• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

1908 Osmanlı boykotu üzerine

Hüseyin Rahmi’den boykot telakkileri

“Hüseyin Rahmi'ye göre kavramsal netliğe henüz ulaşılmasa da grev ve boykot hayatımıza girmiştir ve boykotu icra etmek, bir tüketici protestosu olmanın ötesinde bir adalet talebidir de.”

Hüseyin Rahmi Gürpınar / Cem'in karikatüründe Avusturya İmparatoru / La Domenica del Corriere dergisinin kapağından ayrıntı: Türkiye'de Avusturya mallarının boykotu, beyaz fes pazarı, 20 Aralık 1908.

FATİH ALTUĞ

@e-posta

EVVEL ZAMAN

24 Nisan 2025

PAYLAŞ

Boşboğaz ile Güllabi dergisi, Sayı: 21, 18 Ekim 1908.

1908 sonbaharında Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i resmen ilhak etmesi Osmanlı toplumunda derin bir infial yaratmıştı. II. Meşrutiyet’in hemen ardından gelen bu olay, yeni oluşan yurttaşlık bilinci ve siyasal katılım arzusunun ilk kitlesel tezahürlerinden birine yol açtı ve Avusturya mallarını boykot hareketi başladı. İstanbul merkezli başlayıp yayılan bu boykot yalnızca ekonomik bir protesto olmanın ötesine geçerek ithal feslerin reddi gibi simgesel eylemlerle milli kimliğin savunulduğu, tüketim alışkanlıklarının yeniden gözden geçirildiği, çok katmanlı bir sivil direnişe dönüştü. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 18 Ekim 1908’de çıkan Boşboğaz ile Güllabi dergisinin 21. sayısında yer alan iki yazısı[*] da bu boykot hareketine eklemlenir. Bu girişin sonunda bu çalkantılı dönemin toplumsal algı ve pratiklerine ışık tutan yazılardan birini, “Muhtelif Bir Boykotaj” başlıklı metni bulacaksınız. Burada Hüseyin Rahmi grev ve boykot kelimelerinin telaffuz, anlam ve işlev bakımından henüz yerleşmediği koşullara işaret edip medeniyetle birlikte gelen yeni yurttaşlık pratikleri olarak grev ve boykotun önemini anlatmaktadır. Ona göre, kavramsal netliğe henüz ulaşılmasa da bu pratikler hayata girmiştir ve boykotu icra etmek, bir tüketici protestosu olmanın ötesinde bir adalet talebidir de.

Bu metni size sunmadan önce ana hatlarıyla aynı sayıdaki diğer yazıya da değineyim:

La Domenica del Corriere dergisinin kapağı: Türkiye'de Avusturya mallarının boykotu, beyaz fes pazarı, 20 Aralık 1908.

“Boykotajın Telakki-i Diğeri” hikâyesi bizi bir İstanbul konağının salonuna, bir grup yaşlı hanımın meraklı sorularıyla çevrelenmiş genç Şemsi Bey’in yanına götürür. Havada bir değişim sezilmiştir; erkekler neden alıştıkları fesleri bırakıp “keçe külahlı” oluvermişlerdir? Rabia Hanım’ın bu sorusuyla açılan sohbet, 1908 Avusturya boykotunun kapalı kapılar ardındaki yankılarını bir dizi canlı diyalog ve sahneyle önümüze serer.

