Bu noktada “aktarma” dediğim şey salt olayların nakledilmesi değil, daha ziyade olayların başka türlü olamayacağına dair kendi kendini ikna etme çabası, yahut olayların bu şekilde cereyan etmesinin gerekçelendirilmesi, kişinin kendisini haklı görme uğraşı. Roman boyunca Ahmet kimseye bu konuda hesap vermez, kimseye pek bir şey anlatmaz, kendiyle konuşur – kendine nakleder, aktarır. Bir örnek… Az önce sözünü ettiğim kafiledeki adamı öldürmesinin peşinden içinden geçenler şunlardır:
Olayın üzerinde fazla durmuyorum. Koşullar göz önüne alındığında, bu yapılabilecek en doğru şey. Otoriteyi sağlayamazsam kendi hayatım riske girer. Burası mahkeme yeri değil. Adam suçlandığı şeyi yapmamış değil, nasılsa bir şekilde ölmeyecek de değil. Düşündüğümde, adam bir bakıma istisna. Eli ayağı tutan Ermeni erkeklerin çoğu çalışmaya zorlanmış veya yola koyulmadan önce infaz edilmişti. Zengin olduğundan veya iyi rüşvet verdiğinden bu kadar uzun süre hayatta kalmayı başarmış olmalı. Yüzündeki ifade bunu bildiğini ve ölüm karşısında nankörlük etmeyeceğini gösteriyordu. (s. 64)
Ahmet’in ussallaştırarak yaşananları kendisine aktarmasına başka örnekler verilebilir.
Biz çobanlarız; ister kabul etsin ister etmesinler, bu insanları koruyor, kendi iyilikleri için başka yere taşıyoruz. İnsafsız olsaydık hepsini topluca boğazlardık – böylesi çok daha kolay olurdu. (s. 62)
Zaman zaman gaddarlığımız hakkında fısıltılar duyuyorum. Müttefik Almanlar bile tehciri kınıyorlar – Harput’dan ayrılmadan önce bir Alman mühendisten duydum. Ne yapmamızı bekliyorlar? Ermeniler düşmanlarımız, bize saldıran Rusların müttefikleri. […] Aslında bu grupların ülkeyi terk etmelerine izin vermemiz fazlasıyla adil. Onlar bizim için aynısını yapar mıydı? […] Acı verse de ayrılma onlar için, bizim için, tüm taraflar için en iyisi. Ve savaşta insanlar, masum insanlar bile ölür. (s. 60)
Ahmet’in Ahmet’e aktardıkları, birkaç kuşağın arkalarından gelenlere aktardıklarıyla hayli örtüşüyor ama belli ki bu aktarmalar önce kişilerin kendilerini iknalarıyla başlıyor. Gelgelelim, Ahmet başta durduğu noktada kalmıyor olaylar ilerledikçe. Kendisini kafiledekilerin “çobanı” olarak gören, sürekli biz-onlar ayrımıyla sürgünlere bakan Ahmet bir zaman sonra onlarla kendisini aynı “biz”in içinde görmeye, anmaya başlar.
Çakallar gibi kuyulara saldırıyoruz. Fahiş fiyatlara (sürgünlerin kıyafetlerinin arasına veya gövdelerinde bir yere sıkıştırdıkları paralarla) su satın alıyoruz. Yapraklarda biriken çiy damlalarını yalıyor, yanımızdan dumanını üfleyerek geçen trenlere dileniyor, boş arazileri eşeliyoruz. (s. 129 – vurgular eklenmiştir.)
Değişen nedir peki? Araksi’ye olan düşkünlüğü, aşkı mı değiştirmiştir Ahmet’in bakışını? Cevabını o da bilmiyordur. “Birkaç gün içinde işler nasıl da değişti” diye sorar mesela, “Sanki nehir bir yamaca çarpmış ve suları aksi yönlere akmaya başlamış gibi. […] Fakat ben aynı ben değil miyim? Jandarmayım. Çölde bir rehberim”. Soru var, sorunun nitelendirilmesi var, ama cevabı yok. Belki şu pasajda saklı bir cevap bulunabilir. Fail olmanın yanında tanıktır da yaşananlara Ahmet – bunun farkına varmış gibidir.