Anlatı Bosna Hersek’in Avusturya tarafından ilhak edilişinin karmaşık siyasi arka planıyla başlar. Şemsi Bey emaneten verilen toprakların geri alınmadığını, üstüne üstlük Avusturya’nın bu yerleri tamamen yönetimi altına aldığını açıklar. Salondaki tepkiler çeşitlidir. Rabia Hanım durumu net bir ahlaki yargıyla özetler: “Demek ki emanete hıyanetlik etti.” Şefika Hanım ise olayın vahametini kendi dünyasının ölçekleriyle anlamaya çalışır: “Oğlum… Bu iki kıta [Bosna Hersek] dediğin büyüklükçe Beykoz kadar var mı?” Şemsi Bey’in “meyusane tebessümle” verdiği, kaybedilen yerlerin bir krallık kadar büyük olduğu cevabı Nazime Hanım’a “Vah vah…” dedirtirken, Huriye Hanım daha derin bir toplumsal eleştiriye yönelir: Kendi aralarındaki küçük arsa kavgalarına karşın, böylesi büyük kayıplardan ve vatan topraklarının gerçek değerinden habersiz oluşlarına yanar. Bu esnada Nadire Hanım’ın “Neden dolayı emanet etmiş de bunu bugüne gelinceye kadar geri almayı niçin düşünmemişiz?” sorusu, Şemsi Bey’e istibdat döneminin baskıcı atmosferini ve sorunları çözmek yerine gizleme alışkanlığını, hasta benzetmesi üzerinden anlatma fırsatı verir:

Türk karikatürünün önemli isimlerinden Cem’in bir çizimi: “Avusturya İmparatoru fes fabrikalarını korumak maksadıyla kendisi ve ordusu için fesi resmî başlık olarak kabul etmiştir.” 

Bunları geri almak için çok şeyler lazımdı, onların hiçbiri bizde yoktu. Onları vücuda getirmeye uğraşmadık. Onları geriye almak fikrinde bulunmak değil, zaman-ı istibdadda [baskı döneminde] bu iki vilayetin ismini söylemek, gazetelere yazmak bile yasaktı. Hatta hürriyet ilan olunduktan sonra bile bu iki büyük memleketin ismini söylemeyi biz kendi aramızda yasak etmiştik. Biz öyleyiz. Bir derdimiz olursa onu söylememeye, söyletmemeye uğraşmaktan başka onun için bir deva aramaya çalışmayız.

Mesela, bir insan hasta olur, akraba ve taallukatını [yakınlarını] müteessir etmemek [üzmemek] ve bu hâlin işaasıyla zuhuru melhuz [duyulmasıyla ortaya çıkması olası] olan bazı fenalıklara meydan vermemek için bu hastalığını gizler, maraz [hastalık, dert] artar. Hasta dişini sıkar. Gide gide iş o mertebeye gelir ki, tahammüle imkân kalmaz. İşte o zaman her bir fenalık meydana çıkar.

Gizlemek, bir fenalığın izalesi [giderilmesi] için ciddi çareler ittihaz olunup [benimsenip] da işaadan [duyulmasından] bu tedabire [tedbirlere] nakısa arız olmak [zarar gelmek] kaygısına mebni [dayanarak] muvafik maslahattır [uygun bir iştir, yararlıdır]. Yoksa diğer suretle gizlemek, o fenalığın an be an tezayüd-i vahamete [kötü durumun artmasına, tehlikenin büyümesine] sebep olmaktır.

Konuşmanın tansiyonu, “Yavrum, bu vilayetlerimizi alan devletin adı ne idi?” sorusuyla değişir. Şemsi Bey’in “Avusturya yahut Nemçe yani Nemse dediğimiz” cevabı, soyut siyasi bilgiyi bir anda somut, gündelik hayata tercüme eder. Huriye Hanım’ın tepkisi anlıktır: “Ay Nemse mi? Eve gidince aşçıya söyleyeyim bir daha [Nemse] böreğini yapmasın.” Vedia Hanım da hemen “Nemse arpası”nı hatırlar. Artık mesele sadece erkeklerin fes değiştirme sebebi olmaktan çıkmış, mutfağa, kilerin içine kadar sızmıştır. Şemsi Bey’in devam eden “konferansı” özellikle evin sahibesi olan hanımı öyle bir galeyana getirir ki, evdeki tüm Avusturya mallarını kırıp dökerek sokağa atmaya yemin eder.

Fes boykotu sırasında yayınlanan ve fesleri atıp yerine kalpak kullananları gösteren bir karikatür. Dükkânın tabelâsında “Kalpak Mağazası” yazıyor

Bu yeminin ardından hikâye, adeta bir arınma ayinine dönüşen hummalı bir eylem sahnesine geçer. Hanımlar evin sahibesi önderliğinde odaları dolaşmaya başlarlar. En “mükellef” odada, ironik bir şekilde, atılacak pek az şey bulunur; yerli halılar, Şam kumaşları, İngiliz aynası, Saksonya bardakları, Amerikan lambaları arasında sadece birkaç sigara masası Avusturya işidir. Ancak diğer odalarda durum farklıdır; keçeden perdelere, lambalardan bardaklara “hemen hiçbir şey kurtulmaz”. Yemek odasındaki büfenin “muhteviyatı hemen umumiyetle pencereden bahçeye fırlatılır”. Hizmetçilerin “Hanımcığım, kullanacak bir tane olsun bırakınız” şeklindeki pratik kaygıları veya “Bize veriniz…” yalvarışları, evin hanımının “artık hiç kimsenin arkasında görmek istemediği” mallara yönelik öfkesi karşısında etkisiz kalır. Bohçalar açılır, pazen basması entariler, “en maruf mağazalardan iştira edilmiş [alınmış]” çamaşırlar yırtılıp atılır. Bazı misafirlerin “Hanım, hepsini böyle yırtıp atarsak sonra ne giyeceğiz?” sorusuna verilen cevap nettir: “Muhacir bezi, dokuma, alaca. İstimal etmediğimiz [kullanmadığımız] için henüz isimlerini bilemediğimiz birçok yerli kumaşlarımız, mamulatımız var.” Bu öfke ve arınma dalgası “cüzi bir zamanda mahalleye sirayet eder”.

22 Ocak 1909 tarihli Musavver Papağan mizah gazetesindeki karikatürde boykotu fırsat bilen diğer Avrupa devletlerinin mallarını Osmanlı topraklarına sokma çabası anlatılıyor. 

Hikâyenin son sahnesi, bu toplumsal hareketin halk arasındaki yansımasını, bu kez mahalle kahvehanesindeki yaşlıların sohbeti üzerinden gösterir. Boykotaj kelimesini telaffuz edemeyip ona “baykuş” adını takan ihtiyarların diyaloğu, olayın farklı bir “telakki”sini ortaya koyar. Onlar için mesele, evlerine giren ve eşyalarını kaybetmelerine neden olan bir “uğursuzluk”tur: “Nasıl? ‘Baykuş’ sizin eve de girdi mi?” veya “Bu baykuş bize Çırçır Hariki [Yangını] kadar ziyan ettirdi ya!” Bu konuşma, büyük siyasi ve ekonomik hedeflerle yola çıkan bir hareketin sıradan insanın gündelik hayatında nasıl bir maliyet ve karmaşa olarak algılanabildiğini, Gürpınar’ın incelikli mizahıyla resmeder. Anlatıcı, bu son diyalogla, kolektif eylemlerin başlangıçtaki niyetleriyle halk arasındaki alımlanış biçimleri arasındaki mesafeyi gösterirken, diyalogun ve hikâyenin son sözüyle kendi pozisyonunu netlikle ortaya koyar:

Hayır, ziyanı bize etmedi. Avusturya malı satan mağazalara etti. İnsan diğer metalardan olmak üzere yavaş yavaş bir ev eşyası düzebilir. Fakat bu iş böyle devam ederse o büyük fabrikaların, mağazaların zararları ancak iflasla nihayet bulur. Bir müddet sonra bu keyfiyet-i mühimmenin [ciddi meselenin] piyasalarda mucip olacağı [yol açacağı] hâl pek dehşetlidir. Baykuş bize ötmedi. O fabrikaların, o mağazaların sakıflarında [çatılarında] ref-i avaz-ı şetamet etti [uğursuzluk sesini yükseltti].