Neden bu kafileyle kaldım bilmiyorum – yola devam etmeme izin verilmesi için valiye neredeyse yalvardım. […] Görevi tamamlama, bu ayakta bile duramayan, acınası yaratıkları varacakları yere ulaştırma gerekliliği üzerine kafa yoruyorum. Ne savaş ne onların suç ortaklığı ne de bu yolculuğun kaçınılmazlığı değişti. Lakin ölüyorlar – dilleri yumruk kadar şişmiş olan çocuklar, ölü bebeklerini kucaklarında taşımayı sürdüren anneler. Elimden gelen yardımı yapıyorum. (s. 97)
Anahtar cümle “Lakin ölüyorlar” olsa gerektir. Kendisi de katildir, alıntıladım, işlediği cinayeti kendine öyle ya da böyle ussallaştırarak aktarmıştır, ama bütün bu tehcirin toplu bir ölüm yolculuğu olduğunu biliyor olsa da, anlamını zaman geçtikçe fark ettiğini düşünebiliriz. Başlarda oldukça soğukkanlı bir şekilde iki bin kişilik kafilenin bu gidişle Halep’e vardıklarında elli kişiye düşmüş olacağını öngördüğünü belirtir, ancak bir yandan hastalıklar, salgınlar, bir yandan kafileye yapılan özellikle genç kadınları kaçırmak için düzenlenen saldırılar yahut kafiledekileri köle ya da cariye olarak satın almak isteyenler… Bunların da ilk elden tanığıdır Ahmet. Hatta kendisi gibi kafileyi gözetmesi gereken öbür jandarmaların kalkıştığı saldırıların ya da köle ticareti yapmaktan hiç gocunmamalarının, aksine buna heves etmelerinin.
Kuşkusuz Araksi ve ona karşı hissettikleri büsbütün etkisiz değildir Ahmet’in yaşadığı değişimde, ama tutumlarındaki değişimi salt bununla, ne olduğunu tam kestiremediği arzusuyla, tutkusuyla açıklayamayız. Araksi’ye yakınlık duydukça onun tanık olduklarına bir kez de onun gözünden bakmaya başladığını düşünüyorum Ahmet’in – bunu da bakış açısının aktarılması olarak kabul edebiliriz sanırım. Başta yaptıklarından hiçbir utanç duymazken sonradan duyması bundandır. Daha önce yaşananları kendisine aktarırken sığındığı mazeretlerin edindiği yeni bakış açısından gördükleri karşısında hiçbir geçerliliği kalmamıştır – üstelik fail olduğu da karşı konulamaz bir gerçeklik olarak belirmiştir. Araksi’nin Tanrısı’na sorduğu, “Nasıl olabilir bunlar?” sorusuna cevap vermeye çalışırken Ahmet’in içinden geçirdikleri de bu bağlamda önemli görünüyor.
Konuşmalı, yeni bir hayat ve dönüşüm için arkasında olacağımı söylemeliyim, ancak bunun yerine donup kalıyorum, dilimi hareket ettiremiyorum, yuttum. İstikametim nere? Ne vaat edebilirim. Kimseyi suçlamadı, Tanrı –Tanrısı– dışında kimsede suç aramadı. Buna hakkı var. Ona hak vermemem mi gerek? Allah’ı suçlayabilirim, kaderi, talihi ya da soyumu, ancak bununla hiçbir yere varamam. Utancımın sonu yok; suçluluk duygum o kadar ağır ki, gerçeklerden bile ağır basıyor. (s. 219)
Belli ki gerçeklerden ağır basan duyguların basıncı ve gerçekler arkada bırakılmadan ileri gidilemeyeceği fikri giderek gerçekleri yok saymaya neden oluyordur. Ahmet’in Gelibolu’da yaralandığı için hafızasını kaybettiğini düşünmek mümkün ama romanın kurgusu bize başka şeyler de söylüyor. Ahmet hafızasını kaybettiği için, bu sayede ileri doğru yol alabilmiştir – Carol’la beraber, vaktiyle Araksi’ye önermek isteyip ifade edemediği şeyi hayata geçirebilmiştir. “Ardımızda bir okyanus mesafe bırakarak ileri doğru yol alabiliriz.”
Ne ki bu ileri doğru alınan yolun varacağı yeri de Emmet’in 92 yaşındaki halinde tanıyıp öğreniyoruz. Gördüğü rüyalar ve hastalığı onu sıklıkla geçmişe götürmektedir. Londra’da kendisine gelmesinden önceki yıllar halen belirsizliğini korusa da, Carol’la beraber ABD’ye gelmelerinin ardından neler yaşadıklarını sıklıkla hatırlıyor ya da hatırlamak zorunda kalıyordur Emmet. Tesisatçı çırağı olarak başladığı çalışma hayatında yükselmiş, ilerlemiş, müteahhit olmuştur, ama hiç kolay gerçekleşmemiştir bunlar, 1929 Buhranı gibi iktisadi nedenlerin yanı sıra ten renginin koyuluğu nedeniyle pek çok kez, pek çok yerde hakir görülmüştür – bunu yapanların aralarında Carol’ın akrabaları bile vardır. Hep “yabancı”, hep “derkenarda” olmuştur, öyle hissetmiştir kendisini. Hayatı boyunca itilip kakılmıştır, alay edilmiştir. Aile hayatı da çok mutlu geçmemiştir, küçük kızı Violet on altı yaşında anne olmuş, bebeğini evlatlık vermiştir; büyük kızı uzaklarda, Kanada’da yaşamayı seçmiştir. Carol’ın parkinsonu ilerlediğinde bakımını üstlenmek Emmet’e kalmış, kızları yardıma gelmemiştir. Bu arada anlarız ki, küçük kızının hamileliği döneminde Emmet’le Carol ona arka çıkmadıkları için babayla kızın arasında aşılmaz bir duygusal mesafe oluşmuştur. Romanın anlatı zamanında Violet babasının yanındadır; hastalığı nedeniyle ona yardım ediyor olsa bile aralarındaki mesafe bakidir. “Geçmişin[in] musibetini, hayatı[n]ın alacakaranlığında ortaya çıkan karmaşayı” kızına anlatması mümkün değildir mesela.
Emmet, ABD’de geçirdiği, önceki hayatından bir okyanus mesafesi ötede, geçmişin gerçeklerini arkada bırakarak geçirdiği 70 yılıysa şöyle aktarır kendisine.
Zamanın bir rüzgâr gibi geçtiğini [düşünüyorum], doksan yılı, sonunun da baş kadar çalkantılı olduğunu. Peki ya ortası – uzun ve sıkıcı ortası? Çalışma, ihtiyaçları karşılama. Şekillendirme. Çok fazla zaman kaybı. (s. 128)
Rüyalar devam ettikçe Emmet’in bizim Ahmet’i, Ahmet’in de Araksi’yi tanımasından öncesinde yaşananlar da geri dönmeye başlar. Ne ki bunların ortaya çıktığı aşamada Emmet için işler artık karmakarışık bir hal alır. Neyin rüya, neyin gerçek olduğunu giderek çok zor ayırt edebiliyor, bazen hiç edemiyordur. “Aklım karışıyor. Zaman yeniden kayboldu” der bir yerde; hatırladıklarını, “başka bir zaman ve mekândan izinsiz fırlamış görüntüler” diye adlandırır, nitelendirir. Belki de Emmet’in yaşadıklarından söz ederken bastırılmışın dönmesi değil de, fırlaması demek gerekir.
Romanın olay örgüsünü daha fazla anlatmayacağım, sadece buraya kadar aktardıklarımın devamında Ahmet’in ve Emmet’in hikâyelerinin ayrı ayrı oldukça maceralı ilerlediğini söyleyeyim. Ahmet’in kafileden kalan az kişiyi Halep’e ulaştırdıktan sonra hemen Osmanlı ordusundaki görevine dönmediğini, Emmet’in de karmaşasının artmasının ardından geçirdiği krizler (zamanların üst üste gelmesi şeklinde adlandırmak mümkün bu krizleri) nedeniyle psikiyatri merkezinde gözetim altına alındığını eklemekle yetineyim.
Jandarma, unutma-hatırlama meselesini edebi bir kurguyla tartışan bir metin olmanın yanı sıra –kimi sahnelerini okumak hayli zorlayıcı da olsa– olay örgüsü oldukça sürükleyici bir roman. Bununla beraber, Ahmet’in başına Halep’te, Araksi’nin yanında değilse bile yakınlarında bir yerlerde, onu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için çareler ararken gelenleri, yahut Emmet’in rüyalarının gündüzdüşü haline almaya başladığı sıralarda kalkıştığı macerayı ve romanın şaşırtıcı, sürprizli sonunu, salt olay örgüsünün gerilimini yükseltip zirveye çıkaran unsurlar olarak değerlendirmek doğru olmaz. Mustian’ın roman boyunca çeşitli yaşantılar üzerinden aktardığı meselelerin farklı görünümleriyle de karşılaşıyoruz bu sahnelerde. Öncelikle unutmanın ve hatırlamanın kişinin bulunduğu yere göre farklı etkileri olduğuyla, ya da hafızamızın derinlerine dağlanmış şeylere karşı alınan, alınabilecek farklı tutumlarla. Sadece bunlar değil; az yukarıda “kişinin bulunduğu yer” dedim ya, bu yerin de mutlak bir yer olmayabileceğiyle, bize ait ya da bizim ait olduğumuzu düşündüğümüz bir yerde bulunmamızın rastlantısallığıyla, bu yere varmamızın, bu yerle anılmamızın öncesinde meçhul, saklı yanlar olabileceği gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Başta vurguladığım üzere, olay örgüsü tarihsel bir olayın çevresinde geçen ama geçmişte yaşananları bugünün kuşaklarına aktarmakla yetinen bir edebi metin değil Jandarma. Aktarmanın aşamaları, dolayımları, açmaz ya da düğümleri de sorunsal olarak beliriyor romanda. Kitabın sonuna eklediği “Yazarın Notu”nda şu noktaların altını çiziyor Mustian.
Bilmek istiyoruz. Bazen bu bilgi acı verici, rahatsız edici ve hatta kahredici olabiliyor. Ama gerekli. Çünkü bize geçmişte ne olduğumuzu ve gelecekte ne olabileceğimizi gösteriyor. (s. 319 – vurgu metinde var.)
Edebiyat metninin “bilme” faaliyetindeki yeri ne olabilir ki, diye sorulabilir. Hele ki kurmaca kitap okumaktan kaçınanlarının, “Bana ne bir başkasının gözünden anlatılanlardan, ben gerçeklerin peşindeyim” dediklerini hatırlarsak. Oysa çok özel bir bilgi edinme imkânı sunar edebiyat. Nedenlerin, sonuçların, gerekçelerin, ussallaştırmaların, çarpıtmaların ötesine geçerek bir yaşantının içine sokar bizi. Bu yazar için de bir imkândır. Mark T. Mustian, Bianet’te yayınlanan söyleşisinde Nazan Özcan’ın neden failin gözünden anlattığını sorusuna şu yanıtı vermiş.
Kurbanın tarafından anlatılan hikâyeler zaten hayatta kalanlar tarafından benim asla yapamayacağım kadar iyi anlatıldı. Ama dinlediğim sözlü anlatımlar, okuduklarım ve arka tarafta yaşananlar ve bunların kanıtları beni konunun üstünde enine boyuna düşünmeye itti: Peki, failler ne düşünüyordu? Böyle bir şeyi nasıl yapabildiler? Gerçekten bir pişmanlık var mıydı? Bir tereddüt ya da? Tüm bunların içine girmek istedim.
Mark T. Mustian önceden verilmiş cevapların aktarıcısı bir metin değil, cevapsız sorulara cevap aramanın bir yordamı olarak roman yazmayı seçmiş. Okuyanlar da Jandarma’yı benzer bir perspektifle okuduklarında kafalarındaki sorulara cevap bulurlar mı, bilemem ama yeni soruların akıllarına düşeceğini zannediyorum. Kurmaca da olsa, bize romanda aktarılan yaşantıların evvelden verilmiş kimi cevapları boşa düşürdüğü rahatlıkla söylenebilir.
Önceki Yazı
Paul Cézanne sinemaya ilham vermeye devam ediyor:
Bakışın rengi
“Her birinin odağında bir kadının olduğu, birbirinden bağımsız dört hikâyeye yer veren Beyond the Clouds bir tür içsel yolculuk filmidir. Yönetmenliğini Michelangelo Antonioni ile Wim Wenders’ın üstlendiği filmdeki hikâyelerin birinde Marcello Mastroianni, Sainte-Victoire Dağı’nı çizen bir ressam olarak karşımıza çıkar. Mastroianni’yi bu sahnede Paul Cézanne’ın kendisi olarak mı yoksa gerçekliği arayan bir ressam olarak mı düşünmek gerekir?”
Sonraki Yazı
Özgün Enver Bulut ile söyleşi:
'Şiirin tanıklığında küçük bir devrim tarihi'
“Şiir tüm sanatsal disiplinler içinde, başka bir dünyanın mümkün olduğunu haber veren en coşkun sestir. Canlıdır ve büyük bir haykırış dilidir. Devrim tarihi bunu gösteriyor bize. Devrimcilerin şiirle olan ilişkisi de bunu doğruluyor zaten. Yolu Marksizmden geçen devrimci liderlerin çoğunun devrimi anlama çabalarında yanlarında şiir vardır.”