Muhtelif bir boykotaj

“Grev” kelimesinin arkasından bir de “bayko” yahut “boykotaj” sözü çıktı. “Grev”i hâlâ “guruvu” okuyanlar olduğu gibi, “boykotaj”dan da derhâl “baykuş” çıkarıveren zarafetperdazan [incelik taslayanlar, kibarlık düşkünleri] da eksik değil.

“Lüks lambası”nı –suubet-i telaffuzuna [söyleyişinin zorluğuna] mebni [dayanarak]– çarçabuk “öküz” yapan suhuletperestana [işin kolayına kaçanlara] gülmeli mi şaşmalı mı, bilmem ne yapmalı?

Biz ne kadar istemesek medeniyet bu tehlikeli kelimeler ile beraber aramıza sokuluyor. “Ya beni kabul etmeli yahut hufre-i inkıraza [yok oluş çukuruna] tekerlenip inmeli” diyor. Vaktiyle gözlerini açmadıklarından dolayı taht-ı istila-yı ecanibde [yabancıların istilası altında] kalan bazı memalik-i İslamiye’yi [İslam memleketlerini] gösteriyor.

Grev... Bu kelimenin henüz ahalimizce manası bilinmeden hükmü birkaç şirketin işçileri, amelesi tarafından mevki-i fiile [uygulama alanına] vazedildi [kondu].

Şimdi de boykotaj çıktı. Bazı mahalle bakkalları, kasapları insafsızlıklarıyla ahaliyi gücendirirler ise ahali bu usulü tatbik ile bakkalı kaçırabilirler. Artık şimdi esnaf buna göre gözlerini açmalı.

Bazı hususi mekteplerde, pamuk yağıyla, talaş sirkesiyle yapılmış fasulye piyazı, bayat ciğer kebabı, çürük zeytin ve bunlara mümasil [benzer] mekûlatı [yiyecekleri] fiyat-ı hakikiyelerinden [gerçek fiyatlarından] birkaç kat pahalıya yiyen talebenin boykotaj yapmaya yerden göğe kadar hakkı vardır.

Şimdi akla gelmeyen işte böyle pek çok mahaller var ki, yavaş yavaş bu boykotajın oralarda kokusu çıkacaktır.

Dünyayı ıslah etmek için işte böyle her şeyin bir kolayı, daha doğrusu zıddı bulunuyor. İnşallah düzeleceğiz. Düzeleceğiz ama daha böyle ne kadar kelimeler öğrenip ne kadar sadmeler [sarsıntılar, darbeler] geçireceğiz?

 

 

[*] Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Boykotajın Telakki-i Diğeri”, Boşboğaz ile Güllabi, sayı 21 (18 Ekim 1908): 1-2; “Muhtelif Bir Boykotaj”, Boşboğaz ile Güllabi, sayı 21 (18 Ekim 1908): 3.

Yazarın Tüm Yazıları
  • 1908 Osmanlı Boykotu
  • boykot
  • Hüseyin Rahmi Gürpınar

Önceki Yazı

TADIMLIK

“Doğru olan korumaktır,

restore etmek değil...”

Georg Dehio ile Aloïs Riegl tarafından kaleme alınan Restore Etmeyelim, Koruyalım! adlı kitap gelecek hafta Hüseyin Tüzün çevirisiyle Arketon Yayınları tarafından basılıyor. Aykut Köksal'ın kitaba yazdığı önsözü Tadımlık olarak sunuyoruz.

AYKUT KÖKSAL

Sonraki Yazı

TADIMLIK

“Sokakta kimse birbirinin sahibi değildir...”

Selahattin Demirtaş'ın yeni romanı Jamal, önümüzdeki günlerde Dipnot yayınları tarafından basılıyor. Kitabın ilk bölümünden birkaç sayfayı Tadımlık olarak sunuyoruz.

K24
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist